Yıl:1 Sayı:5  OCAK 2001

Editörden
Künye
Kültür - Sanat

Röportaj

Adres Çubuğu
Arşiv

Anasayfa

 


MUHALEFET YAZILARI


Abdülhamit KÜHEYLAN

   

EGOSENTRİK HAVA BASAN 'BEN'E DAİR...

Zaman ve mekanın ahenkli bir senfonisi şeklinde tanımlayabileceğimiz hayat, kısa, acımasız; bir o kadar da vurdumduymazdır. Aynı zamanda komplekstir en az insanın kompleksliği kadar. Bu hayatın kapsamı içerisinde Yaratıcı'nın dışında tüm yaratıklar, yaşamak mecburiyetinde oldukları bir ömrü törpülerler. Çizilmiş bir hayatın dublörleridir tüm yaratıklar, başka bir ifade ile. İnsanın diğer varlıklara nazaran özel bir konumu vardır tabii ki. Otomatik ve mekanik olan ötekilerin aksine insan, 'yaşadığının farkında olan tek varlık'tır. Çünkü iki zıt kutupla (iyi-kötü) donatılmıştır ve en azından hayatındaki bu iki şıktan birini tercih etme imkanı kendisine sunulmuştur. İyi ile kötüyü tesbit etme imkanı olduğu gibi bu ikisinden birisini de tercih edebilme özgürlüğü vardır. Ama şurası da bir gerçektir: İyiliğin sonsuzluğu kadar kötülük de bir ebediliği barındırmaktadır. İnsan, iyiliğin karşılığı olan cennetini kendi iyileriyle inşa ederken kötülüğün karşılığı olan cehennemini de kendisi kurmaktadır. Hayat içinde kendisine bahşedilmiş bu dar özgürlük, onun benliğini tanrılaştırabilmesi anlamına hiçbir zaman gelmiyor. Filozofların ve düşünürlerin insanı tanrılaştırma çabaları da bu anlamda hep sonuçsuz kalmıştır.

İnsanın, Allah'ın yanında -benlik savaşında- irabda hiç mahalli yoktur. Nasıl olsun ki! Siz hiçbir şey değilsiniz onun yanında; efendinin yanında bir 'hiç' konumundaki bir köleden farkınız ne ki? Size bir geliş zamanı tayin ediyor, sıfır noktası. Araya anne baba vasıtasını sokuşturuyor. Bürokratik işlemler neticesinde yine o isterse siz artık kum saatinin start düğmesine basıyorsunuz. Hayır hayır düzeltiyorum, düğmeye onlar basıyor. Ve siz sıfır noktasında bir sıfırsınız. Bedensel ve zihinsel tüm aygıtlarınız tamamen oturmamış, inadına zamana bırakılmış, yavaş yavaş ve yine mecburen emre itaat ediyorsunuz. Tabi yarışın başlangıcında size emanet edildiği söylenen kaportasıyla motoruyla sizin nasıllığınız hakkında da bir tercihiniz yok. Örneğin size kız mı erkek mi olursunuz diye kimse sormuyor. Veya sarışın mı olursunuz yoksa kızıl mı? Veya beyaz mı zenci mi? Yine son derece mega bir zeka ve muhakemeye mi sahip olursunuz yoksa hayvancıklarla aynı kaderi paylaşmak durumunda kalacağınız aklı ambalajlı bir deli mi? Gözlerinizin rengi cırtlak bir sarı mı olsun yoksa peygamber düşmanı gözler mi tercihiniz? Boyunuzu kısa mı arzu ederdiniz yoksa uzun mu? Kısaca kendinize baktığınızda dünyada gördüğünüz diğer hemcinslerinizde 'sizin için tercih mahalli olan' veya 'keşkelerinizi sıraladığınız tüm öteki özellikler', dönüşü olmayan bir hikayenin son paragrafındaki tırnak içerisindeki 'keşkeli bir ifade'den farksızdır. Tıpkı öldükten sonra gördüklerimiz neticesinde 'ya leyteni (keşke ben...)' cinsinden sonuçsuz istekleriniz gibi. Yeseniz de yemeseniz de sizdekiler, size bahşedilmiş ve sizin estetik ameliyatla çok az şeyinize -O istemese de- müdahale edebilme durumunuz var. Örneğin hardiskinizi upgrade etme durumunuz yok. İşitsel cihazınızın akortlarını harmony seviyesine yükseltmeniz de imkan dahilinde değil. Monitörünüz, eğer renksiz ise illa da SVGA olmasını istemeniz de pek anlamlı değil. Bilgisayar değil ki üç beş $ verip de bir üst versiyonunu alasınız... Hayır, tercih mahalli değilsiniz; ve bu sorunun tek şık cevabı var; o da kalıbına dökülmüş olan siz ile yetinmek.

