Yıl:3 Dönem:2 Sayı:8/20

       

     
  KATMERLİ BİR YALAN HİKÂYESİ

MEHMET HARMANCI



Soğuk, ayak parmaklarımı yemiş olmalıydı. Ayakkabının içinde parmak kısmını hissedemiyordum. Kar, kış, kıyamet demeden dolaşmıştım sokaklarda. Gerçi gidecek bir yerim de yoktu ya... Cebimde suyunu çeken paraların kırıntılarını avucuma toplayıp şöyle bi göz attım. Çayla simit ederdi. Karşıma çıkan ilk çayocağına daldım.

60'larda yapılmış bir apartmanın bodrumundaki bu çayocağına daha önce uğramamıştım. Şehrin bu semtlerine de pek uğramazdım. Ocağın yanına, bir iskemleye tünedim hemen. Ocakçı, saçının akı karasından çok, bıyıksız, beyaz yüzlü, kıvırcık saçlı bir adamdı. Duvara, davlumbazdan artakalan boşluğa bir Fenerbahçe bayrağı ve Orhan Gencebay posteri asılmıştı.

-Bi çay ver usta!

-Büyük bardak, küçük bardak?

-Büyük tabii... Bu kadar donmuşken...

Konuşmaya başlamamız bu şekil olmuştu.

O beni süzüp anlamaya, ben ona bakıp neler konuşacağımı toparlamaya çalışıyordum. Nasıl olsa buralarda beni tanıyan olmaz; sorarlarsa bir yalan atar eğlenirim diye düşünüyordum ki, ocakçı laf attı:

-Kimsin? Necisin? Konuş da vakit geçsin, hikâyeni dinleyelim.

Hazırlıklıyım ya... Kekelemeden, duraksamadan söze başladım:

-Abi, sorma ya! Ben evsiz, işsiz, garibin tekiyim. Anlatacak neyim var ki?! Hikâyem alelâde. Gazetelerin üçüncü sayfalarında bolca bulunabilecek hikâyelerden. Asıl sen anlat bakalım, bilge birine benziyorsun. Giyindiklerinden anladığıma göre zevkin de hiç mi hiç ocakçı zevkine benzemiyor.

-Evlat, benim hikâyem de yıllardır Yeşilçam'ın anlatmakla bitiremediklerinden birisi işte. Klişe... Köyün en güzel kızı Dilrüba'yı sevmiştim. Yıllar yıllar önce. Vermediler. Kaçalım dedik, buralara geldik. İyi kötü bir iş buldum. Dilrüba hamile. Ev derme çatma ama mutluyuz tam anlamıyla. Ne demişler iki gönül bir olunca, samanlık seyran olurmuş. İşte öyle. Geçinip gidiyoruz. Dilrüba'nın günleri de yaklaşıyor. Derken doğum vakti geliyor. Kader bu ya, ben o sırada on beş günlüğüne gittiğim bir köyde çalışmaktayım. O yalnız başına. Yardım eden de olmuyor. Hem o, hem çocuk doğum esnasında...

Gerisini getiremedi. Hıçkırıklar ve gözyaşları... Ben de tamamlaması için üstelemedim. Bir çay daha verdi. Sırtını bana döndü. Boynundaki peşkirle gözyaşlarını sildi. Tekrar bana dönerek anlatmayı sürdürdü.

-İşte o gün bugündür, buralardayım. Bu çayocağına garson olarak girmiştim. Şimdi ocakçıyım. Otuz yıl oldu. Dile kolay. Allah seni inandırsın, ne kadın eline değdi elim, ne de bir kadına alıcı gözüyle baktım. Dilrüba'yı unutamadım.

Konuşması da, kıyafetleri de, gereğinden fazla idealize edilmiş hikâyesi de adamın yalan söylediği yönündeki kanaatimi güçlendirmişti. Ancak bekleyip görmekten başka çarem yoktu.

Bu adam kimdi?

Ben üç beş çay daha içtim, cebimdeki paranın suyunu çektiğini unutarak. İki simit yedim. Garson çocuğun manyaklık düzeyindeki zap merakı sonucunda dünya televizyonlarının yayın politikaları hakkında bir konferans verecek, bir de makale yazacak kadar bilgi sahibi bile oldum. Soğuktan sıcağa geçmiş olmanın verdiği rehavetle uykunun iyice bastırdığı bir anda, uyku ile uyanıklık arasında gelgit yaşarken, çay ocağına bir adam girdi. Ocakçıya doğru yöneldi. Bütün olanları, kısık baktığım, uyanık olduğum anlaşılmasın diye öyle baktığım gözlerle takip etmeye başlamıştım. Yeni gelen ocakçı bizim ocakçıya:

-Yeter mi Hilmi Abi, artık geçeyim mi işimin başına?

Derken, ocakçı işaret parmağını dudağına götürüp sessiz kalmasını imliyordu yeni gelen adama, beni de göstererek...

Üstbaş değişikliği tamamlanıp, Hilmi ocakçı kıyafetlerinden tamamen çıkınca vedalaşarak gitmek için kapıya yönelmişti ki yerimden fırladım.

-Usta nereye?

Şaşırdı. Donakaldı. Kendini toparlayınca:

-Şeyy, dedi, vardiyam bitti de gidiyordum.

-Nereye abi, anlattığına göre evin yoktu senin?

Hiç duralamadan, konuyu değiştirerek sözüne devam etti:

-Ulan kerata, tamam anlatacağım doğrusunu. Ama sen de anlatacaksın! Anlaştık mı?

-Valla billa benim hikâyem bu kadar abi. Sokak çocuğuyum ben. Yalan söylüyorsam naha şuradan ığranamayayım.

Dedim. Yine inanmış gibi görünmedi. Üstelemedi de... Anlatmaya başladı.

-Ben tiyatrocuyum. Yeni çalıştığımız oyunda bir çayocağında ocakçı rolünü üstleneceğim. Bunun için, üç aydır, her gün biraz buraya takılıyorum. Anladın mı?

Konuşmasını bitirdiğinde apartmanın dış kapısına gelmiştik. Sevindim. Yalanım ortaya çıkmadan ayrılacaktık. Hikâyemi tekrar sormasın diye hemen veda faslına geçiyordum ki kapıyı dışarıdan Kâmil Abi açtı. Babamın makam şoförü. Zabıta memuru Kâmil Abi. Açar açmaz da ünledi:

-Ne o len Neco! Yine ne işler çeviriyon? Hikâye yazacam diye yanlış işlere bulaşma, bak geçen sefer başkanımın elinden seni zor aldık. Bu sefer karışmayız haa!

Hece Dergisi, Sayı: 60, Aralık 2001
 

Geri Anasayfa



ANASAYFA | KÜNYE | EDEBİYAT | SİNEMA | MÜZİK | KİTAP | ARŞİV