Yazım birliğini, anlatım doğruluğunu, söyleyiş güzelliğini giderek yitiriyoruz. Yitirdiklerimizi hatırlamak için çok gerilere gitmeye bile gerek yok. 2007 Aralık'ından on bir yıl geriye, 1996 Aralık'ına gittiğimizde bile durum açıkça görülebiliyor. Hece dergisine yazı dosyaları 1996 Aralığında gelmeye başlamıştı. 1996 yılında dosyalar, genellikle postayla veya belgegeçerle yayınevlerine ulaştırılırdı. Yazar/şairlerin yayınevlerine bizzat uğrayarak çalışmalarını bıraktıkları da olurdu. Bu yolla yayıncılara ulaşan metinler genellikle el yazısıyla yazılır; el yazısıyla yazılan metinlerin yarısı kadar da daktiloya çekilmiş metinler bulunurdu. Diğer dergilerde ve yayınevlerinde de durum az çok böyleydi. Hece'ye ulaşan yazılar, öncelikle editoryal bir incelemeye tabi tutulur; sınıflandırılır, değerlendirilir; bazı çalışmalar iade edilir, bazıları da dizgiye verilirdi. Dizgi sürecinden sonra düzelti süreci başlar; metinlerin orijinal hâliyle bilgisayar çıktısı karşılaştırılır, dizgi sürecindeki hatalarla yazarın gözden kaçırdığı bazı küçük hatalar bulunur, düzeltilirdi. O yıllarda, bir sayfada, yazarla dizgicinin toplam yazım yanlışı, birkaç kalem darbesiyle düzeltilirdi. Dergi yayımlandığında -özellikle bir grup arkadaş yazım hatası arar ve nihayet bulur- tespit edilen yazım yanlışlarının sebebi araştırılır, aynı yanlışa bir daha düşülmemesi için uzun uzun konuşulurdu.
Sonra herkes birbirine elektronik posta adresleri vermeye başladı. Gün geldi, böyle bir adresi olmayanlar neredeyse ayıplandı. Kısa zamanda herkesin geniş bir elektronik posta ajandası oluştu. Yerel ağ sayesinde metin dosyaları hem daha hızlı hem daha kolay gönderilir/ulaştırılır hâle geldi. Herkes büyük bir hızla bu gelişmelere uyum sağladı.
Artık 'İletişim alanındaki gelişmeler 'bilgi'ye ulaşma imkânlarını kolaylaştırdı.' cümlesi, yaşadığımız dönemin klişesi. Bu cümleden sonra sıralanması âdet kabilinden cümleleri sıralamaya gerek bile yok.
Ancak sözünü ettiğimiz iletişim hızının edebiyat çevrelerine 'yazım birliği, anlatım doğruluğu, söyleyiş güzelliği' kazandırdığını söyleyemeyiz. Bu on yıllık süreçte sanki hız alındı; güzel ve doğru bırakıldı. Hatta öyle ki şimdilerde 'doğru' iyice tanınmaz hâle geldi. Rahatlıkla hangi doğru, kimin doğrusu, denilebilir.
Yerel ağ sayesinde artık yazarlarımız, çok çeşitli yazılarla belgelere kolaylıkla ulaşıp bunları değerlendirip kendi çalışmalarına derinlik, ufuk ve çeşni katarak çok daha güzel ve mükemmel metinler oluşturma imkânına kavuştu. Lakin hızla 'yapılıp' hızla yayıncısına ulaşan bu metinler, önce yayıncının, sonra okurun üzerine bir karabasan gibi çöküyor. Çünkü süreli bir yayın organına son anda gönderilen bir dosyanın, baskıya yetişmeme ihtimali neredeyse kalmıyor. Garip bir rastlantıyla yazı dosyaları da genellikle son anda yayıncıya gönderiliyor ve ancak editoryal bir incelemeye zaman kalıyor. Ayrıca bu metinler zaten dizildiğinden, dizgi için de zaman harcanmıyor! Yazım birliğini, anlatım doğruluğunu, söyleyiş güzelliğini giderek yitirişimizi 'İşte bütün mesele; dizgisi, düzeltisi yapılan metinlerde!' deyip açıklamak elbette mümkün değil. Fakat bunun üzerinde durmak gerek. Çünkü sonuçta 'İşte bütün mesele dizgisi de, düzeltisi de, yapılmış olan bu metinlerde!' ifadesi gibi ifadeler çıkıyor okurun karşısına...
