Yıl:3 Dönem:2 Sayı:8/20

       

     
 

YAZMAYA NASIL BAŞLADINIZ?

 
     
  Merhaba!

Dergimiz dinlenme dönemine girmek üzere olduğundan, yeni bir söyleşi yapmak yerine, yedi aydır yapageldiğimiz söyleşilerden derlemeler yapmayı uygun bulduk. Aralık 2001 tarihinden bu yana edebiyat sayfamızın sütunlarında şairler, yazarlar, akademisyenler sorularımıza cevap verdiler... Bu cevaplar arasında söyleştiğimiz bütün konuklarımıza; yazmaya, okumaya nasıl başladıklarını sormuşuz. Şimdi onları bir arada yayınlayacağız ki bir soruşturmayı andıracak.

Tatilden sonra görüşmek dileğiyle...


MEHMET TEKİN

Ben, talihin biçtiği rolle söyleyeyim, taşralıyım: İlkokulu köyde tamamlayıp lise öğrenimi için ilçeye (Kırıkhan'a) geldiğimde, nasıl taşralı idiysem, liseden sonra İstanbul'a geldiğimde de taşralıydım. Entelektüel ölçülere göre övünülecek bir özellik değildi bu. Üstelik, okuma sorunum vardı. Liseden okuma sorununu çözerek değil, birşeyler öğrenerek İstanbul'a gelmiştim. Bu eksikliğin meydana getirdiği ezikliğin sancısını unutamam.

Peki çare ne idi?

Tabii ki çare okumaktan, okuduğunu anlamaktan geçiyordu. Eh önümde, bilinçli bir tercihle açılmış olmasa da, Türkoloji'nin kapısı duruyordu. Ürkek ve çekingen adımlarla girdiğim bu kapıdan -her şeye rağmen- ileride neyi, nasıl, niçin yapacağını belirlemiş biri olarak çıktım.

İşin hikâyesi şöyle: Nereden icap ettiyse, fakülte üçüncü sınıfta "yazar" olmak istemiştim; dördüncü sınıfta vazgeçtim bu istekten, akademisyen olmaya niyetlendim. Bu hedefe yürürken borçlandığım iki kişi oldu: Biri fakültede hocam olan Mehmet Kaplan Bey, diğeri, 70'li yılların efsanevi ismi Cemil Meriç Bey... Gerçi öğrenciydim ama her ikisine de yakındım: Onların nefesleriyle ruhumu, düşünceleriyle ufkumu genişlettiklerini belirtmek isterim. Kaplan Bey'de şöhrete rağmen tevazuyu, Meriç'te dil ve düşüncenin kudretini gördüm. Mutluydum: Çünkü onlarla kendimi buldum. Mehlika Sultan'a aşıktım ve Mehlika Sultan benim için bilimdi; bilmek ve öğrenmekti... Yazarlık zor zanaattı ve 70'li yıllarda pek de özenilecek bir şey değildi; ikbal ve istikbal pusulam beni akademisyenliğe yöneltti. Akademisyenlik aynı zamanda orta öğretimin yıldırıcı ortamından kurtulmak için çıkış yolumdu. Geç ve güç oldu ama sonunda oldu. Gerisi uzun hikâye...


MEHMET UĞURLU

70'li yılların başlarına kadar götürebilirim, okumayla buluşmanın tarihini. Nereden bulduğumu hatırlayamadığım Altıparmak'ın Peygamberler Tarihi'nden bölüm bölüm peygamber kıssaları okurdum anneme, o yemek yaparken. İlkokul Üç'teydim. Fakat yazmayla asıl buluşmam lise son sınıfta gerçekleşti. Şiir sayabileceğim ilk metni o zaman göndermiştim Mavera dergisinin Okuyucular Köşesi'ne.


İBRAHİM TENEKECİ

Orta birden beri, boyumdan büyük kitaplar okuyarak ve bütün varlığımı kitaplara yatırarak büyüdüm. Askerden geldikten sonra bir şey yapmaya karar verdim ve bu 'şey' şiir oldu. Kağıthane'deki mahalli bir gazetede, daha sonra şu an yazdığım gazetenin 'sizden gelenler' bölümünde bir sürü şiir ve makalem(!) yayınladı. Daha sonra Kardelen'in son beş sayısına yetişmem ve de Dergâh. Diyebilirim ki, hayatımın dönüm noktası, Mustafa Kutlu'yla tanışma anımdır. Gerisini zaten biliyorsunuz.


