Abdullah Harmancı, 1974 Konya doğumlu. İlk ve orta öğrenimini öğretmen olan babasının atanmaları sebebiyle Kıbrıs'ta, Sivas'ta, Karaman'da, Konya'da yaptı. 1992 yılında Konya İmam Hatip Lisesi'ni, 1996 yılında Konya Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi.
İlk hikâyesi 1995'te Dergâh'ta yayınlandı. Dergâh'ın yanı sıra Jurnal, Kırklar, Hece, DüşÇınarı gibi dergilerde hikâyeler ve hikâye yazıları yayınladı. İlk hikâye kitabı "Muhteris" (Timaş) 2002'de yayınlandı.
"Muhteris"i ve yakında yayınlanacak olan ikinci hikâye kitabını konuşmadan, daha öncesine gidelim. Edebiyatın ve "yazı"nın perdesini aralayışına...
Faulkner, "Başarısız şairler hikâye yazar, başarısız hikâyeciler roman..." demiş. Bendeniz halen hikâye yazdığıma göre, henüz başarısız bir şair olduğumu kabullenmekle yetineceğim. İşe şiirle başladım fakat öyle bir zaman geldi ki, şiirin gerektirdiği yoğunluğu yaşamım boyunca idame ettiremeyeceğimi düşündüğüm için, -şimdi anlıyorum ki benim saçmasapan kuruntularımdan biriymiş bu- yol yakınken şiirden vazgeçmeye karar verdim. Hece vezniyle, Necip Fazıl'a özenerek yüzlerce şiir yazmıştım ve işin ilginci bunları Karaman'ın ve Konya'nın mahalli gazetelerinde yayınlamıştım. Şiirden vazgeçtikten sonra müthiş bir karamsarlığa kapıldığımı hatırlıyorum. Edebiyat sahasında "yeni" olarak yapılabilecek bir şey kalmamıştır, yapılacak her şey yapılmıştır... düşünceleriyle yaşama umudumu yitirmiş bir biçimde, öyle, bir şeylerin olmasını beklerken, beni yaşama yeniden bağlayan bir gelişme oldu ve bir gün abimin (Mehmet Harmancı'nın) elinde bir hikâye kitabı gördüm. Burada bir parantez açarak, bu örnekte olduğu gibi, entelektüel anlamda pek çok yazarı pek çok sanatçıyı, abimin eve getirdiği dergi ya da kitaplarla tanıdığımı söylemek zorundayım. O tam bir mütecessis ise ben hımbılın tekiyimdir. O durmadan eve bir şeyler getirdi ve ben, karşıma çıkan bu yeniliğe önce belli bir mesafe ile, dünyamın yıkılmasından korkarak yaklaştım, sonra da müthiş bir iştahla o kapıdan içeri daldım. Fakat ben daima uğraştığım iş her ne ise sadece onunla uğraşmam gerektiğini, kendimi bütün gücümle o şeye vermem gerektiğini düşünmüşümdür. Yani bu noktada ayrılıyoruz abimle. Bunun sakıncaları da var, biliyorum. Ancak ben bir çok şeyi böyle böyle hal yoluna koydum. Parantezi kapatacak olursak, abimin elinde gördüğüm hikâye kitabı bende garip bir etki doğurdu. Kitapta yepyeni bir şey vardı ve ben henüz yapılabilecek yeni şeylerin olduğunu, öyküye sıkıca sarılmam gerektiğini düşündüm. Bir başlama gücü buldum ruhumda. 