2006 senesiydi. Bitlis'in sevimli bir kasabasında öğretmenlik yapıyordum. O yıl bütün okulların bahçelerine çocuk parkı kurulması kararı alındı. Ve diğer okullarda olduğu gibi bizim okulun bahçesine de bir salıncak, bir kayacaktan oluşan küçük, portatif bir oyun parkı kuruldu.
Kasabadaki çocuklar ve okuldaki öğrenciler bu salıncağı o kadar çok sevdiler ki; ders aralarında öğrencileri salıncağın yanından alıp derse sokmak nöbetçi öğretmenler için bir hayli zor oluyordu. Çocuklar salıncak için ölesiye kavga ediyorlar, her gün birinin burnu kanıyor yahut kafası yarılıyordu. Buna rağmen çocuklar salıncağa binince sanki at koşturur gibi, sanki dünyanın durgun olan her şeyiyle savaşır gibi sallanıyorlar; ufacık salıncağı adeta ters döndürürcesine mahmuzluyorlardı.
Tek bir salıncak kasabanın çocuklarına yetmiyor; salıncağa binmek için kalabalık arasında uzun uğraşlar verdiği halde salıncağa binemeyenler hüzünlü bir şekilde orayı terk ediyorlar veya öğretmenler tarafından; "yeter artık yaptığınız salıncak kavgası, hadi evinize" denilerek kovuluyorlardı.
Bir sonbahar akşamı yorucu geçen bir günün ardından eve dönüyordum. Kasabalı evine çekilmişti. Sokaklarda kasanın uzağından bulanık halde gelen köpek havlamaları ve rüzgârın uğultusundan başka kulağa gelen bir şey yoktu. Yatsı ezanı okunmuş, gece ilerlemişti. Ortalık zifiri karanlıktı. Okulun yakınından geçerken okulun bahçesinden "gacır, gucur" sesler geldiğini fark ettim. Dikkat kesildim. Gecenin bu vakti kim var bahçede ve ne yapıyor diye meraklı adımlarla bahçeye girip baktım.
Gecenin koyu karanlığında, çok uzaklardan yansıyan sokak lambalarının soluk ışığıyla fark edebildiğim manzara beni şaşkına çevirdi. 9-10 yaşlarında bir çocuk, salıncağa binmiş, müthiş bir ahenkle sallanıyordu. Kimseler rahatsız etmiyordu. Bu sallanış ona öyle bir mutluluk vermişti ki; karanlık, korku, yalnızlık denen şeyler onun aklına bile gelmiyordu. Tek başına uçarcasına, bütün tutsaklıklarından kurtulmuşçasına sallanıyordu. Adeta; "dünya umurumda değil, benim dünyam budur, ve bak, ne güzel de dönüyorum" diyordu. Bütün gün salıncağa binmek için verdiği uğraşların karşılığını alıyor, keyifle sallanıp duruyordu. Hiçbir şey söylemeden oradan uzaklaştım. Arkamdan salıncağın paslanmış demirine sürten zincirinin gacır gucur sesleri uzun bir süre daha gelmeye devam etti.
Sonbahar ilerlemiş, kış yaklaşmıştı. Okulun pansiyonunda nöbetçiydim. Odamın camına vuran sert yağmurun sesi ve rüzgârın insan bağırtılarına benzeyen uğultusu ile uyandım. Öğrenciler uykudaydı ve sabah ezanının yankısı karşı dağlardan dönüp gelmemişti henüz. Pencereden dışarıya baktım. Dışarıda müthiş bir fırtına vardı. Sanki yer gök inliyor, yağmur hani derler ya bardaktan boşalırcasına yağıyor, televizyon haberleri doğu illerinde aşırı yağmurdan dolayı otuz iki kişinin sele kapılarak can verdiği ile ilgili haberleri heyecanla duyuruyordu. İçimden; "Allah bu havada dışarıda kalanlara, evi barkı olmayanlara yardım etsin" diye dua ettim.
Doğmaya hazırlanan güneş nazlı ışıklarını dünyaya salmak üzereydi. "Dışarılarda bir problem var mı acaba, bu havada dikkatli olmak lazım, gidip bir dolaşıp göz atayım ortalığa deyip yürüdüm. Dış kapıyı araladığımda yüzüme çarpan rüzgâr ve yağmur arasında zoraki etrafa baktım. Gözlerime inanamamıştım. Yine 9-10 yaşlarındaki iki öğrenci karşılıklı olarak salıncağa binmiş, sallanıyorlardı. Binmiş derken; her ikisi de ayaktaydı ve ellerini zincire aynı noktadan kenetlemişler, bazı yörelerde "tahtalı" denen çift taraflı salıncaklarda olduğu gibi sırayla salıncağı hızlandırarak birlikte sallanıyorlardı. Ben üzerime bir şeyler alıp su birikintilerine batıp çıkarak güç bela salıncağın yanına geldim. Tam çocuklara "yahu manyak mısınız, bu yağmurda sallanılır mı, gidin evinize, sabahın köründe rüyanızda mı gördünüz salıncağı, hasta olacaksınız, sonra derslerde öksürüp duruyorsunuz, zaten kıyafetleriniz de incecik, anneniz, babanız bir şey demiyor mu size..." gibi cümleleri saymak için hazırlanıyor; yüzüme çarpan ve adeta yüzümü kesen fırtınaya ters durayım ki seslerimi duyabilsinler diye düşünüp konuşabilmek için kendimi dengede tutmaya çalışıyordum ki sallanan bir öğrenciden gelen ses bütün cümlelerimi altüst etti.
- Hocam, siz de sallanacak mısınız, inelim mi?
"Bir daha çocukların işine karışmayacağım" deyip çorabıma kadar dolan sularla birlikte odama döndüm.
2006 senesiydi. Bitlis'in sevimli bir kasabasında öğretmenlik yapıyordum. O yıl bütün okulların bahçelerine çocuk parkı kurulması kararı alındı.
gerçekten çok güzel olmuş..okurken kurduğun cümleler benide alıp götürdü çocukça mutlulukların yanına..salıncağın tepesinde buldum birden kendimi...sallandım..sallandım...ve hikayeni bitirene kadar hiç inmek istemedim..eline ve yüreğine sağlık...selam ve dua ile
okurken çok haz aldım. ben de bir zamanlar elazığda bir yatılı okulda öğretmanlik yapmıştım. bana o günlerdeki anımı hatırlattı. olayı çok güzel betimlemişssiniz. tebrik ederim. keşke bu hikayeyle eğitim bir sen'in öğretmenlik anıları yarışmasına katılsaydınız.bu hikayenizi daha önce sayhada da okumuştum, yine büyük bir haz vermişti bana. daha nice yazılar dileğiyle başarılar.