NURETTİN DURMAN

İlk şiirimin yayınlanmasından yirmi altı yıl sonra (1990 yılında) şiir kitabımı yayınlayabildim ancak. Yaşım kırk beş olmuştu. İlk şiirimin yayınlandığı zamanki heyecanımdan eser kalmamıştı. Binbir meşakkatle çıkan bir ilk kitap. İlk gözağrısı. Yalnız İsmet Özel'e kitabımı imzalayıp verdiğimde biraz kızarır gibi olmuştum. Utanır gibi yani. O da kitabı almış, şöyle bir karıştırmış, "Hoş şeyler" demişti. Şiir için çok uğraştım doğrusu, çok çalıştım, çok okudum, çok uykusuz kaldım. Ömrümün o kırk beş yılına ilişkin detay is, aslında ince bir işçilikle ele alınması gereken şiirsel bir yolculuk. Zaman zaman elim değdikçe de yazıyorum hayatımdaki girişkenlikleri; "Romansı" olsun istiyorum. Zaten adını da Romansı olarak benimsemiş oluyorum. Nerede doğmuşum, nasıl yaşamışım. Çocukluğum, gençliğim ve şiirim. Doğal olarak hayatımda olan şeyler. Ve aşk. Hayatın canı ciğeri. Çalışma hayatım, iş gücüm, okuma serüvenim...

1945 yılında Bingöl'ün Kür köyünde doğmuş oluyorum. Sırtımıza dağı, önümüze ise ovayı, küçük bir ovayı aldığımız bir köy. Harput'ta büyümüş hafız bir babanın ikinci oğlu olarak doğmuş olmam bir şımarıklık da vermiş olabilir bana. Annem güzel bir kadındı. Güzel kadınlar hep ince hastalığa mı tutulurlardı yoksa? Rahmet-i Rahman'a hicret ettiğinde ikinci sınıfa gidiyordum. Güneşli, karlı bir kış günüydü. Öncesinde yaman bir kar yağmış, esip savurmuş, biz annemle camdan rüzgarda savrulan karları izlemiştik. Sonra ortalık sakinleşmişti. Güneş de çıkmıştı üstelik... Ortalık sakinleşince mi çocukların anneleri ölüyor yoksa? Şımarık çocukların, nazlı çocukların, el bebek gül bebek çocukların anneleri ölünce mi dünyanın kaç bucak olduğunu öğreniyorlardı erkenden? Daha çocukken yani. Sonra şehre: Bingöl'e. Sonra şehre: İstanbul'a. Altmış ihtilali olmuştur. Geçimsiz bir üvey anne ne verebilir ki okumak isteyen bir çocuğa? Gözyaşından başka, evden kaçmaktan başka ne verebilir? İstanbul öyle bir şey işte. Özgüven yani; boğulursan büyük denizde boğul meselesi. İstanbul'da Çemberlitaş Vezir Han'da basık bir dükkanın önünde oturmuş şiir yazıyormuşum. Bana "Ne yazıyorsun?" diyen bir amcaya "Şiir yazıyorum." demişim. O da bana anında "Yahya Kemal'i oku, Yahya Kemal'i" deyivermiş oluyor.

İlk şiirimin yayınlanış tarihi 1964 oluyor. Derginin adı "Sanat Dünyası". On dokuz yaşında ilk şiirim yayınlanmış oluyor böylece. 1990 yılına kadarki 26 yıllık şiir geçmişim zorlukların vazgeçilmez yapışkan bir dönemidir hayatımda. Şiirin varoluşuyla koşut şiiri iç alemde tutabilme cehdi. Şiiri bir nefes olarak dış aleme bırakma savaşımı. O arada bir çok dergide şiirlerim yayınlanmış oldu.

Esas itibariyle şiiryoğun düzlemiyle Aylık Dergi bir açılım sağlamış oldu şiirime. Bir derginin şairi olmak, sürekli o dergide yazmak bir ciddiyeti, dahası bir aidiyeti de getiriyor beraberinde. Kendinize ister istemez bir çeki düzen vermek zorundasınız. Kendinizi disipline etmek için de rakipler veya örnekler buluyorsunuz böylece.

