16 MART 2001




Cemal ŞAKAR

cemals@edebistan.com









Başında hacdan getirdiği takkesi ve yan pencereden esen yele kapılmış sakallarıyla mutlaka karenin tam ortasında olmalı. Elinde falçete, masanın yanında sallanan masat. Savatlı kamçı sanki başının üzerinde duruyor gibi çıkmalı. Sehpanın üzerinde bir yığın kesilmiş, biçilmiş deriler. Sağ yanında koşum takımları, duvarın badanası bunlardan görülmemeli. Sol yanında ise eyerler. Yerde onarılmayı bekleyen semerin üzerine atılmış, lâcivert ve kırmızıya boğulmuş bir yağcıbedir halısı, seccade olarak kullanılan... Kapının arkasında duran ibriği nasıl alacaktı kareye. Hemen sağ yanında duran zembilinde neler vardı acaba?




SAATLİ MAÂRİF TAKVİMİ

Çaylar geldiğinde, poşete koyduğu fotoğraf makinesini dikkatlice ayaklarının dibine bıraktı. Kesme şekerini ikiye böldü, birini çaya, diğerini ilişiverdiği küçük masanın üzerine koydu. Aylar sonra geldiği dükkâna göz atmak istiyor, nedense gözlerini, karıştırıp durduğu çaydan alamıyordu. Oysa bu kez hazırlıklı gelmişti. Ödünç bir dolgu flâşı bile bulmuştu. Hızlı hızlı yürümüştü. Kendince son değerli görüntüleri kaydetmek istiyordu. Baldırlarına kadar çamur sıçrattığını fark etmiş ama önemsememişti. Kuruyunca çitileyecekti.

"Son geldiğinde nelerden söz etmiştik." O, buraya ilk geldiğinde henüz tomurcuklar patlamamıştı. Onda oğlunun sıcaklığını bulmuştu. Oğlunu düşündü; sarı, düz saçlarını, seyrek sakallarını. Bir kez olsun saçlarını, sakallarını okşayamamış, sevgisini dışa vuramamıştı. Sanki sevgi oğluyla arasında asılı kalmıştı. Mart soğukları mıydı! Taziye için gelenler... Dükkânında nefes alamaz olmuştu.

Çaydan ilk yudumunu alıyordu. Gözlerini saraçtan yana çevirdi, savatlı kamçı duvardaki yerinde duruyordu, gümüşü kararmaya yüz tutmuş.

"Zamandan. Onun yıpratıcılığından, çürütmesinden." Aksırarak genzini temizlemeye çalıştı. Sigaradan mı, çayın burukluğundan mı, sesi bir tuhaftı.

"Gerçekten öyle midir? Düşündün mü?"

Çayı ılımış, kalanını bir defada yudumladı. Ama o, bu kez konuşmaya değil, fotoğraf çekmeye gelmişti. Çocukluğundan beri önünden geçerken, dönüp bakmadan edemediği bu dükkânın; elinde falçete, loş aydınlıkta başını kaldırmadan önündeki deriyi işlemeye çalışan bu ihtiyarın bol bol fotoğraflarını çekmek istiyordu.

"Düşündüm. Elbette öyledir."

Zaman çürütür, yok eder, diyecekti. Maksadını açabileceği altın bir fırsattı. Onun için her şeyin belgelenmesi gerek, yarınlara taşınması için, diyecekti. Söyleyemedi. Bir türlü sesini bulamıyordu. Sustu.

"Bir çay daha?" Falçetenin keskin ucunu işlediği derinin altına soktu. Ayağa kalktı. Önlüğündeki kırpıntıları hemen olduğu yere silkeledi. Kapıya yöneldi.

"Durun, zahmet etmeyin. Ben söylerdim."

Kapıdan çıkmıştı bile, yaşından umulmayan bir çeviklikle. Diafon kullanmıyordu. Sorduğunda, çay ocağı hemen iki aralık üstte, demişti. Ayaklarını önündeki sehpanın biraz daha altına doğru uzattı. Ayakkabılarındaki çamur poşete bulaştı. Sandalyede sağa sola kıpırdandı. Şimdi daha rahattı.

