Yıl:3 Dönem:2 Sayı:7/19

       

     
  KİTAP HAFIZASI:

SABAHIN SAHİBİ VAR

MUSTAFA ŞAHİN



"na ümid olma sakın düştün ise bahr-i gama
seyr-i emvâc-ı felaket geçer inşallah"


"Sabahın sahibi var": Bu sözü yeni duydum. Bin yıllık bir kasabada duydum. Kasabanın eski adı Banazı, yeni adı Konak. Yaşlı bir kadın söyledi. Bir yakınıyla nizalı bir arsa/arazi işini konuşurken, söz, kadının aleyhine uzayıp mahkemeden avukattan açılınca önce "bildiğin birinden geri kalma" diye meydan okuduysa da kâr etmedi: "dokuz yetimimin hakkını yedirtmem" deyişi fayda etmeyince dermansız dizleri üzerinde doğruldu ve kalkarken ses tonunu yumuşatarak "Sabahın sahibi var", dedi. Çok tuttum bu sözü. Öyle denk düştü ki, öyle denk düştü işte. Mümkünse ve bir sakıncası yoksa siz de bu sözü tutunuz.

Zihnimizi işgal eden binlerce lüzumsuz yargı cümlesinden birinin yerine bu sözü ikame etsek ne iyi olur. İşlerin sarpa sardığı, yüreğin daraldığı yerde "sabahın sahibi var" desek ne hoş, ne müthiş olur. Bu söz sözlerden bir söz değil; tutulacak tutunulacak bir söz. Bu müthiş sözün arkasında çok belli ki, derin bir öz var. Bu sözün içinde kimsenin ruhunu ayazda bırakmayacak ve kimseyi üşütmeyecek bir iklim var. Bu, ya da buna muadil bir söz bütün yorgunluğumuzu alabilir. Bu söz yemyeşil bir vadi açabilir önümüze. Bu söz sayesinde kuruyan otlar ve ağaçlar ve yapraklar bir anda yeşerebilir. Gecelerimize musallat olan kaygıları ve elemleri gecenin örtüsüne sarıp katlayabiliriz bu sözle. Sabahı beklemeden, umudu, özlemi kuşanabilir, sabaha, şafağa, gündoğumuna doğru yola revan olabiliriz.

Neye dikkat kesilirseniz dikkat kesildiğiniz şey sizi kavrıyor bu dünyada. Tesadüfe hiç yer yok. Öyle yok ki, öyle yok işte. Biraz kurgulamışım gibi gelebilir ama, inanınız değil. Bakın bundan iki gün önce ne oldu? Akşam saatiydi, güneş batmıştı ya da batmak üzereydi. İçimde izdiham oluşturan kim bilir kaç meseleyi aynı anda kendimle tartışırken Karanfil Sokağın köşesinde dilenci bir kadının şöyle seslendiğini duydum: "Akşamlar hayrına evlatlarım, akşamlar hayrına." Dilenci kısmının ne dediği öteden beri dikkatimi çeker. Dünyanın bütün dilencilerinin nasıl dilendiklerini, dilenirken ne dediklerini merak ederim. Çok dilenciye kulak vermişimdir ama, bir dilencinin "akşamlar hayrına" dediğini ise ilk kez duydum. Müthiş sarsıcı bir deyiş. Durdum ve dilenci kadının bütün sesini, bütün vurgularını zaptetmeye çalıştım. Unutmamak için de tekrarladım durdum:

"Akşamlar hayrına... Akşamlar hayrına..."

Sonra yürüdüm gittim.

Bu akşam, yani, şu yazının başına oturduğum, yazının da başıma oturduğu Perşembeyi Cumaya bağlayan Nisan gecenin akşamı eve dönüyordum. Hakan ve Gökhan'la konuşmuş, iki taraflı ferahlamıştım. Otobüsle Dış kapıya geldikten sonra dolmuşa bindim. (Ki biz, dolmuşa bineriz demiştim evvelce.) Evet, dolmuş leb-a-leb dolmuştu. Ayaktaydık. Farkında değildim ama, dikkatim de ayaktaymış. Dolmuş, Kalaba'ya geldiğinde yaşlı bir amca: "münasip bir yerde inebilir miyim evladım", dedi. Şoför münasip bir yerde durdu ve yaşlı adam inerken "Cümleten hayırlı geceler, hayırlı cumalar", dedi: Cümleten hayırlı geceler ve hayırlı Cumalar. Bir toplu taşım aracında dünyanın kaç ülkesinde, insanların kaçta kaçı birbirine böyle der. Bilemem. Dünya bu sözler ve bu insanlar yüzü suyu hürmetine hâlâ yaşanmaya değer değil mi?