Üstelik aslında size verileni değiştirme hakkınız da yok. Çünkü sizdekiler, 'kazanılmış' değil, aksine 'bahşedilmiş'tir. Sizdeki ile idare etmek durumundasınız. Sizdekileri kabul etmenin icbariyeti yanında 'yaşamak durumunda olduğunuz' startı ve finişi belli olan bu hayatı törpülemek mecburiyeti de sizi çepeçevre kuşatmış halde.

Ama bütün bu sınırlılıklar, insanın kendisine bahşedilen 'ölümsüzlük dürtüsü', 'benliğini' ön plana çıkararak egosentrik hava basmasına engel teşkil etmiyor. Bu işi ilk başlatanın da Babamız olduğunu hatırlamakta fayda var. İdeal hayat tipinin içinde yüzen Babamızın, ayartıcı olarak Allah'tan bize bahşedilen ve tanıma fırsatımızın dahi olmadığı, o cinden ve melekten bozma yaratığın "Sana ebedilik ağacını ve ebedi bir saltanatı göstereyim mi?" şeklindeki süslü laf salatasının keleğine gelmiş ve cennetten tard-u endam eylenmişti. O gün bu gün sürünüp gidiyoruz Babamızın sayesinde. Aslında ilk insanın bu arzusunun hayat içinde değişik versiyonlarını görebiliyoruz. Bazen küçük isyanlarımız sahnede görünür, bazen de Allah'a bile kafa tutan zırtolara rastlarsınız. Ölümsüzlük zaafımızın faturası, ağır oluyor. Bu arzunun en müfrit noktası, ilahlık iddiası; benliğin tanrılaşması veya en azından tanrılaşma isteğidir. Artık tanrı krallığına ortak olma isteği ile dopdoludur insan. 'Ben'li cümlelerin artık zıvanadan çıkması, bu hastalığın ilk belirtileridir. Sonra 'tanrı beni yaratmakla kendisini riske attı.' şeklindeki hezeyanları yumurtlar. Artık sınırlarınızı zorlar, ilahlık noktasında sınır tanımaz; 'en büyük ilahınız ben değil miyim?' diye herzelere imza atar. Özgürlükten dem vurulur. İpini koparmış bir deve misali dünya yüzünde her şeyi yapabileceği kendisine nefs-i emmaresi tarafından telkin edilir. Yaratılmış, bir anlamda yaratıcısına kuyruğundan bağlı olan bir varlığın tanrısal bir özgürlük (la yüs'el) istemesi, şahsen bana gülünç geliyor. Bahşedilmiş bir özgürlükle egosentrik hava basması da aynı oranda bir komikliği barındırıyor. Siz ne dersiniz? İnsanın illa da özgürlük isteği var ise bu Allah'a bağlı bir özgürlük olarak ortaya çıkması gerekmez mi? Fıtrata bağlı özgürlüğün ismi, Allah'a kulluktur. Çünkü mayasında bir üst varlığa karşı tapınma duygusu verilmiş olan senin, eğer ilah olarak O'nu tercih etmezsen, hayatın içinde başka tanrıların kesinlikle olacaktır. Sen, tanrısız yaşayamazsın. Çünkü hardiskindeki non-replacement (geri dönüşü olmayan) etiketli arşiv dosyalarından birisinde bu yazılmış. Öyleyse sahteleriyle uğraşmak yerine gerçeğiyle hayatı daha anlamlı hale getirmek, en masrafsız yol gibi gelmektedir. Aksi de mümkündür ama faturası ağırdır. İsyanları oynayabilirsin. Egosentrik hava basabilirsin. Azrail ile dans etme zamanın gelinceye kadar bu imkanın da var. Tabii ki sonucuna katlanmak pahasına... Her şey, hitama erdiğinde 'cart-curt' etmek yok. Veya 'keşkelerin' ile kafa ütülemek de yok. 'Estek oldu, köstek oldu, yana yattı, çamura battı...' gibi mazeret ayakları da pirim yapmaz o zaman. Ne derece gülünç bir durum; hayır hayır traji-komik. Yaratılmış olarak yaratana kafa tutmak. Ne kadar cahilce bir cüret değil mi? Önünde çizilmiş kaderin dublörü iken halen daha kendi kaderini kendisi çizdiğini düşünebilmek, zeka seviyesinin azlığı ile orantılı bir hadisedir. Öyle değil mi? Frithjof Schuon'un ifadesiyle kader, eğer Allah'ın bizim içim murad ettiklerini özgürce seçmemiz ve yapmamız ise; bu durumda bizim yaptıklarımızın veya bizim olduğunu iddia ettiğimiz şeylerin kaçta kaçını biz yapıyoruz? Bizim olan şeylerin ne kadarını kendi anlımızın teri ile kazandık; yoksa biz kendimizi mi kandırıyoruz? Çizilmiş bir hayatın mecburi kahramanları mıyız yoksa? Bununla şunu anlamak, pek anlamlı olmasa gerek: Biz, bir hiçiz. Hayır hayır, biz, O'nun yanında tayin edilmiş belli bir konumumuz var. Ama biz, bize çizilen kader boyutunda sadece boşlukları dolduruyoruz. Biz sadece çizilmiş kaderimizdeki 'doldurulması istenen boşlukları' doldurmakla memuruz. Bunun ötesinde söylenecek şeylerin yalan olma ihtimali son derece kuvvetlidir.