Başında hacdan getirdiği takkesi ve yan pencereden esen yele kapılmış sakallarıyla mutlaka karenin tam ortasında olmalı. Elinde falçete, masanın yanında sallanan masat. Savatlı kamçı sanki başının üzerinde duruyor gibi çıkmalı. Sehpanın üzerinde bir yığın kesilmiş, biçilmiş deriler. Sağ yanında koşum takımları, duvarın badanası bunlardan görülmemeli. Sol yanında ise eyerler. Yerde onarılmayı bekleyen semerin üzerine atılmış, lâcivert ve kırmızıya boğulmuş bir yağcıbedir halısı, seccade olarak kullanılan... Kapının arkasında duran ibriği nasıl alacaktı kareye. Hemen sağ yanında duran zembilinde neler vardı acaba?

İkindi sonraları, müşteri çarşıdan yavaş yavaş elini çekmeye başlardı. Yol hazırlıklarını tamamlayamayan birkaç yolcu belki alışveriş telâşında olurdu. O vakitler, şimdi delikanlının oturduğu taburede nalbant Arnavut Salih otururdu. Karşısında keçeci Pomak Hüseyin olurdu. Ara sıra nalbur Boşnak Mehmet de katılırdı onlara. Ustamın yokluğunu hissettirmemeye uğraşırlardı. Beni hayata hazırlamak için uzun sohbetlerini dükkânımda yaparlardı. Avlunun serinliği, yere dökülen dutlardan nasiplenen karıncalar dükkâna üşüşürdü. Uzun, ezik, yanık göç hikayeleri yatsıya kadar anlatılırdı: geride kalanlardan bir daha haber alınamamıştır, oralardan getirilebilen kimi küçük eşyalar artık çocukların, torunların çeyiz sandıklarındadır, sadece zanaatları vardır karın doyuracak, bir de sebze bahçeleri. Bazen benim Yörüklüğüme takılırlardı, 'Bre koca Yörük senin elin bu falçeteye yakışmaz be.' Onların yokluğu şimdi benim yalnızlığımı arttırıyor. Artık her falçeteye uzandığımda zaman elimi kanatıyordu. Hayatın o ânı da yaşandı ve gitti. Bunlar şimdi benim yüreğime hicrandır. Ama onlar olmayınca rüzgârlarını yitirmiş tomurcuklar gibiyim. Aman, dilimin yâdından düşmesinler. 

İbrikle abdest almaya gitti.

"Eskiden ikindi sonraları mutlaka bu camide beş-on çocuk olurdu. Ellerinde Elifba, birileri onlara yeni bir dil öğretmeye çalışırdı." Delikanlının bir ân Kuran okumayı bilip bilmediğini düşündü. Sormadı. 'Biliyordur, biliyordur' diyerek içini ferah tuttu.

İki saflık cemaat çoktan dağılmıştı, birçoğu birbiriyle selâmlaşmadan. Onlar şadırvanın etrafındaki taburelerde oturakalmışlardı.

"Bak, bu taburelerin demir ayaklarını, şadırvanın üstündeki muhafazayı, bizim nalbant Arnavut Salih yapmıştı. Nalbanttı ama elinden hiçbir demir işi kaçmazdı."

Delikanlı eğildi, oturduğu taburenin küflenmiş ayaklarına baktı. Muhafazaya hızla göz gezdirdi. 'Çocuklar ellerini suya sokmasınlar diye yapılmış olmalı,' diye düşündü.

"İsterseniz yavaş yavaş dükkâna doğru yürüyelim." Dükkânda ne yapıp ne edip konuyu fotoğrafa getirecekti.

Saraç caminin beton çevre duvarlarına geldi. Durdu. Geri döndü.

"Şurada, şimdi avlunun dışında kalan koca koca dükkânların olduğu yerde ulu bir çınar vardı. Şadırvanın sol tarafında ise çitlembik. Bu durduğumuz yerde sıska bir akasya. -sahi ne çok akasya vardı bu şehirde, o ağacı sevmediğini anımsadı- Dükkânlar ahşaptı. Hepsi sanki sarmaşıkların, hanımelilerinin ardına saklanmışlardı." Yüreği başka vadilerde uçuyordu. Uzak diyarlardan gelenlerin anlattığı eski, çok eski hikayeler vardı, yüreğinin bir yanında. Cennet, melekler, ailesi, dedeleri, çok eski hikayelerden tanıdığı büyük dedeleri, yüreğinin bir yanında.

Basamakları dura dura iniyordu, elleriyle dizlerine destek vererek. Delikanlı koluna girmek istiyordu. Cesaret edemedi.

"Bu merdivenler beni öldürüyor. Düz yolda hiç zahmet çekmiyorum."

Yüreğin kondurmayan yanı geldi delikanlının aklına. Gizli bir tebessüm, dudaklarını saklamaya çalıştı. Saraçın koluna girdi.

