Yıl:2 Dönem:2 Sayı:2/14

       

     
 

"TÜRKİYE'DE EDEBİYAT ELEŞTİRİSİNİN ADRESİ ÜNİVERSİTEDİR"

PROF. MEHMET TEKİN İLE SÖYLEŞİ...

 
     
  İlk olarak şunu öğrenmek istiyorum: Bir edebiyat bilimcisisiniz. Sizi tarihle, sosyolojiyle ya da başka bilim dallarıyla değil de edebiyatla buluşturan ne oldu? Liseli, üniversiteli yıllarda sanatsal bağlamda kalem alıştırmalarınız olmuş muydu?

Ben, talihin biçtiği rolle söyleyeyim, taşralıyım: İlkokulu köyde tamamlayıp lise öğrenimi için ilçeye (Kırıkhan'a) geldiğimde, nasıl taşralı idiysem, liseden sonra İstanbul'a geldiğimde de taşralıydım. Entelektüel ölçülere göre övünülecek bir özellik değildi bu. Üstelik, okuma sorunum vardı. Liseden okuma sorununu çözerek değil, birşeyler öğrenerek İstanbul'a gelmiştim. Bu eksikliğin meydana getirdiği ezikliğin sancısını unutamam.

Peki çare ne idi?

Tabii ki çare okumaktan, okuduğunu anlamaktan geçiyordu. Eh önümde, bilinçli bir tercihle açılmış olmasa da, Türkoloji'nin kapısı duruyordu. Ürkek ve çekingen adımlarla girdiğim bu kapıdan -her şeye rağmen- ileride neyi, nasıl, niçin yapacağını belirlemiş biri olarak çıktım.

İşin hikâyesi şöyle: Nereden icap ettiyse, fakülte üçüncü sınıfta "yazar" olmak istemiştim; dördüncü sınıfta vazgeçtim bu istekten, akademisyen olmaya niyetlendim. Bu hedefe yürürken borçlandığım iki kişi oldu: Biri fakültede hocam olan Mehmet Kaplan Bey, diğeri, 70'li yılların efsanevi ismi Cemil Meriç Bey... Gerçi öğrenciydim ama her ikisine de yakındım: Onların nefesleriyle ruhumu, düşünceleriyle ufkumu genişlettiklerini belirtmek isterim. Kaplan Bey'de şöhrete rağmen tevazuyu, Meriç'te dil ve düşüncenin kudretini gördüm. Mutluydum: Çünkü onlarla kendimi buldum. Mehlika Sultan'a aşıktım ve Mehlika Sultan benim için bilimdi; bilmek ve öğrenmekti... Yazarlık zor zanaattı ve 70'li yıllarda pek de özenilecek bir şey değildi; ikbal ve istikbal pusulam beni akademisyenliğe yöneltti. Akademisyenlik aynı zamanda orta öğretimin yıldırıcı ortamından kurtulmak için çıkış yolumdu. Geç ve güç oldu ama sonunda oldu. Gerisi uzun hikâye...


Romanı ve Peyami Safa'yı seçişiniz nasıl oldu? Bu konulara yönelişinizin "özellikle" olduğu söylenebilir mi?



"Yazmaya niyetlenmemde iki önemli ismin payı büyüktür: Mehmet Kaplan ve Cemil Meriç..."