Aylık Dergi, Kelime Dergisi... Bu iki dergi önemlidir benim için. Kelime Dergisi daha bir rahatlama ritmi vermiştir bana. Bir bereket zamanı da diyebiliriz buna. 1990 yılında Müştehir Karakaya, Mürsel Sönmez, Mesut Doğan ve diğer arkadaşlarla Kardelen Dergisi. O yıl yayınlanan ilk kitap. "Şehrin Üzerindeki Bulutlar" Kardelen Yayınları'nın da ilk kitabıdır aynı zamanda. Birikmiş şiirlerin, kalın bir dosyanın, ince bir şiir kitabı olarak 45 yaşında gün yüzüne çıkmasıdır. Ne demeli başka, ilk kitap işte, her şeye rağmen harika bir şey.


ZEMÇİ ÇETİNKAYA

Şiire ortaokul yıllarında başladım. Şairliğimin galiba kalıtımsal bir yönü var. Dedem Gürünlü Cefâdâri kalem şuarasındandı. Halk şiiri tarzında söylenmiş çok güzel manzumeleri vardır. Babam bunları kendince bir makamla okurdu. Onlardan epeyce etkilendiğimi düşünüyorum. Hatta bu etkinin kimi olumsuz yanları bile oldu. Örneğin:

Ben dünyada sevinip de gülmedim
Şad olup da gülen gelsin yanıma
Geçti ömrüm nere gitti bilmedim
Hesap edip bilen gelsin yanıma


kıtasıyla başlayan şiir, çocuklarda yaşamaya karşı menfi hislerin uyanmasına mucip olur. Üniversite yıllarına kadar bütün bir çocukluk ve gençliğimin epeyce "efendi" olarak geçmesinin sebebi belki de budur.

Şiire yeteneğim ve zaafım olduğu ortaokulda anlaşıldı. Kendisini hürmetle yad ettiğim Türkçe öğretmenim Kadir Gülsoy, Gürün'ü anlatan bir şiir yazmamızı ödev olarak vermişti. Herkesin şiirini kabul etti; benimkine sen yazmamışsın, dedi. Çünkü vezin ve kafiye bakımından çocuk işine benzemiyordu. Aynı gün hocamı hicveden bir manzume daha yazdım, hoşgörüyle karşıladı ve inanmak zorunda kaldı. Hatta bu manzume dolayısıyla epeyce imalı tebessüme de maruz kaldı.

Yine Gürün Lisesi'nde merhum hocam şair ve romancı Özkan Yalçın'ın yüreklendirmesiyle şiirler söylüyordum. Daha çok da hicviyeler. 5/Edebiyat sınıfının her öğrencisi için bir kıta olmak üzere yazdığım destan lisenin duvar gazetesinde yayınlandı. Epeyce meşhur olmuştum. Başka bir edebiyat öğretmenimiz Mübeyyen Hanım çok güzel divan şiiri anlatırdı. Baki'nin

Fermân-ı aşka cân ile var inkıyadımız
Hükm-i kazaya zerre kadar yok inadımız


mısraıyla başlayan gazeline nazire yazmıştım. Okuduğunda çok şaşırmıştı ve tabii beğenmişti de.

Üniversite yıllarında okumak yazmanın önüne geçtiği için (maalesef hala öyle) birkaç muvaşşanın dışında pek bir şey yazamadım. Ama sahiden çok okudum. Gerek Ege Ün. Kütüphanesi gerek Atatürk Ün. Kütüphanesi bu konuda çok işime yaradı. Çalışanlarla o kadar yüz göz olmuştuk ki bana özel bazı ayrıcalıklar tanırlardı. (Üçten fazla kitap ödünç vermek gibi.) Dönem dönem okuduğum yazarlar oldu. Mesela ortaokulda Orhan Kemal ve Aziz Nesin, lisede Necip Fazıl, Yahya Kemal, D.H.Lavrence, Tolstoy okudum. Üniversitede yazar ve eser okudum. Ama en çok Sezai Karakoç ve Tolstoy ile haşır neşirdim. Lisans tezim de Sezai Karakoç üzerine oldu. Tolstoy'un bazı eserlerini çevirmenleri farklı diye ikişer defa okudum.