90'lı yılların başıydı. Uzun süre yığınla hikâye kitabı okudum. Tomris Uyar'dan bir metnin okuyucu için bırakması gereken boşluklar olduğunu öğrendim. Parça parça yazıp da bir bütüne ulaşmayı... Tarık Buğra adeta kalbini çıkartıp da yazıyordu. Samimiyet... onda olan buydu. Rasim Özdenören bir şeyi doğrudan doğruya söylemeyip sanat eserinin çok fazla gereksindiğini düşündüğüm derinliği, yoğunluğu başarıyla yakalıyordu; bu benim için önemliydi. Hâlâ da kafa yorduğum şeydir bu. Mustafa Kutlu kelimeleri, nesneleri, bitkileri, çiçekleri sıralarken bir şiire ulaşıyordu. Ayartıcı bir etkisi vardı. "Dürbünlü Çiçek" bu anlamda bir zirvedir. Birkaç kelime söyleyip gerçek bir atmosfer oluşturuyordu. Kısa cümlelerinin etkisinden kurtulabilmek zordu. (Ve ben şu an için pek çok genç arkadaşta, ve hatta kendi metinlerimin bir kısmında bu kısa cümlelerin rayihasını bulup endişeleniyorum.) Yourcenar'ı okuduğum zamansa yaşadığım tam bir şoktu. Düzyazı ile şiire ulaşmak bu olsa gerekti. Onda taa ciğerinize dokunan bir şey vardı. Sadık Yalsızuçanlar da karşıma çıkan menzillerden biriydi. Çarpıcıydı. Özellikle ilk kitaplarındaki "gergin cümleli" metinlerini defalarca okudum ve sindirmeye çalıştım. Diyeceksiniz ki bu yazarlar bu kadar mı, ya da bunlardan mı ibaret... Ben bunları söylüyorsam onlardan ne aldığımı ya da onlarda neyi bulduğumu açıklamış oluyorum. Çok daha fazlası da söylenebilir, bulunabilir elbette. Her neyse... Daha nice imzayı, beğenerek ya da eleştirerek nice imzayı heyecanla okudum, bir taraftan da bir humma içerisinde hikâyeler yazdım. Ellerim titreyerek yazıyordum. Ayda beş altı hikâye yazıyordum. Suyun altı doluyormuş meğer, yani yırtılıp atılacak ama bana bir payandalık yapacak metinlermiş onlar. Yırtıp atmadım gerçi. Benim böyle bir alışkanlığım olmadı hiç. Tüm yazdıklarım bir yerlerde saklı durmaktadır.
Yayınlamayı düşünmedin mi peki o hikâyelerini?
Sütten ağzım yanmıştı, fakat üflediğim şey de yoğurt değildi. Yeniden yakabilirdim ağzımı. Derken bir gün, yani 12 Aralık 1994 günü Dergâh'a bir hikâye gönderdim. İlk kez bir yere hikâye gönderiyordum. Hikâye Dergâh'ın Ocak 1995 tarihli nüshasında yayınlandı. Hayatımda hiçbir şeye o kadar sevinmedim. Bu durum, Konya'nın kitapçılarına gelip giden ve edebiyatla ilgilenen insanlar arasında çok olumlu tepkilere sebep oldu. Ama şu var ki, Dergâh'ta ikinci kez hikâye yayınlatabilmem için aradan bir buçuk yıl geçmesi gerekti. Dergah'ın ya da kimi edebiyat dergilerinin neden bu kadar prestij sahibi olduklarının en keskin açıklaması burada sanırım. Daha sonra, Ertuğrul Fındık'la Akif Kuruçay'ın "Jurnal"inde, Çerağ'da, Aşiyan'da, Gülyağmuru'nda, Yedi İklim'de, Kırklar'da, Düş Çınarı'nda ve Hece'de de öyküler yayınladım. Bunların bir kısmı kapandı. Bir kısmında hâlâ yazıyorum. Şunu mutlaka söylemeliyim : Felanca dergide yazarım, filanca dergide yazmam, gibi şairlerin yazarların pek önemsedikleri meseleleri hiç mesele yapmadım. Önüme gelen her yerde gözükmek gibi bir derdim de yok. "Gözükmek" başlangıçta saplandığımız ama zamanla aştığımız bir şey. Bunları mutlaka söylemem gerektiği için söylüyorum. Benim hiçbir "ada" ile, dergi ile, topluluk ile, çete ile, kimse ile, kurum ile "davam" olmadı. Bununla herkesi onayladığımı söylemek istemiyorum elbette.
