« Anasayfa | Künye | Arşiv 7 Aralık 2024, Cumartesi
Gündem: Kültür-
Sanat
Gündem: Hayat
40i Gündem Nöbetçi Köşe
40PENCERE
Yakın Plan
Ahmet Aksoy
Amerikan Kâbusu

İzlence
Mehmet Harmancı
"36": Kifayetsiz Muhterisin Resmidir

[ Sinema -> Haber-Veri-Yorum ]

Kanadı Kırık Kareler: Sinemanın Engelli Sunumu

Vasfi Çamdibi

19.02.2006 - 17:50

"Bir gün gözlerimin ta içine bak,
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış" - Sezai Karakoç

Hayat piyangosu çekilmiş, herkesin hesabına bir şeyler düşmüştür. Hüzün ve mutluluk kırıntıları insan ayırt etmeksizin yağmıştır üzerlere... Bu yağmur altında kimin şanslı, kimin şanssız olduğunu söylemek zordur; çünkü hayat, sürdüğü sürece hep bir piyango olarak kalmaya devam edecektir. Bugün şansı gülmeyenler için yarına dair bir şans umudu vardır mesela. İşte bu, hayatın ışıldayan yüzü sayılabilir; gülmekte olanların gülüşlerini ebediyete kadar sürecek saymaları da büyük bir yanılgı...

Hayat piyangosundan üzerlerine derin izler serpilen insanlardandır engelliler... Kısıtlanmışlıklarıyla hep bir sabır sınavı içerisindedirler. Kullanamadıkları ya da eksikliğinin hayat dairelerini çizdiği organları onları kısıtlar kısıtlamasına da, nedense zor olan genelde "dış dünya"dır onlar için. Algılar, anlayışsızlıklar veya acımalar bir yana, dışarıda güzel bir hayatın var olduğunu bilmek bile bazen incitici olabilmektedir.

Yazımızda, hayatları küçülmüş insanların beyazperdeye yansıyan hikâyelerini irdeliyor, sekans aralarından bakışlar devşirmeye çabalıyoruz.


Forrest Gump

Oyunculuğuyla Tom Hanks'e Oscar kazandırmış bir filmdir Forrest Gump. Sipastik engelli ve IQ'su normalin altında bir insanın hayatını aktaran film, engelli birinin şanssızlığının başka şanslarla dengelendiği vurgusuyla sanki ilahi adaletin tecellisine delalet eder! Zayıf bir karakterin ödünlemesi, adeta senaristçe sağlanmaktadır. Bunların üstüne bir de, ihtiyaçtan fazla şansın gereksiz olduğu dersini de verir film. Ama başkahraman bu şansa layıktır; çünkü o kısıtlanmıştır ve bunu hak etmektedir. Bu şans o kadar abartılır ki, bu yüzden film mizahi bir görüntüye bürünmekten kurtulamaz.

Filmde, Forrest Gump'ın çocukluk yıllarına da rastlıyoruz. Sipastik engelli Forrest, yürüyebilmek için yürüme cihazı kullanmaktadır. Bir gün, okuldaki kötü çocuklar bisikletleriyle Forrest'ın peşine düşerler ve ona kötü davranmak isterler. Forrest ise en sevdiği arkadaşı Jenny'nin, arkasından "Koş Forrest koş!" diye bağırmasıyla birlikte birden koşmaya başlar ve öyle hızlı koşar ki yürüme cihazları etrafa saçılır; o ise hâlâ koşmaya devam etmektedir. O günden sonra yürürken, daha doğrusu koşarken artık yürüme cihazlarına ihtiyacı olmayacaktır.

Eski Türk filmlerindeki, şimdilerde mizah unsuruna dönüşen, hatta bir dönem reklamlarla ti'ye alınmış olan "Aman Allah'ım kör oldum." ve arkasından gelen "Görebiliyorum, ne mesudum!" türü repliklerin, Oscar'lı bir filmde realize olmasından başka bir şey değil bu. Ani şoklar, engellilerin engellerinin en etkili ilacıdır! Ama nedense bunlar hep filmlerde olur!

Filmde Teğmen Dan üzerinden sergilenen engelli hayatı, nispeten daha realist duruyor. İsyansı sözlerle Tanrı'ya küstüğünü belli eden iki ayağı olmayan bir adamın Forrest'dan ders alarak hayatına çekidüzen vermesi ve hayata bağlanması... Eksik tarafları olsa da filmdeki en gerçekçi projeksiyon Teğmen Dan üstünde odaklanıyor. Bu kadarı biraz sığ belki... Ya da Forrest'a odaklanmış filmde o kadarını gösterebilmek bile bir lütuftur, kimbilir!