Hayret bir şey, değil mi. Hayret bir şey. Yoksa hayret edilecek bir şey yok mu burada? Şaşılacak bir şey var da hayret edilecek bir şey yok mu? Hayret edilecek bir şey var da şaşılacak bir şey mi yok? Asıl benim halim mi şaşılacak şey? İnsan burada durduğu halde yabancılaşabiliyor, ne tuhaf. Belki, hem şaşılacak, hem hayret edilecek bir şey var. Yanı başındaki insanlara bu kadar uzaktan bakıyor olmak şaşılacak şey. Bu ruhun, bu irfanın bunca saldırıya rağmen hâlâ yaşıyor olması hayret edilecek şey. Her üç cümleye de bir hafta içinde şahit olmuştum. Her üç sözü duyduğum insanların üçü de yaşlıydı. İkisi kadındı, biri erkekti. İnsan korkuyor. Bu idrak, bu irfan, bu iklim bu ülkeyi bırakır mı diye. İnşallah bırakmaz ama, işte ama... Yazık ki ait olduğumuz muhitlerde bu dil dolaşımda değil. Çok dışarıdan, çok ecnebi bir bakış mı bu? Üzerinde durmayı hak edecek cümleler mi bunlar?.. Her üç cümlenin zaman dâir olması mânîdâr değil mi?

Bilmiyorum, bu ahşap çerçevenin içinde fulü fotoğraf çok eski. Bu fotoğrafın alıcısı kalmamıştır biliyorum. Bu zarf da, bu mazruf da asar-ı atika biliyorum. Eski eserler yağmacılar dışında kimseyi ilgilendirmiyor. Peki, kızgınlığını, öfkesini, özlemlerini "sabahın sahibi var"a havale eden, "akşamlar hayrına" dilenen, tanıdık tanımadık herkese hayırlar dileyen anlayış nasıl bir hayat tasavvurudur? Bu, nasıl bir duygu ve düşünce iklimidir? Bir başka soru: Bu cümlelerin kurduğu bir hayat, bir ev, bir yurt nasıl sarsılır? Bu cümlelerle örülecek bina, şehir ve hayat mimarisi kaç şiddetindeki depreme dayanıklıdır? Bu irfanın, bu toprağın çocukları kaç şiddetinde depremler gördü? Depremlerde ne kadar insan enkaz altında kaldı, ne kadarı hayatta? Şiddetli geçimsizliklerin doğurduğu gerilimler kaç nesle mal oldu? Ve kaç kez, altı üstüne gelecek sarsıntılar yaşadı bu ülke? Şimdi "İyi günler", "OK", "Kendine iyi bak" diye vedalaşan ve "melali anlamayan nesiller"e dokunur mu bunlar?

Demek, Türkiye'nin Tabanı, Türkiye'nin Ruhu, Türkiye'nin Şirazesi'ne ilaveten Türkiye'nin Kumaşı da yazılmalı. Belki ilk cilt Türkiye'nin Kumaşı olmalı. Dolmuşta, otobüste, Pazar yerinde hiç tanımadığı insanlara "Hayırlı Geceler, Hayırlı Cumalar" diyen dede kimdi? "Atlas sedirinde mavera dede" o muydu? Öfkelendiğini Allah'a havale ederken gelecek kaygısını "Sabahın sahibi var" diye aşan o yaşlı kadındı bu toprakların annesi. Bu toprağın tabanını, ruhunu ve kumaşını bilen tanıyan dilencisi "Akşamlar hayrına evlatlarım" diye dilenir ama, o Kızılay hengamesinde bu sese, bu söze kulak kabartacak evlatlar nerede?

Evet bu, bir dil, bir diş, bir söz ve söylem meselesi değildir. Bu, bir kumaş meselesidir. Evet, yer altı zenginliklerimiz yer üstü zenginliklerimizden çoktur. Ama, yer üstü zenginliklerimiz de az değildir. Tam bu sözlerle içten dikişlidir bu ülkenin astarı ve bu ülkenin kumaşı. Tam da bu sözlerle içten dikişlidir bu ülkenin ruhu. İbrişimle içten dikişli. Bu ruhun terzileri de, nakkaşları da, mimarları da ne temiz işler görmüşlerdir. Onların yüzü suyu hürmetin dünyanın direği yıkılmıyor.

Evet, bu sadece bir dil meselesi değil, bir doku meselidir aynı zamanda. Bu dokuyu yalnızca dilbilgisi kurallarını öğreterek, yalnızca test çözdürerek, yalnızca dolaylı tümleci havadan tavaya düşürerek anlatamaz bu ülkenin çocuklarına edebiyat öğretmenleri. Oysa, yalnızca edebiyat öğretmenleri bile bu ülkenin bütün sorunlarını çözebilirler. Ki bu ülkenin çözümsüz meselesi yok aslında. Edebiyat öğretmenleri çalışsa Cebir öğretmenlerine hiç iş kalmayabilir. Onlar isteseler bu dokuyu, bu kumaşı hiç zedelemeden bu dilin üstündeki/altındaki/içindeki dili ve bu ülkenin kapalı perdelerini aralayabilirler. Edebiyat öğretmenleri, tarih ve coğrafya öğretmenleri, bu ülkenin ana dilini, yani KUŞ DİLİni hepimize öğretebilirler. Ama, Coğrafya bilmeyen, melâli anlamayan dili, tarihi nereden bilsin.

Son söz bizim Bizim Yunus'tan:

Bizim Yunus diyor ki:

"Gayrıdır her milletten şu bizim milletimiz"

26 Nisan - 3 Mayıs 2002, Gerçek Hayat
 

Geri Anasayfa



ANASAYFA | KÜNYE | EDEBİYAT | SİNEMA | MÜZİK | KİTAP | ARŞİV