Tam da buradan, "Muhteris"e geçebiliriz. Çünkü "Muhteris"in azımsanmayacak bir bölümü edebiyat dergilerinden, şiir gecelerinden, edebiyatçılardan bahseden hikâyelerle dolu. Neler diyeceksin?
Kişinin işi ne ise düşü odur, demişler. Kelimelerle örülü bir dünyamız var. Yeni çıkan kitaplar, dergiler, filanca yazar hakkında yazılanlar, felancanın yeni öyküleri, feşmekâncanın polemikleri... derken, dünya gerçekliğinden ciddi bir biçimde koptuğumuzu uzun uzun anlatmaya gerek yok. Yazıp çizen insanlar bunun ne demek olduğunu çok iyi bilirler. Bu dünyayı etrafımıza biz ördük. Bazen düşünüyorum da. Annelerimizle, babalarımızla, işyeri arkadaşlarımızla -gerçekten- paylaştığımız hemen hiçbir şey yok. Onlarla beraberken "normal insan" rolü yapmaktan bir hal oluyorum. Tabiatıyla bu durum yazdıklarıma da yansıdı. Bence yansımasaydı o zaman garip olurdu. Çünkü ben böyle bir hikâyeciyim. Yaşadıklarım çarçabuk girer yazdıklarıma. Bunu derken, kendimden başka bir şey yazmıyorum, demek istemiyorum elbette. Hikâyecinin ya da romancının "başkasını" yazmaya başladığında yazmaya başlamış olacağına dair genel bir kanaat vardır. Kuşkusuz doğrudur. Ve bu ilk kitaba girmeyen, nasip olursa ikinci kitabımda toplamayı düşündüğüm hikâyeler başkasını anlatma konusunda sanırım daha başarılılar. Sözgelimi, Kırklar'ın 25. sayısında yayınlanan "Nafile" iç huzurunu insanlardan uzaklaşıp sessiz sedasız bir hayat yaşayarak sağlamayı düşleyen bir mümin ihtiyarın -ki Konyalılar "hacıemmi" derler- belki de hayat mücadelesini terk etmekle hata yaptığını düşünmesini ve "iki ara ile bir derede" kalışını anlatmaya çalışıyor. Yani "başkası"nı...
Ya da "Asâ"...
"Asâ" da öyle. Kendisinde şifa bulacağından emin olan mürşidini ararken aklını yitiren bir genci anlatıyor. Ancak bu hikâye için tamamen "başkası"nın anlatısıdır demek mümkün değil sanırım...
Aklını yitirme meselesi başka hikâyelerinde de var...
Mesela "Ermiş"te... Fakat bu durum, yani akıl yitirme meselesi, benim hikâyeleri yazarken ya da yazmadan önce öngördüğüm bir şey değildi. Ani bir biçimde ortaya çıktı. Delirmek, bana daima, intihar etmekten çok daha gizemli gelmiştir. Belki de intihar edenlerin bu işi gerçekleştirdikten sonra aramızdan ayrılmalarına karşılık, delirenlerin delirmeleriyle birlikte aramızda yaşamaya devam etmeleridir bunun bir sebebi. Ve tabii, intihar, çoğunlukla iradi bir eylemken, delirmek daha çok saplandığımız bir balçık. Gerçekliğin yitirilişi yahut gerçekliğin değişimi. Hikâyelerimde kahramanların deliriyor oluşlarının teknik bir açıklaması da olabilir. Hikâyenin ya da romanın bitebilmesi için kahramanın ölmesi, kaybolması veya çıldırması gerekiyor olabilir. Kahramanlarımı bu yüzden delirtmiş de olabilirim. Fakat tabii öldürmek ya da kaybetmek varken neden çıldırttığım da sorulabilir.