Roman Türünü seçişimin hikâyesi biraz duygusal temele dayanır. Fakülte üçüncü sınıfta Ötüken Yayınevi'nde, eski tabirle "musahhih" olarak çalışıyordum (ki bu mesleğin bana kazandırdıkları -biraz abartılı da olsa- fakülte düzeyindedir). Doğal olarak diğer yazarlarımız gibi Peyami Safa'nın eserlerini de yayına hazırlıyordum. Cins bir kafa karşısındaydım ve içten içe ona hayranlık duyuyordum. Ayrıca bana Peyami'nin hayatı da hep trajik, hayatta başarılı olma çabası da hayli anlamlı gelmişti. İçinde yüzdüğü fakirliği yüksünmüyor, aksine, yükselmek için bir enerji kaynağı olarak görüyordu. Bütün bunlar beni ona doğru sürükledi. Fakülte bitirme tezimde onun romanlarının toplumsal temellerini inceledim; doktora tezimde ise, romanların teknik temellerini ele aldım. Romana -ve şimdilerde hikâyeye- ilgi duymamın nedeni buraya dayanır. Bu temel üzre, daha sonra Roman Sanatı adlı çalışmam boy atacaktır. Evet, türler içinde "özellikle" romanı tercih ettim ve bundan da memnunum. Çünkü, bu yöndeki kazanımımla "anlatıma dayalı türler"i (romanı, hikâyeyi, masalı yani tahkiyeli türleri) incelemem, anlamam zor olmadı. Bir diğer neden de, romanın, hayli yeni olmasına rağmen, anlamlı bir tarihsel serüvene sahip olmasıdır: Romanın romanı, hep ilginç gelmiştir bana...


Günümüz Türk Edebiyatında yazar ve şairlerle akademik sahada çalışan edebiyat bilimcileri arasında bir kopukluk olduğu sanırım tartışılmayacak kadar kesin bir belirleme. Bunu demekle, bir anlamda edebi eleştiriye akademik çevrelerin katkısının azlığından bahsetmiş oluyoruz. Günümüz romancıları üzerine önemli yazılar yazmış bir akademisyen olarak bu duruma bakışınız nedir?

Evet, edebiyat ürünlerini değerlendirme (inceleme, araştırma, eleştirme) söz konusu olduğunda, akademisyenlerle aynı misyonu üstlenen yazarlar arasında bir kopukluk vardır. Esasen böyle bir kopukluk eşyanın tabiatına aykırı değildir. Ve bu durum üç aşağı beş yukarı diğer ülkelerde de görülür: Orada da edebiyatçılarla akademisyenler eserlere farklı açılardan bakmaktadırlar. Sözgelimi Amerika'da Chomsky'nin, E. Said'in bakış tarzıyla yazarların, edebiyatçıların bakış tarzı farklıdır. Fransa'da da, Almanya'da da aynı durumla karşılaşmak mümkün. İşin can alıcı noktası şurada: Onlarda fark, mahiyet farkından ziyade derece ile sınırlı, bizde mahiyet farkı söz konusu. Mahiyet farkı, kabul etmek gerekir ki, darlaşmayı, kısırlığı getiriyor. Hal böyle olunca bir gelenek oluşmuyor. Gelenek oluşmayınca, bilgi yerini beğenmiyor: Kanaatimce, bu geleneksizlik güvensizliğe neden oluyor. Akademisyenler yazarların inceleme ölçütlerine, yazarlar da akademisyenlere güvenmiyor. Ama işin bir de kuralı var: Dünyanın her yerinde "edebi" eserleri, yazarlar, sanatkârlar ortaya koyar. Ve yine bu eserleri değerlendirecek ölçütleri akademik anlayışa sahip olanlar belirler. Sanatkâr yaratıcıdır; akademisyen değerlendirici. Bizde, biraz da akademisyenlerin tembelliğinden yararlanan bazı yazarlar, eleştirmenliğe soyunur, kendilerince -bildiklerince- bir şeyler yazarlar. Doğrusu ben de severek okurum onları. Ama fazla güvenmem. Nedeni basit: İşe duygularını -eleştiride duygunun yeri tartışılır ama -fazla karıştırıyorlar ve güven vermiyorlar. Sözgelimi üretkenliklerine hayranlık duyduğun Memet Fuat ile Fethi Naci'yi ele alalım. Bir noktadan sonra onların yazılarını okumak bir şey vermiyor insana. Memet Fuat Haşim'i, Fethi Naci Peyami Safa'yı adamdan saymaz; Cevdet Kudret'in A.Hamdi Tanpınar'ı adamdan saymadığı gibi. Böyle eleştiri anlayışı olur mu? Üçünün karşısına koyalım bakalım Tanpınar ile Berna Moran'ı... Bunlar kalıcı, insana güven veren, insanı ikna eden yazılar yazmışlardır: Tanpınar'ın 1940'lı yıllardaki yazıları, bugün de zevkle okunmaktadır; hakeza Moran'ın incelemeleri de öyle... Bırakalım eskileri, Fethi Naci'nin alıntıdan geçilmeyen bugünkü eleştirilerini okuyan var mı, bilmem... F. Naci, bu yazıları verdiği gazeteden eline "iyi" para geçtiğini bir yerde söylemişti. Olabilir; ama "iyi para"nın ele geçmesi "iyi yazı"dan vazgeçmek anlamına gelmemelidir, değil mi?