Hiç kuşkusuz bağlaçlardan sonraki virgül (,) kullanımıyla gereksiz yardımcı fiil (olan... vb.) kullanımlarında iletişim imkânlarının, yerel ağın hiçbir kusuru yok. Kusur elbette bizde. Ancak 2007'nin Aralık ayından, 1996'nın Aralık ayına bakıldığında Türkçenin bağlaç, virgül ve yardımcı fiil karabasanı altında kaldığı rahatlıkla söylenebilir. Özellikle son on yılda Batı dillerindeki virgül, bağlaç ve yardımcı fiil kullanımları dilimize taşınıyor. Hatta bu konularda yazım yanlışına düşmeyenlerin yabancı dil bilmediği, üstelik çeviri metinler de okumadığını ileri sürmek bile mümkün.
Türkçe cümlelerde (İngilizce, Almanca değil) hem bağlaçlardan önce hem de sonra virgül kullanılamayacağı; bağlaçların da kendi aralarında ince anlam farkları taşıdığı: "Leyla ile Mecnun" demenin "Leyla ve Mecnun" demekten farklı bir anlam içerdiği nasıl unutulur? Bu durum, teorik olarak herkes tarafından biliniyordur kuşkusuz. Fakat Batı dillerine özgü söz diziminin, cümle yapısının olduğu gibi dilimize aktarılmasıyla özellikle bağlaç, virgül ve yardımcı fiil karabasanı giderek imlâmızı istilâ ediyor.
Batılı 'konuşmak', 'savaşmak', 'güreşmek' diyemediğinden 'konuşma yapmak', 'savaş yapmak', 'güreş yapmak' diyor olmalı. Ama biz, neden 'yapılan' değil de 'yapılmış olan' diyoruz; 'güreşmek' varken 'güreş yapmak'; 'savaşmak'varken 'savaş yapmak', 'konuşmak' varken 'konuşma yapmak' diyoruz? Acaba acem de 'ki', 'ise > -se'den sonra (,) virgül mü koyuyordur?
Üç örnek vererek yazıyı noktalayalım.
"Etkin gündelik iletişimde alıcının dikkatinin çekerek hedefi yakalama, kazanç elde etmekte olduğu gibi bir kar/zarar hesabı yazınsal iletişim öncesi hesaplanabilir değildir."[1]
"Bu kadar ortaklık, ya da farklılık arz eden konularda bu kadar suskunluk, kendi payıma arkadan kurgulanan oyuncakları düşündürüyor."[2]
"Ardında yüzlerce yılın oluşturduğu bir toplumsal yapı, kültürel doku, düşünme biçimi ve insan olan edebiyat, aynı ailenin öteki üyelerine bile yabancı gelecektir."[3]
II. Şapka / Nedir'e Dair
Hiç kuşkusuz dil, sestir. Bu yüzden yazarken, konuşurken sesi korumak gerekir. Sesimizi kaybedersek dilimizi yitiririz çünkü. Neredeyse on yüzyılı aşkın bir zamandan beri Türkçenin ses düzenini, âdeta akort etmeye yarayan yazım işaretlerinin en önemlisi düzeltme (^) işareti. Bu işaret inceltme, aidiyet görevleri üstlendiği gibi seslerin yükleneceği anlam veya anlam ayrılıklarına ilişkin bir görev de üstlenir. Ancak yine de son zamanlarda giderek kullanımdan düşüyor. Bu süreç devam ederse -devam edecekmiş gibi görünüyor- dilimiz, aşağıda sıralamaya çalışacağım sorunların daha büyükleriyle karşılaşacak.
Düzelteme işaretinin kullanımdan düşmesini, 5.5 büyüklüğünde bir sarsıntıyla 27 Aralık 2007 (Perşembe) gecesi (Kurban bayramı arefesi), saat 01.47'de özellikle Ankaralılar hissetti. Çünkü saat 02.00'de, en saygın haber kanallarından birinin başarılı sunucusu (genellikle spiker diye bilinir), sarsıntının merkez üssünün Bala ilçesi olduğunu duyurdu. Haber, ürperticiydi ama Ankaralılar, sunucunun Bala adını söyleyişini çok yadırgadılar. Çünkü sunucu, Bâlâ vurgusuyla söylendiği hâlde Bala şeklinde yazılan bu ilçenin adını, yazıldığı gibi okuyordu! Elbette hep İstanbul'da yaşayan üstelik 'Türkçe, yazıldığı gibi okunan/söylenen bir dildir.' ilkesinden yola çıkan haber sunucusunun görünürde bir kusuru yok. Ancak aynı sunucu 'Bala merkezli deprem' haberini ilerleyen dakikalarda hâttâ saatlerde de okudu. Bu sunumlarda da Bala kelimesinin telaffuzu değişmedi. Demek ki bir sürçülisandan söz edilemezdi. Dahası, aynı sunucu ertesi akşam (Kurban bayramının birinci günü akşamı) yine 'Bala merkezli deprem!' haberini sundu. Bu sefer, Bâlâ'yı, Balâ vurgusuyla okuyan sunucunun Bala'nın telaffuzuna (biraz) çalıştığı anlaşılıyordu.