İBRAHİM DEMİRCİ

İlk yazı ve şiir çalışmalarım okulların duvar gazetelerinde çıktı. Biz öğrenciler, demek ki o zamanlar, başkalarına söyleyecek sözümüz olduğuna inanır, sınıfın-okulun bir duvarındaki pano üzerinde de olsa o sözü söyler, o çizgiyi sergiler imişiz. Bu duvar gazetelerinin herhangi bir denetimden geçtiğini de hatırlamıyorum. Özdenetim dışında "resmî denetim" yoktu, belki kimi zaman, kimi öğretmenlerin yarı sitemli uyarmaları olurdu; daha özgür bir ortam vardı demek. Bu duvar gazeteleri resmî-göstermelik, zoraki duvar gazeteleriyle karıştırılmamalıdır. Bizim bu çalışmalarımızdan rahatsız olan bir öğretmenin derste şöyle bağırdığını hatırlıyorum: "Cebirden 5 almayı beceremeyenler, çarşaf çarşaf yazı yazıp vatan kurtarıyorlar!" Cebirden 5 alma peşinde koşanların "vatan" diye bir dertleri olmadığını, "gemisini kurtaran kaptan" olmaya göz diktiklerini bilmeyen bir zavallı olduğunu düşünmüştüm o öğretmenin; bir punduna getirip derste -belki de aynı dersti, bilmiyorum- soru ve yorumlarımla zor duruma düşürmüştüm onu. Beni teneffüste yanına çağırıp ağlamaklı bir sesle "Ben sana ne kötülük ettim?" demesi, şaşırtmıştı beni. Herhangi bir konuyu açıklıkla tartışabilecek olgunluktan, yanlışını düzeltebilecek zihin ve gönül genişliğinden yoksun oluşuna hüzünlenmiştim. O olayı her hatırlayışımda aynı hüznü duyarım. (Bu ortam 12 Eylül'den sonra yok edildi, diyebiliriz. "Profesyonel vatan kurtarma", ağırlığını ortaya koyunca amatörlere iş kalmadı belki de!)

Basılı ilk şiirim Balıkesir'de haftalık gazete Anahtar'da çıkmıştı. Adını dizgide "Ufkumdan Tayfalar" yapmasalardı, tashih sırasında düzeltip "Ufkumdan Tayflar" yapmasaydık, herhalde tamamen unutmuş olurdum o şiiri. Nitekim bugün de yalnızca adını hatırlıyorum. (O sırada "İdeolocya Örgüsü"nün de "İdeolocya Öyküsü" şeklinde dizildiğini görüp gülmüştük.)

Erzurum'da içinde bulunduğum çevre, hep kalbimizde hissettiğimiz tarihe, aşka ve inanca derin bir bağlılık içeren manevi sorumluluk duygusunun yanı sıra, bir yandan Atasoy Müftüoğlu ile bir yandan Nuri Pakdil ile bağlantılı bir çevre idi. Önümüzde yanımızda rahmetli Mustafa Sarıçiçek, Cemil Çiftçi (Cela), Nevzat Şeker gibi ağabeylerimiz; Beşir Atalay, Ersin Nazif Gürdoğan, Ahmet Aksay, Süleyman Acar, Ömer Okumuş, Nazif Şahinoğlu gibi akademisyen müzahirlerimiz (içimden bu kelime geldi işte) vardı. Siyasal çatışmaların uzağında durmaya çalışan, düşünce ve edebiyat eksenli bir topluluk içinde idik.

Kaldığımız evlerde kitaplar, dergiler okunur, şiirler ezberlenir, gerekirse tartışılırdı. Mehmet Kahraman (şimdi, doçent mi?) ile evde yarısı eski yarısı yeni harflerle elde yazılan bir duvar gazetesi çıkardık bir süre. Sevgili ve rahmetli Mustafa Sarıçiçek o duvar gazetesini görüp şiirlerimden istedi; elden mi verdim, posta ile mi yolladım, şimdi anımsayamıyorum; onları Nuri Pakdil'e ulaştırdı. Böylece, Edebiyat'ta şiirlerim çıkmaya başladı.

Nuri Pakdil, yabancı dile ve düzyazı disiplinine de çok önem veriyor, bizim de bunların üstüne düşmemizi istiyordu. Onun yüreklendirmesiyle kimi deneme, öykü çalışmaları (Selim Yavuz müstearıyla), Fransızca'dan yaptığım çeviriler de yer aldı Edebiyat sayfalarında. Liseden arkadaşım Ali Ulvi Temel de Edebiyat'ın bürosuna sürekli gidip geliyor ve öyküler yazıyor, çeviriler yapıyordu. Ali Göçer ile, Fuat Altınsoy ile, rahmetli İbrahim Sarı ile birlikte idik. Rahmetli İlhami Çiçek ile de sık sık görüşürdük.
 

Geri Anasayfa



ANASAYFA | KÜNYE | EDEBİYAT | SİNEMA | MÜZİK | KİTAP | ARŞİV