Sonuç olarak şunu söylemek isterim: Eleştiri alanında akademisyenlerin payının az olduğu doğrudur; ancak dünden bugüne uzanan süreçte, kalıcı olan, orta malı bir tabirle "ses getiren" eleştiri örnekleri akademik çevreden gelmiştir, diyebilirim. Yapılan inceleme ve araştırmalarda kullanılan kaynakların dökümü, bunun doğru olduğunu göstermektedir.


1980'den sonra edebiyatımızda meydana gelen yenileşmeye nasıl bakıyorsunuz? Özellikle roman ve öykü alanlarında görülen biçimsel, deneysel arayışları nasıl değerlendiriyorsunuz?



"Mehmet Kaplan'da şöhrete rağmen tevazuyu, Meriç'te dil ve düşüncenin kudretini gördüm..."

1980'li yıllar, salt edebiyatımız için değil, genel anlamda toplumumuz için de önemli bir dönemeçtir. Sorudan kasıt edebiyat olduğuna göre o yönde cevap vereyim: 80'li yıllar edebiyatımıza bir hareketlilik getirmiştir kuşkusuz. Bunda, 70'li yıllarda -fena halde- ideolojize olan toplumsal yapımızın payı vardır. İdeolojiden yaka silken toplumsal bilinç -deyim yerindeyse- bir arınma sürecine girer. Bu bağlamda, yazar-çizer takımı, 70'li yıllardaki ideolojik tabloyu sorgulamaya başlar; özeleştiriye gider. İdeolojiden arınmaya başlayan toplumsal yapıda doğal olarak "birey" ön plana çıkar; çıkarılır. Farklı bir yaklaşımla bireyin hak ve sorumlulukları tartışılır. Tarihsel serüvenimizde ideal düzeyde olmasa da, önemli bir aşamadır bu: Birey gerçeği ister istemez edebiyat dünyasına da yansıtacaktır. Bu yansımanın anlamlı parçalarını hikâyemizde buluruz. Ardından romanlarımız tanıklık eder bu değişime. Hikâyedeki değişim ve dönüşüm daha dikkat çekici. Hikâyecilerimiz varoşlardan entelektüel ortamlara kadar uzanan coğrafyayı tarayarak değişimin nabzını yakalamaya çalışırlar. Bir kısmı, şehir eksenli hikâyelerle değişimin getirdiği sorunları irdelerken, diğer bir kısmı, öteden beri yaşanan değişimler sonucunda kaybettiğimiz değerlerimizin farkına varırlar. Elde ettikleri ipuçlarıyla halihazırın sonuçlarından bunalanlara "nostaljik" esintiler sunarlar; bazıları arabesk "takılır"... Şöyle veya böyle gününü toplumsal dokusunu yansıtmaya çalışırlar ve bunda da başarılı olurlar.