Türk yazarının şapkayla imtihanı bağlamında birer şapka sarsıntısının Hece'nin, Mehmet Âkif Özel Sayısı (Ocak 2008/133)'yla Nâzım Hikmet Özel Sayısı (Ocak 2007/121)'nın yayıma hazırlanışları sırasında yaşandığını da zikretmekte yarar var.
Özel sayının programına uygun olarak bütün yazılar, 26 Aralık 2007 günü Hece'ye ulaştıktan sonra dergi yönetimi, derginin kapağında 'Âkif' adının nasıl yazılması gerektiğine ilişkin 'şapka' konulu kısa bir toplantı yapmak zorunda kaldı. Zaten aynı konu 26 Aralık 2006 günü de bir toplantıyla ele alınmış derginin kapağına 'Nazım' mı, 'Nâzım' mı yazılacağı karara bağlanmıştı. Çünkü Hece'ye birer yıl arayla ulaşan metinlerde Nâzım ve Âkif adlarının yazımında bir birlik yoktu. Derginin kapağındaki adla içindeki yazılarda tekrar edilen adın yazım birliği oluşturmaması ne yaman bir çelişkiydi! Hece yönetimi, her iki toplantıda -bilgisayarda otomatik olarak- Nazım'larla Akif'lere şapka giydirme kararı aldı. Bu kararların Hece'nin bilgisayarındaki dökümü şöyledir:
Ocak 2008'de yayımlanan Mehmet Âkif Özel Sayısı'nda yayımlanan bütün yazılarda kullanılan Akif adına bilgisayar, 1.785 kez şapka giydirdi. Bu özel sayıda (kaynakça bölümü hariç) toplam; 3.449 kez Âkif adının yinelenişi yazarlarımızın, istiklâl şâirinin adını 1.654 kez Âkif, 1.785 kez de Akif biçiminde yazdığını gösteriyordu.
Ocak 2007'de yayımlanan Nâzım Hikmet Özel Sayısı'ndaysa 3.667 kez tekrarlanan Nâzım adının 1.235 kez Nâzım, 2.432 kez de Nazım biçiminde yazıldığını bildirmişti bilgisayar. Fakat bu özel sayıyı hazırlarken uygulanan şapka giydirme çalışmasıyla garip bir durumun ortaya çıktığı, dergi dağıtıma verildikten sonra anlaşıldı. Bilgisayara, bütün 'Nazım'lara şapka giydir, komutu verildiğinden bir metinde kullanılan 'serbest Nazım' ifadesindeki Nazım'a da şapka giydirmiş bilgisayar. Bu şapka da kontroller sırasında gözden kaçmış ve dergi öylece basılmış. Dolayısıyla 'serbest Nazım' ifadesi 'serbest düzene koyan, serbest düzenleyen, hapiste olmayan Nazım' anlamlarını içerdi: Nâzım kelimesiyle nazım kelimesi arasındaki anlam ayrımına da (yanlışlıkla) çarpıcı bir örnek oldu.
Ancak yazarlarımızın Mehmet Âkif'le Nâzım Hikmet adlarını yazarken birlik sağlayamamaları, üzerinde çok düşünülmesi gereken bir konudur bence. Edebiyat yazılarında düzeltme işareti kullanımı, diğer alanlarda yazılan yazılara oranla elbette oldukça yüksek. Gazetelerimizin köşe yazarları şapkayı hiç ciddiye almıyor. Örneğin yazı ve yaklaşımlarıyla en ciddi gazetecilerimizden İsmet Berkan, Radikal gazetesinin 22 Ocak 2008 tarihli nüshasında, son zamanların gündemdeki tartışma konusu, Kuvvetler Ayrılığı Kavgası'nı çok başarılı bir yaklaşımla tahlil ediyor. Yazar 'Siyasi mesaj yönlerini bir kenara koyacak olursanız özde tartışılır gibi yapılan şey lise ikinci sınıf seviyesinde bir konu: Kuvvetler ayrılığı prensibi nedir, bu prensip uyarınca kuvvetlerin yerleri ve yetkileri nelerdir?' diye soruyor. Daha sonra, lise çağında buna yakın münazara konularında tartışmacı olduğunu, o zamanlar kuvvetler ayrılığı ilkesini bilmediği için 'tartışmaları, içinden çıkılmaz hale getirmekte' üstüne olmadığını, son derece çarpıcı ironik bir düşünsel atılımla belirtiyor.