"Sağol." Şimdi daha iyiydi. Merdivenler bitince derin bir soluk aldı. Belini doğrulttu. Artık, otomobillerin izin verdiği ölçüde rahatça yürüyebilirlerdi.

"Bu canavarlar benim hızımı kesiyor. Karşıdan karşıya geçerken bir türlü geliş hızlarını kestiremiyorum. Bazen dakikalarca beklediğim oluyor, daracık kaldırımlarda. Esnaf da sanki müşterinin gözüne sokarcasına malını yığmıyor mu kaldırıma... Eskiden evlerin, dükkânların içi harîmdi. Dükkânlara baktığınızda içerisini göremezdiniz. Dip tarafta gözleri loşluğa alışmış ustalar, ellerinin aydınlığında görürlerdi işlerini."

"Hemen dükkânıma gidelim. Onun dışındaki her şey bir uğultu benim için." 

En üst basamakta durmalı saraç. Arkasında şadırvan, tabureler ve muhafaza mutlaka çıkmalı. Küflenmiş ayaklar, tepe noktasından ayrılmaya başlayan muhafazanın telle tutturulmaya çalışılması bir şekilde verilmeli. Hem bu ayrıntılar fotoğrafa bir başka derinlik de kazandırmış olur. Cami, çatısına kadar tüm heybetiyle fonda yer almalı ve tam çerçeveye oturmalı. Şadırvan, kapıda sallanan Yörük kilimlerini kapatmamalı. Elinde cüzlerle koşuşturan çocuklar karenin hemen solunda yer almalı, fotoğraftan dışarı çıkmak üzereymişler gibi. Saraç tam objektife bakmalı, gözlerindeki o uzak bakışlar, kareyi delip özlediği yerleri görüyormuş hissi uyandırmalı.

Saraç da göçünce buraları böyle kalmayacak. Belki de ondan sonrası bir masala; nesilden nesile hep eksilerek, hep büyüsü bozularak aktarılacak bir masala dönüşecek. Asteğmenliğimi beklediğim şu aralar, bana kendini katan bu şehrin kaybolan yanlarını bir masala dönüşmeden belgelemek istiyorum. Onlarca kare çektim: evler, bugünkü evlerde olmayan ayrıntılar; tek tük sokaklar, otomobillerin giremeyeceği kadar dar ve asfaltlanamamış; bir tek han, artık kahveye dönüşmüş, odaları insan ağırlamayan; hamamlar, mazotla ısınan, külhanında beylerin olmadığı; portreler, düne ait izlerin silinmediği. Tüm kareler yan yana gelince bir fotoğraf tamamlanacaktı. Sadece o zamanların çarşı hayatına dair karelerim eksikti. Artık ne nalbant, ne kalaycı, ne bakırcı vardı. Yakın kasabaları da gezmiştim. Bulamadım. Bir tek bu saraç vardı. Çocukluğumda da vardı. O da göçmeden...

"Bak güneş yine batıp gidecek."

Gitti duvarda asılı duran Saatli Maârif Takvimine baktı. Gündönümünü haber veriyordu.

"Yaklaşan şeylerden başka nasıl haberimiz olabilir ki."

Yine işlendiği masadaydı işte.

"Eskiden yaşam daha kolaymış. Şehir insanlar için tanzim edilirmiş. Hayat insanlarla birlikte akıp gidermiş." Delikanlı bir tepki alabilmek için saracın gözlerine baktı. Şimdi, karelerle kurduğu şehre ait tüm görüntüleri getirip saraca göstermek istiyordu. Uzun aramalar sonucu bulabildiği birkaç ev, tek tük sokaklar, bir han ve birkaç hamam. Hepsi eksikti. Yarın, yarım kalan yanlarını da alıp götürecekti.

"Bırak bunları, aslolan nereye geldiğimizdir. Şu üst taraflar, derenin karşı yakaları bağlık bahçelikti, oranın yeşilliği baharda neler katardı şehre. Şimdi baharı nerelerde bulacağız. Bırak bunları. Bırak. Bunlar beni dilhûn ediyor."

Üç tarafı apartmanlarla çevrilmişti. Dükkânın önünden geniş bir cadde geçmişti. 'Ne yapacaklar bu kadar geniş yolu demişti ilk zamanlar.' Yol mu daraldı, insanların yüreği mi! Kaç kez gelmişlerdi, 'illâ dükkânı ver, yan arsalarla birleştirip büyük bir iş merkezi yapalım,' diye. Ona yine bir dükkân ve iki daire verilecekti. Buradaki her şeyin kendinden bir cüz olduğunu anlatacak bir dil bulamamıştı: Beni alın, bölün, bölün, bu dükkânı bulursunuz; buradakileri alın, toplayın, toplayın, beni bulursunuz, diyememişti gelenlere. Sadece 'olmaz,' diyebilmişti. Olmaz.