Öyleyse insanoğlu, haddini bilmek durumundadır. Hayatın içinde mayasına yerleştirilen 'iyi' ile 'kötü' arasında (fe elhemeha fucureha ve takvaha) bocalamanın ibresinin hep iyi tarafını tercih ederek yine bizim için hazırlanmış olan sonsuz iyilere ve O'na alnımız ak olarak ulaşmak, yollar içinde en çıkar yol olsa gerek. Gerisi hikayedir vesselam...

 

 
Sen, tanrısız yaşayamazsın. Çünkü hardiskindeki non-replacement (geri dönüşü olmayan) etiketli arşiv dosyalarından birisinde bu yazılmış. Öyleyse sahteleriyle uğraşmak yerine gerçeğiyle hayatı daha anlamlı hale getirmek, en masrafsız yol gibi gelmektedir. Aksi de mümkündür ama faturası ağırdır. İsyanları oynayabilirsin. Egosentrik hava basabilirsin. Azrail ile dans etme zamanın gelinceye kadar bu imkanın da var. Tabii ki sonucuna katlanmak pahasına... Her şey, hitama erdiğinde 'cart-curt' etmek yok. Veya 'keşkelerin' ile kafa ütülemek de yok. 'Estek oldu, köstek oldu, yana yattı, çamura battı...' gibi mazeret ayakları da pirim yapmaz o zaman.

  

Anasayfa l Editörden l Künye l Kültür - Sanat l Röportaj l Adres Çubuğu l Arşiv l E-Mail