Muhteris'in biçimsel yapısı hakkında neler diyeceksin? En çok bu nokta üzerinde duruldu.
Galiba 1996 yılıydı. "Tosba" adıyla bir hikâye yazdım. Bu hikâye o güne kadar yazdığım hikâyelerden ayrılıyordu. Oysa ben içimden geldiği gibi, öyle gümbür gümbür yazıştım. Yani bir maksatla değil. "Tosba" her şayi mahvetmişti. Yani iç huzurumu kaybetmiştim. Tam bir kırılmaydı çünkü bu. O güne kadar yazdıklarımı yok sayıp bu yepyeni yoldan mı yürüyecektim? Tabii benim yazı serüvenim içindi bu yepyenilik... Uzun seneler büyük tereddütler geçirdim. Zira "Tosba"nın arkası gelmişti. Ne tarafa yürümeliydim? Muhteris'te bu tür metinler yer aldı. Fakat ben diğer hikâyelerimden de vazgeçmedim. Kendimi şu noktada sabit kalmalısın, gibi bir zorlamaya tabi tutmayacağım. Muhteris'te düzgün cümleler kurmaktan sıkılmış bir yazarın yeni bir dil arama kaygıları var. Ama bunu uygulayıp duracak değilim. Ben dilin imkanlarını zorlamak, ben bu fotoğrafa bir de tersinden bakmak kaygısını taşıdım. Halen de taşıyorum. Fakat dilin yeknesaklığını bozmanın tek yolu Muhteris'te ortaya koyduğum metinler değil elbette. Demek istiyorum ki, ben de her sanatçı gibi, başından beri olmakta olandan ötesini kurcaladım, olabilecek olana ya da olabileceğine inandığıma doğru bir hamleydi bu. Zira ben de her sanatçı gibi elimdeki fırçanın hayalimdeki renkleri fışkırtmasını istemiş fakat her seferinde o fırçadan umduğumdan daha azının fışkırdığını görerek üzülmüşümdür. Bir hikâyeyi yeni yazdığınızda o fırçadan çıkan renklerin tam da tahayyülünüzdeki gibi olduğunu görür ve bir coşkuya kapılırsınız. Fakat bu coşku kaç gün sürer? Yahut kaç saat? Özellikle sanatçının kendisi için kaç saat? Yourcenar'ı böylesine şiirli bulan benim. Bir de kendisine sormak gerekirdi. Eminim yazmayı tahayyül ettiği metinlerden, fışkırtmayı beklediği renklerden bahsedecekti. Ben Cemal Süreya'nın şiirlerini baştan sona okuyor ve "Vay ulan vay!" diyorum hayranlıkla. Halbuki Cemal Süreya'nın aynı şiirlerin kimileri için çok olumsuz şeyler düşündüğünü biliyoruz. Sanatçıyı tepeye doğru fırlatan da bu değil midir? Muhteris bir menzildi. Ama Allah ömür ve kudret verirse ulaşmayı ve sonra geride bırakmayı düşündüğüm daha nice menzil var.
Ben dümeni kırıp farklı bir noktaya geçeceğim. "Konya" giderek hikâyelerinde somutlaşmaya başladı. Bunu sanki bilinçli olarak yapıyormuşsun gibi bir hisse kapılıyor insan...