Kadın Kokusu

Al Pacino'nun başrolünde yer aldığı Kadın Kokusu isimli film ise; görme engelli, yaşlı bir adamın, Şükran Günü tatili için şehir dışına giden ailesinin eve bakıcı olarak bıraktığı genç bir adamla yaşadığı ilginç birkaç günü anlatıyor.

Görme engelli Frank (Al Pacino), göremeyen insanların ileri düzeyde olan yetilerine sahiptir kuşkusuz. Nedir bunlar? Çok iyi bir hafıza, radarlar kadar hassas kulaklar ve en ince kokulara bile duyarlı bir burun... Ama filmde bu, genelde kadınları koklayan bir burunmuş gibi lanse ediliyor!

Frank çok huysuz biri. Yaşlılığın huysuzluğu artıran bir etken olması anlaşılabilir belki. Ama onun huysuzluğu daha şedit; çünkü o hayatı simsiyah görmekte! Bu yüzden engellilerin huysuz oldukları savı filmde önplana çıkıyor. Bakıcı gencin, incitmekten korkan ama bir o kadar da naif duruşu ise toplumsal bakışı simgeliyor herhalde. Gencin bir bakıcı olması ve adamın da yukarıda durması, "eksik" olmanın hıncının "sağlam"dan çıkarılmasıyla, bir anlamda gücün, zayıflık karşısındaki tatminiyle sonuçlanıyor. Sonraları bu iki insan dost da olsalar, "engellenme"nin kendisinde "kompleks"e dönüştüğü yaşlı adam görüntüsü hafızalarda kalmaya devam ediyor.

Kadın Kokusu'nda, engellilere dair bir vurgu daha var: İntihar. Frank, biriktirdiği maaşlarla Şükran Günü tatilini, en lüks yerlerde birkaç gün geçirme fantezisine dönüştürdükten sonra önceden kurguladığını anladığımız bir intiharı uygulama safhasına geliyor. Burada bakıcı gençle Frank'in bir düellosu var. Bakıcı, her "dışarıdan bakan"ın çıldırtıcı pembemsi bakışları gibi umut yüklü mesajlarla Frank'i kararından döndürmeye çalışıyor. Frank ise "hangi hayat?" diye soruyor ve "bir hayatım olmadı benim" diyerek en karanlık yerinden bakıyor olaya. Bu çatışmanın sonunda tartışmasız galip çıkan biri var, o da aşk. Frank, kararından dönüyor ve tatil dönüşü bulduğu yeni bir bayanla geçireceği zamanların hayalini kurup hayata bağlanıyor. Film böylelikle mutlu bir sonla bitiyor. İşte size hayatın anlamı!


Karanlıkta Dans

Bahsini edeceğimiz bir diğer film, buz gibi filmlerin yönetmeni Lars Von Trier'den: Karanlıkta Dans. Filmde, başlangıçta birazcık görebilen ama daha sonra hiç göremeyecek olan bir annenin çocuğu adına katlandığı zorluklar aktarılıyor. Yukarıda değinilen filmlerin aksine Karanlıkta Dans, hayatın aslında hiç de o kadar pembemsi olmadığını söylüyor. Biraz daha gerçekçi bakıyor yani. Fakat bunu öyle soğuk ifade ediyor ki; film, hayattan daha soğuk bir hale gelebiliyor. Müzikal taraflarıyla yumuşayan sekanslar, ardındaki soğuklukla yeniden üşütüyor bizi. Garip bir senaryonun sonundaki soğuk bir finalle kapanan perde, geride ifrata varan kareleri bırakıyor.


Vizontele Tuuba

Son dönem Türk sinemasında da engellilere ilişkin karelere rastlıyoruz. Vizontele Tuuba'nın Tuuba'sı, tekerlekli sandalyeye mahkum bir kız. Deli Emin'le buluşmaları toplumun "ötelediği" karakterlerin kendilerini buluşmak zorunda hissetmeleri ya da yalnızlaştıkları noktada birbirlerini görmeleri olarak anlaşılabilir. Düşenin halinden de düşen anlar, bunu da yadsıyacak değiliz.

Deli Emin, Tuuba'yı "son derece normal" biri gibi karşılar ve ona hastalığıyla ilgili sorular sormaz. İşte bu yüzden film, toplumun hali hazırda engelliye yaklaşımını eleştirir ve "olması gereken" için yapılması gereken ekstra herhangi bir şey olmadığı düşüncesini gündeme getirmesiyle doğru bir yaklaşım sergiler.