Fakat yazıda 'siyasete ait' anlamındaki 'siyasî' kelimesiyle; 'sebze hali'yle 'durum' anlamına gelen hâlin anlam ayrılığını belirten düzeltme işareti ve aitlik anlamı veren şapka '^' kullanılmıyor.
Ayrıca yukarıdaki alıntılarda görülen 'nedir' edatının kullanım biçimi üzerinde de durmak gerektiriyor. Şapka nedir, sorusuna: Keçe, hasır, kumaş, ip vb. ile yapılan başlıktır. / Düzeltme, inceltme ve aitlik (nispet) bildiren bir yazım işaretidir, şeklinde cevap verebiliriz. Oysa 'Kuvvetler ayrılığı prensibi nedir, bu prensip uyarınca kuvvetlerin yerleri ve yetkileri nelerdir?' sorularına aynı mantıkla cevap verebilir miyiz?
Radikal yazarının lise ikinci sınıftayken girdiği tartışmaları anlatmasından yola çıkarak lise ikinci sınıfta okutulan Dil ve Anlatım kitabının soru cümlesi kalıbına bakma gereği duydum. Hemen ilk sayfalarda 'nedir' soru edatının kullanımıyla ilgili şu cümlelerle karşılaştım:
"Sunum şeklinin bilgiyi aktarmadaki etkisi nedir?" s. 6
"Tarih boyunca değişmeyen evrensel duygular nelerdir?" s. 34
"Hikâyenin konusu nedir?" s. 35
"Ömr-i Tehi" hikâyesine hâkim olan duygu nedir?" s. 35
Bu kitapta "Tabloda verilen kelimelerin metinde ve sizde uyandırdığı çağrışım ve duygu değeri nedir? Sudan duru Türkçe, ifadesiyle anlatılmak istenen sizce nedir? Okuduğunuz metnin ana düşüncesi nedir?" gibi asla nedir edatıyla kurulmaması gereken birçok soru cümlesiyle karşılaşmak mümkün. Yukarıya alıntılanan sorularda 'nedir'e gelene değin daha birçok anlam ve anlatım problemi de var elbet.
Ancak yine de şöyle düşünmekten kendini alamıyor insan: Acaba bu soruları soran kişi, sorduğu soruların cevabını verebilir mi? Örneğin sunum şekliyle ilgili birinci soruyu cevaplarken 'nasıl' edatına göre mi, nedir edatına göre mi soruyu cevaplamaya çalışır?
Dilimizin sorulamaz ve sorgulanamaz mantığı uyarınca 'nedir' sorusunun cevabı, bir nesne olmak zorunda. Nedir edatını 'Elinin altındaki (şey) nedir?' soru cümlesi kalıbı, 'Hikâyenin konusu nedir?' cümlesine uygun değildir. Böyle bir kullanım yanlıştır. Çünkü 'elimde tuttuğum (şey), bir şapka' olabilir: Ama 'bu metnin ana düşüncesi bir şapka' olamaz.
______________________________
1. Suzan Sarı, Yazınsal ve Gündelik İletişimde Yeni'den, Hece, sayı: 131, s. 94. 2. Enis Batur, Yurttaş, Cumhuriyet Kitap, sayı: 927, s. 3 3. Semih Gümüş, Lis Yayınları'nın Katkısı, Radikal Kitap, sayı: 348, s. 30.
* Alıntılar, Dil ve Anlatım 10, MEB, Ank. 2007. adlı ders kitabından yapılmıştır.
[Bu yazının ilk yayımı Hece Dergisince yapılmıştır.]
I. Virgül, Bağlaç ve Yardımcı Fiile Dair
Yazım birliğini, anlatım doğruluğunu, söyleyiş güzelliğini giderek yitiriyoruz.