Bunlar sadece bir "bahis"... Yani Konya'nın Meram'ından, Kayalı Park'ından, Alaaddin Tepesi'nden, İnce Minare'sinden bahsetmek hoşuma gidiyor. Fakat o kelimelerin yerine Türkiye'nin herhangi bir şehrinin herhangi bir caddesini de koyabilirsiniz. Hiçbir şey değişmez. Ancak bazı okuyucuların bu kadarını bile ilginç bulduklarını gördüm. Bunu da anlamak zor değil. Çemberlitaş, Kadıköy İskelesi, Çamlıca Tepeleri filan değil de Anadolu şehirlerinden birinin caddeleri. Giderek dünyanın herhangi bir şehrinden, herhangi bir dünya şehrinin caddelerinden bir farkı kalmamış ya da kalmayacak olan Konya... Küreselleşiyor, tektipleşiyor, renksizleşiyor, silikleşiyoruz. Bu durumun sanata ve edebiyata doğru açılan kolları da var ve o zaman ne yapmamız gerektiği konusunda insan bir fikir sahibi olabiliyor. Tektipleşmemiş, renksizleşmemiş, duygulara, fikirlere, acılara, sevinçlere açmamız lazım kalemlerimizi. Edebiyat da başka bir şey değildir zaten. Zihinleri, kapıları, kalpleri, sandıkları açmak, girilmemiş kıvrımlara uzanmak. Az önce bahsettiğimiz hikâyelerde de, bahsetmediğimiz hikâyelerde de buna yakın ızdıraplar bulabiliriz sanırım. Şu anda Amerika'daki akranıyla aynı reklamları izleyip aynı kolayı içiyorsa da, sözgelimi "Ermiş"teki öğretmen kişisel bir inşa/oluşum/yetkinlik çabası içerisinde. İşte Konya yazılacaksa buralardan yazılacak ki, hem dünyanın herhangi bir ülkesinde okunduğu zaman "ileti" problemi yaşanmasın, hem de bize ait acılar kaleme dökülsün.
"Muhteris" hakkında yazılan yazılarda "taşra" olgusu üzerinde de sıklıkla duruldu.
Muhteris'teki bazı hikâyelerde edebiyat bağlamında bir taşradan bahsedilebilir. Yani taşra dediğimiz zaman aklımıza gelen ilk anlam değil. Edebiyatın merkezinden uzakta olan genç bir şairin veya tam aksi yaşlı bir şairin taşrada oluşlarından dolayı neler düşündüklerini, neler hissettiklerini anlatmaya çalıştım. Genelde olumsuz bir bakış varsa da mesela taşrayı, yani edebi anlamdaki taşrayı savunan kişileri de konuşturdum. Ancak tüm hikâyeler için bunu söyleyemeyiz. Yani doğrudan doğruya taşra meselesi ile yüzleştiğimiz hikâyeler de yok değil. Kitabın ilk hikâyesi taşradaki bir memurun birbirinin aynı beş günü... Burada bir şeyi karıştırmamak gerekiyor. Günlerin giderek birbirine benzemesi salt taşradaki insanın sorunu değildir. Bu "monotonluk" sorunudur. Büyükşehirlerdeki insanların da bal gibi böylesi problemleri vardır. İkisini birbirine karıştıran kimi bakışlara rastladım da... Taşranın monotonluğunu değil, modern yaşamın monotonluğunu anlattım ben.
Son yıllarda çok sayıda hikâyeci sökün etti. Artık kitaplık çapta eser verenlerin bile çetelesini tutmak mesele oldu. Bu isimleri izliyor musun?