Romancılarımızın durumu biraz farklı. Hikâyecilerimizin "biçim-içerik" konusunda elde ettikleri başarıyı onlarda bulmak zor. Romancılarımız romanı bir oyun bir eğlence aracı olarak görürler. Anlatmak, anlaşılmak yerine, şaşırtıcı olmak tercih nedeni. Ciddi anlamda toplumu anlatmak, yansıtmak cihetinde bir kaygıları olmuş mudur? Bilmem... Ancak böyle bir kaygıları olsaydı, kimi şifreli anlatıma, kimi de "mal bulmuş mağripli" gibi tarihe sarılır, sığınır mıydı? Tarihsel romana karşı olmak bir yana, günden, güncelden, bir kelimeyle realiteden kaçış değil midir bu? İsimleri saymaya gerek yok; romancılarımızın ekserisinde, içinde yaşadığımız zamandan, bu zamanın sorunlarından kaçış vardır. Biçimsel, deneysel arayışlar içinde oldukları doğrudur. Bunu edebiyat adına, sanat adına önemli bir not olarak düşmek isterim. Ancak bu durum, toplumsal gerçekleri ihmal etmeyi, edebiyattan tardetmeyi beraberinde getirmemelidir. Çoğu romancılarımızda dikkati çeken bu yön, korkarım ki onların bilgi ve felsefe eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Biçimsel ve deneysel arayışlar bu eksikliğin -adeta bir ayıp gibi- gizlenmesi için kılıf olmasın sakın?!. Her şeye rağmen işini ciddiye alan, sanat endişesiyle hareket eden romancılarımız, hikâyecilerimiz de vardır kuşkusuz. Onların verdikleri eserler, sayıca az da olsa, Gelecek için umutlu olmamızı gerekli kılmaktadır. Romanımızın ve -özellikle- hikâyemizin geleceğinden umutlu olduğumu, sivrilen bazı isimlerin gelecekte daha güzel eserler vereceklerini söyleyebilirim.


Son dönem hikâyeci ve romancıları arasında beğendiğiniz imzalar kimler? Özellikle değinmek istediğiniz yazarlar...



"Hikâyedeki değişim ve dönüşüm daha dikkat çekici. Hikâyecilerimiz, varoşlardan entelektüel ortamlara kadar uzanan coğrafyayı tarayarak değişimin nabzını tutmaya çalışırlar."

Son dönemle kastedilen herhalde 90'lı yıllardır. Bu zaman diliminde dikkatimi çeken romancı ve hikâyeciler vardır tabii ki. Roman dalında Orhan Pamuk, eleştirilecek bazı yönlerine rağmen roman sanatını en iyi bilen ve uygulayan bir yazarımız. Her şeyden önce, romanı meslek ve dert edinmiş bir kalem. Roman yazmaya soyunanların, onun romanlarından öğreneceği, özellikle anlatım tekniklerini kullanma yönünde öğrenecekleri çok şey vardır. Gölgede kalmış gibi görünse de Selim İleri dikkatimi çeker: Onun romanlarında beşeri sıcaklık -veya lirizm- duru bir su gibi akar. Yine kelime oyunu oynamaktan kurtulursa şayet bir Hasan Ali Toptaş... Onda da bir romancı kumaşı var. Biçebilir ve satabilirse... Tarihsel roman yazmak bir romancının kalitesini belirler mi? Bu konuda biraz kuşkuluyum. O nedenle bu alanda çaba gösterenlere sadece sevgilerimi yollayacağım. Buket Uzuner için keşke romanıyla kendi kendisine ihanet etmeseydi, derim. Elif Şafak, şayet çizgisini ve formunu korursa gelecek vaad etmektedir.

Hikâyeye gelince...

Bu türde ustalığını belgeleyenlerle, gelecek vaad edenleri birbirine karıştırmamak gerekir. İnci Aral'ın, Mustafa Kutlu'nun, Cemil Kavukçu'nun, Ayfer Tunç'un çizgisini tartışmak abesle iştigal olacaktır. Selma Fındıklı, Özcan Karabulut, Sema Kaygusuz, biraz tereddütlüyüm desem de Müge İplikçi, eşyayı "teşhis" illetinden Uğur Özakıncı, nihayet Aslı Erdoğan... benim için gelecek vaad eden isimlerdir.


Son olarak, yayımlamayı planladığınız, hazırlık aşamasında bulunan veya henüz proje aşamasında olan çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?

Yayınlamayı planladığım çalışmalara gelince. İlk elde roman sanatı kitabımın ikinci cildini hazırlamayı düşünüyorum. Tarık Buğra hakkında yarım kalan bir çalışmam var; akademik ortamın telaşından kurtulabilirsem onu tamamlayacağım. Teşekkür ederim...


"Kırkikindi" adına biz teşekkür ederiz.
 

Geri Anasayfa



ANASAYFA | KÜNYE | EDEBİYAT | SİNEMA | MÜZİK | KİTAP | ARŞİV