Tuuba; hayatı şehir şehir dolaşmakla geçmiş, dönemin siyasetine bulaşmaktan kendini alamamış, bu yüzden ağzı çok kere yanmış bir kütüphane müdürünün kızıdır. Filmde bir kez daha ağzı yanan baba; engellilerin var olan tabiiyet mecburiyetine ilaveten kendininkine de uymak zorunda olmasının ezilmiş bir yüreği kuşkusuz daha da yaraladığını acaba biliyor mudur? Bunu göremeyiz. Bu duyguları, işi Polyannacılığa vurmuş bir kız eliyle görmeniz de neredeyse mümkün değildir.


Milyonluk Bebek

Oscar'lı Milyonluk Bebek'imizin dillere destan azmi var sırada. Kendini buz gibi bir antrenöre kabullendirebilmek için atmadığı takla kalmayan kahramanımız, nihayetinde çalıştırılma liyakatine ulaştığını görebilen Frankie tarafından adeta ölüme hazırlanmaya başlanır. Karşısındakini alt etmeyi alışkanlık haline getiren ve başarıya adeta alışan bebeğimiz, canını acıttıklarına merhamet etmekten de ısrarla uzakta tutulur. Nihayetinde boks bir merhamet sporu değildir. Ama kahramanımızın unuttuğu bir şey vardır: Merhamet etmeyene merhamet olunmaz!

Başarının, azmin, gayretin ve en önemlisi hayatın ipi, unvan maçında kopacaktır. Rakibini tam da alt etmek üzereyken kural dışılığın hain elleri kahramanımızın boynunu büküverir. Ne yazık ki bükmekle de kalmaz, üst seviyeden bir omurilik hasarı da verdirmiştir. Başarıya ve harekete endeksli bir hayat için simsiyah günler kapıdadır.

Sadece nüfus kütüğünde "anne" olarak gözüken bir kadının, kızını bu perişan halde kabul etmesi de herhalde mucize olacaktır. Son bir umutla kızının paralarına yönelen sözde anne, elleri havada kalınca yalnızlığın ülkesine bir saniyelik uzakta olduğunu unuturcasına, o ülkenin yeni bireyi kızını öylece ortada bırakıverir. Milyonluk Bebek'imiz artık yapayalnızdır. Herkes gitmiştir. Başarılar, alkışlar, taktikler, yumruklar... Bacaklarının biri bile... Tek dostu Frankie ise iç dünyasında bütün bunların sorumlusunu aramakla meşguldür. Onu hayata bağlayabilecek bir şeyler yapmaktan çok uzaktır. Dedik ya, ip kopalı çok olmuştur. Neyi nasıl bağlayacaksınız?

Frankie, yapabileceği tek şeyi üzülerek de olsa yapar; dostunu bu kurtuluşu olmayan çıkmazdan kurtarır! Ne ki, elinden hiçbir şey de gelmez! Dostu ise bu iyiliği bütün kalbiyle istemektedir! Felç, eski devirlerdeki günlerine geri döner. Bir son dönem filmi de ancak bu denli gerçekçi olabilir!

Gerçek olan bir şey vardır: Başarı, afiyet, mutluluk ve benzerleri, ve olumsuzları tavan yapsa dahi sonsuza dek sürecek değildir. Kuşkusuz var olan ama şimdilik hayallerdeki sonsuzluk duygusu ise, hayatının dibine vurmuş en bedbaht insanı bile mutlu etmeye yetecektir; yeter ki buna inanmış olsun.


İçimdeki Deniz

Ramon, denize sevdalı bir adam... Bu öyle bir sevgi ki, kendi deyimiyle ona hayat bağışlayan deniz, daha sonra onu kendisinden alsa bile içinde dalgalanmaya devam etmektedir. Artık en iyi dostunu göremese de ona küsüp bir lahza olsun hayalini gözlerinin önünden ayıramaz. Hayal dünyasında dilediği her an onu görebilmekte, eski bir dosta yeniden kavuşma heyecanıyla onunla buluşabilmektedir.

Fakat dostuyla olan son fiziksel buluşmasından sonra hayatının artık yoğunlukla kafasının içinde sürecek ve bundan böyle hayal penceresinden gerçek dünyaya mahmur bakışlar fırlatacak olması pekala bunu kabul ettiği ve kaderine rıza gösterdiği anlamına gelmez. Bu şekilde 26 yıl sürdürdüğü hayatını çevresindeki diğer insanların aksine sonlandırması gerektiğine inanmaktadır o; hem de çok güçlü bir inanışla. Üzerine hiç durmadan hayat kırıntıları serpen, bir gün olsun gözlerinin önüne ekşitilmiş bir surat getirmeyen ailesine ve dostlarına rağmen Ramon, kısıtlanmış özgürlüğünü kazanmak adına hayatına son verme inisiyatifini kullanmak, en önemlisi kendine ait bir kararı uygulama özgürlüğünü istemektedir. Hayatı kısıtlayan özgürlüğün özgürlük olmadığını düşünenlerin tersine, özgürlüğü kısıtlanmış bir hayatın hayat olmadığını savunmaktadır.