İzlemek istemesem bile -farzımuhal- bir görev bilinciyle izlerim. Kitaplarla, dergilerle hikâyenin nabzını tutmaya çalışıyorum. Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse şu söylenebilir. Malum, hikâyenin bir plastik tarafı vardır. Bir de insana, hayata dönük bir tarafı vardır. Kötü hikâyeciler bu plastik tarafla, öze, anlama dönük taraf arasında belli bir denge kurmayı başaramamış kişilerdir. Yani öyle bedenler var edilmiştir ki, bir ruh taşımamaktadırlar; öte yandan insana doğru, hayata doğru söyleyecekleri olduğu halde, bu ruhu bedenine kavuşturamayanları da iyi hikâyeciler diye sıfatlandırmak doğru olmaz. Ne demeye çalışıyorum. Günümüz öyküsü, her şeyden önemlisi bu plastik tarafa boş vermiş görünüyor. Kimileri hakikati aktarabilmek amacına saplanarak düşüyor bu hataya, kimileri biçimsel deneyler adına. Ama tam tersine hayli görkemli binalar yaptıkları halde bize bu görkem dışında gösterecek bir şeylerinin olmadığını hissettirenler de yok değil. İyi bir hikâye (sadece) insana, hayata, tarihe, hakikate dair büyük hikmetlerle doldurulmuş, bir müridin acıklı sesinden ibaret olamaz. Yani bu hikmetli mırıldanışlar hikâyeyi kurtaramaz. Bina nerede, demezler mi adama? Günümüz öyküsü hem içerik olarak hem de biçimsel anlamda birbirinden farklı hatta birbirine zıt pek çok eğilimi barındırıyor bünyesinde. Kimileri tasavvufi bir atmosfer kurmaya çabalıyor, kimileri bohem hayatlardan kesitler sunuyor, kimileri fantastik denebilecek metinler kurgularken bir kısım yazar da gündelik yaşamın, gerçekçiliğin izini sürüyor. Cinselliğin, yalnızlığın, içki içip sabuklamanın gölgesinde yazılmış hikâyeler de var, bir müridin güncelerini yazmak gayreti içinde olanlar da... Sözün özü Türkiye neredeyse öykü de orada...
"Hikâye günlüğü" yazılarına gelmek istiyorum. Bunlar nasıl doğdular?
Bunlar öznel yazılardır. Fakat eleştiri yazıları yazmadığım için kimse bana sen nesnel değilsin gibi bir şey söyleyemez. Ben bu yazılara başlarken neyi amaçlamıştım? Bir hikâyeci nasıl hikâye yazar? Nasıl esinlenir? Bir hikâye dosyasını oluştururken ne gibi sancılar yaşar? Bir hikâye ne zaman hikâye olur? Hikâyeyi hikâye yapan şey nedir? Bütün bunları anlat-maktı amacım. Genellikle olumlu tepkiler aldım. Zira bir hikâye yazmak nasıl bir cehd gerektiriyorsa, aynı cehdi böylesi yazılar da gerektiriyor. Yazarlar birbirlerine yazı tecrübelerini aktarırlar ya, ben böylesi bir aktarmayı dergi sayfalarına taşımak istedim. Fakat zaman zaman dümeni eleştiriye doğru kırdığımız da oldu.
Konuşmamızın sonuna geldik. Şunu öğrenmek istiyorum: Yazmak toplumda algılanan bir şey mi? Ya da nasıl bakılıyor olaya?
Ben yazdığımı tek bir insana bile söylemedim bugüne kadar. Yazan arkadaşlar bilirler ancak. Ama yıllarca teşrik-i mesai yaptığımız işyerindeki arkadaşların hiçbir şeyden haberi yoktur. Kuşkulananlar olur. Ben sakinleştiririm! Gazetede Abdullah Harmancı diye bir isim okuduk felan derler. İsim benzerliğidir, derim. Adımın olduğu nice dergiyi gazeteyi önlerinden kaçırmışımdır. Utanıyorum, açıklanamaz bir biçimde utanıyorum. Kendimi "süperman" gibi hissediyorum. Gizli bir kimlik taşıma anlamında!
Toplumun yazara bakışı demiştim...
Toplumun yazara bakışı mı? Bir kitabınız yüz bin satsa da, "telif"inden elinize geçen parayla şöyle fiyakalı bir Fort Focus alsanız toplum yazarlığa çok ciddi bakar. Bir de TÜYAP Kitap Fuarı'nda "stand gezmeye" gelenler var, onlar çok acı bakıyor.
(Kahkahalar)
(Dergah, 161)
Abdullah Harmancı, 1974 Konya doğumlu. İlk ve orta öğrenimini öğretmen olan babasının atanmaları sebebiyle Kıbrıs'ta, Sivas'ta, Karaman'da, Konya'da yaptı.