Bir gün, ansızın, yani hiçbir sebep olmaksızın susuversem. Gökgürültüsünden korkan ve sağnak yağmurlarda, üşüyen bir kediyle paylaşan kuytu bir köşeyi, küçük ama yaşıyla ters orantılı bir şekilde duyarlı, tebessümünde kederi gizli, gözlerinde bütün mevsimler -en çok da sonbahar- bir küçük kız olsam diyorum.
Yağmur damlalarını indiren melekler, usulca yeryüzüne; küçük kızların küçük yüreklerine de üç avuç hüzün bırakıp giderlermiş eskiden beri. Bunu pek bilmezmiş zamanın büyükleri -bilseler de pek anlamazlarmış ya-. Onlar bilmeyedursun üç avuç hüzünle üç kat daha incelirmiş yürekleri yaşça küçük olanların. Sonra gözlerindeki mevsimlerin renkleri daha da belirginleşir; sarı daha sarı, yeşil daha yeşil, beyaz daha beyaz olurmuş. Üzeri tozlanmış yahut kirlenmiş ne varsa üç damla yağmurla / üç damla yaşla temizlenirmiş bu hengamda. Griyle gelen yağmur grileri alır gidermiş ve ağladıktan sonra parlayan gözler gibi parlak renkler kalırmış geriye.
*
Gri şehrime iniyorken yağmur delicesine. Ve ben çok yakıştırıyorken bu manzarayı şehrime. İçimdeki bu koşmak isteği, yalınayak. Bu yağmurda... Nereden çıktı diye sorgulamazken artık. Susmak isteyişim... Bu kaçmak isterken, kendimden mi yoksa kendime mi bilmeyişim... Bu süre içinde tek bilgimin, şu beni çok dinlemiş iğde ağacının altında ve şu bana çoktandır kırgın olan çiçeklerimin yanında, "yağmur sesinin kulağımdan çok ruhuma hitap ettiği"yken. Ve ben, yani o küçük kızlardan olduğunu sanan ama ruhundaki hassasiyeti zamana satan, hatalar karşılığı. Eski bir ahşap sandığa katlayıp kaldıran incelikleri -ki evvel zamanın küçük kızlarından işittiği-. Oysa ki, on dört zamandan beri incelikler bizzat yaşanarak aktarılırmış diğer nesillere. Bunu ve daha fazlasını da biliyorken...
Ben, bu yaralı ruhumla, yağmur altında, "doğrudan" konuşmayı beceremediğimi anladım. Ve dahi "miş"li cümleler kurmayı ne çok sevdiğimi de... Kabul ediyorum, birçok cümleyi de yarım bıraktım. Yüklemleri de sevmediğimi itiraf etmeliyim sanırım. Ama ben, yaralıyken bunca, bilemezken en çok bilmesi gerekenleri de, ve bazenleri kırgınken küçücük, nasıl kurardım kocaman ve apaçık bir cümleyi? Cümle ki, bize ta minicikken öğretildiği üzere bir iş, bir oluş ya da en azından bir hüküm belirtmeliydi. Oysa ben cümlelerime bunları yükleyecek kadar emin değildim kendimden. Hal böyleyken "miş"ler yetişti imdadıma. Ve ben de bir güzel saklandım onların arkasına, pervasızca. Çünkü bu sayede kurduğum cümleler hem benimdi hem benim değil. Bu sayede hem konuştum hem söylemedim. Yüklemsiz cümleler kurduğumda yani ki cümleleri yarım bıraktığımda onları tamamlayabilenleri, işte en çok onları sevdim. Bu yüzdendir küçük kızları... Yani kesin hükümler içeren cümleler kuramayanları... Daha büyümeyenleri... Yani o kendi küçüklüğünde büyük olanları... İşte onları... Çok sevdim. Ve onlardan biri olmayı çok istedim.
İşte bu yüzden bugünde, bu anda, içime çekerek o ezelden aşina olduğuma inandığım yağmur yemiş toprak kokusunu, ellerimi açarak semalardan yağmuru gönderene, onu yerde toprakla -ve de görünmezde hassas gönüllerle- buluşturana dualar ettim. Sonra... Sonra, sus"muş"um... Küçük bir kız olmayı dilerken...
-bir küçücük kız çocuğu, bak duruyor orada, hâlâ-
Bir gün, ansızın, yani hiçbir sebep olmaksızın susuversem. Gökgürültüsünden korkan ve sağnak yağmurlarda, üşüyen bir kediyle paylaşan kuytu bir köşey