Ramon, kendisi gibi hayattan ümidini kesmiş olan avukatıyla (Julie) paylaşımlarının hayata dair içinde kalmış son ışıltılar olduğunu açık eder. Ve fakat bunu bile ölüme sevdiğiyle birlikte gitme mutluluğuna dönüştürüp kararını yüceltmekten kendini alamaz. Oysaki avukatı, onu unutacak ve Ramon, hayatın yalnız sularında zelil bir şekilde bocalamaktayken eline uzanan son yardım elini de, kendisini bırakması için iknaya zorlayacaktır.

Onu sevenlerin aksine Ramon'un ısrarla ölümü isteyişi, filme yansıtılanlar dikkate alındığında hayata yapılmış büyük bir haksızlık ve en önemlisi isyansı bir duruş olarak değersiz ve izzetsizleşir. "Biz cenneti hak edeceğiz, çünkü tüm yaşamımızı cehennemde geçirdik" diyen Ramon'un izzetsiz bir ölümle nereye gittiği ve nereyi hak ettiği de tartışmalıdır. O zaten ölümden sonrasında hiçbir şey göremediğini söyleyerek adeta hiçliği arzuladığını belli etmektedir. Cennet ise bir hiçlikten çok fazlası olsa gerektir.

Ölümü arzulayan Ramon'un yoluna gitmesi; Julie'nın, hastalığın unutturmasıyla ölüm isteğine kapılmaması ve hayatına boş bakışlarla devam etmesi; Ramon'u ötenazi konusunda destekleyenlerin de mutluluk anlamında daha pürüzsüz bir hayata sahip olmalarıyla filmin neticelenmesi son tahlilde engelsiz insanlara önemli şeyler anlatır.


Sonuç

Engellilere dair sinema sathında söylenenler zaman zaman doğru ve gerçekçi karelerle önümüze gelseler de yine de ifrat ve tefrit noktasında kalmaktan öteye gidemediler. Ya çok iyimserdiler ya da çok soğuk görüntüler çizdiler belleklere. Hiçbir zaman hayatın kendisi ve gerçekçi bir umudun aksi olamadılar. Hedef kitle genelde engelli olmayan insanlardı ve mesajlar onlara gitmeliydi daima. İyimser taraflar, acıyan vicdanları ferahlatmalı; kötümser bakışlarla da ibret vesikaları sergilenmeliydi.

Yazımızda, hayatları küçülmüş insanların beyazperdeye yansıyan hikâyelerini irdeliyor, sekans aralarından bakışlar devşirmeye çabalıyoruz.  
EkstraTümü »

» Küçük Arap'ın Fendi Önyargıları Yendi / Hale Sert
» Edebî Eserlerin "Filim Diline" Tercümesi / Erol Güney
» Sinema Sanatıyla İlgili Kitaplar
» Çürüyen Sinema / Susan Sontag (Çeviren: Ahmet Yurtkul)
VizyondakilerTümü »

» Zoraki Kral
» 127 Saat
» Kaçış Planı
» Ya Sonra
» İz Peşinde
Sine-sohbetTümü »

» Sadık Battal: "Bazı Yönetmenleri Akıl Hastanesine Kapatmalı" / Röportaj: Nuriye Akman
» Meslek Olarak Sinema-Kurgu - Kemalettin Osmanlı ile Röportaj
» "Delisin Dediler, Asıl Film Çekmesem Delirirdim..."
» Özhan Eren: "Komplekslerimizden Sıyrılabildiğimizde İyi Filmler Yapabiliriz"
» Abdullah Sidran: "Hayata Umutla Bakmak Zorlaşıyor"

Yorum yazabilmeniz için üye olmanız gerekiyor. Üye olmak için tıklayın.

(Üye iseniz sayfanın en üstünde sağ tarafta yer alan kısımdan giriş yapmalısınız.)


Henüz yorum yapılmamış.

Üye Girişi
Kullanıcı adı
Şifre
Beni hatırla
Şifremi unuttum!
Ücretsiz Üye Olun!
Son 10 Yorum
toplantı (10.12.2013 - 17:25)
tek söğüt (26.02.2013 - 01:08)
yok var, var var (26.02.2013 - 01:06)
Hoş bir yazı (17.08.2012 - 00:19)
beklerken (27.05.2012 - 21:07)
bir yorum (21.12.2011 - 20:20)
bir yorum (21.12.2011 - 20:13)
işte tam da böyle (18.11.2011 - 20:37)
Gitmek (18.11.2011 - 19:53)
ELİF LAM RA (28.10.2011 - 00:02)
Yorum için üye olun!