"Sizi yaralamak istemedim. Sadece sizi tanıdığım gibi, yarın oğullarım, torunlarım da tanısın istiyorum. Bir zamanlar bu hayatta, sadece kendi ortaya koydukları ile yaşamını sürdüren insanlar vardı, işte belgeleri diyebilmek istiyorum." Şehrin düne ait yanlarını zamandan ve mekândan soyutlayarak; gelen günlerin saldırısını görmezden gelerek çekmişti. Evlerin içlerinden insan sesleri gelmiyordu. Sokakta çocuklar oynamıyordu. Cami avlusunun beton zeminini görmemek için çerçevelemeyle az uğraşmamıştı. Avluda ağaçlar, dükkânlar, çay ocakları yoktu. İhtiyarlar bir bankaya ait bir bankta ezan bekliyorlardı. Han odalarında, ne amelelerin ekmek kırıntıları, ne yolcuların âh'ları...

Paçalarına sıçrayan çamurun kuruduğunu fark etti, poşete bulaştırdıkları da.

"Yaşamak sadece canı kafeste tutmak değil mi?"

Falçeteyi masata sürttü. Az önce bıraktığı deriyi eline aldı. İlk kez elinin titrediğini gördü. Ya daha önceleri! Ustası 'hadi bakalım,' dediğinde yüreği pır pır etmişti, elleri titremiş miydi acaba?

"Bize ne kalacak, her şey sele kapılmış gibi."

Delikanlı hüznünü dışa vurmaktan korktu. Okulda, 'duygularınızı kalbinize gömün, orada biriksin, sadece fotoğraflarınıza vursunlar, oraya taşsınlar,' demişlerdi.

"Kumlar yeter."

Bir kare de karşı kaldırımdan çekecekti. Sadece bu dükkân olacaktı. Apartmanlar, otomobiller, elektrik ve telefon kabloları, rengârenk tabelâlar, balkonlara asılmış çamaşırlar, yerdeki çamur, ara ara yağan yağmurlar olmayacaktı bu karede. Zamandan ve mekândan koparılmış, ebedî bir şimdiki zamanı yaşayan, yaşatan sadece bu dükkân olmalıydı. İçeriden cama asılmış hamutlar, paldımlar, dizginler, yularlar, at gözlükleri, eyerler ve semerler. Bir de annesinin tüm çekiştirmelerine rağmen dönüp dönüp dükkâna, elinde falçete başını kaldırmadan önündeki deriyi işlemeye çalışan bu ihtiyara bakan bir çocuk belki.

Delikanlı kapının kasasına yaslanmış son bir söz aranıyordu.

"Bir zaman sonra her şey bir masala dönüşür. Sen oğullarına, torunlarına zamanın bozamadığı, yıpratamadığı bir masalı anlat. Bırak. Gerisi bir masal."

Saraç yerinden kalktı.

'Artık yaşanamaz bir hayatın karelerini sizinle bir araya getirmek istemiştim. Elimdekiler sanki bir yap-boz, bir türlü yerini bulamayan onlarca parça; sizde olanı bana vermedikçe bir araya gelmeyecek.' Delikanlı hüznünün sesine yansımasından korktu. Kendini nasıl bırakacaktı.

Sağ elini delikanlının omzuna koydu.

"Caminin avlusundayken fark ettin mi, ne ağaçlar, ne çocuk sesleri, ne insanların eskittiği taşlar... hiçbiri yoktu. Ağaçlar kesilmiş, taşlar betonla kaplanmış. Bir ben vardım orada, senin kurmaya çalıştığın şehre ait. Tek başına merdiven basamaklarında duran yabancı bir adam."

Caddenin uğultusu sesini bastırıyordu.

"Ne diyecektin çocuklarına: benim son ânına yetiştiğim, sizin hiçbir zaman göremeyeceğiniz bir mesleğin son taşıyıcısıydı. Dükkânı bir yara gibi geniş caddeye kanayıp duruyordu."

Sustu.

Delikanlıyı yaralamaktan korktu.

"Hayırlar taşı yanında."

Esenlik Zamanları'ndan...


Ana Sayfa l Editör'den l Künye l Kültür-Sanat l Netleşi l Adres Çubuğu l Oyun l Arşiv l E-Mail