Yıl:1 Sayı:2  TEMMUZ 2000

Editörden
Künye
Yazılar - Şiirler
Kültür - Sanat
Mizah
Röportaj
Medya
Sağlık
Sizden Gelenler
Arşiv

Ana Sayfa

 
 


KUŞBAKIŞI "ORHAN PAMUK" 

Hatice Özgedik

Orhan PAMUK, şüphesiz günümüz Türk Edebiyatı'nın önemli isimlerinden biri. Adını dünya çapında da duyurmuş bir romancı. 1998 yılında Avrupa yayın çevreleri tarafından "dünyanın en iyi yedi yazarı" arasında kabul edilmiş, yine bu yılın sonlarında Avrupa ve Amerika yayın çevreleri tarafından hazırlanan "gelecek yüzyılın umut vaadeden yirmi yazarı" listesinde yer almış bir yazar. Onu ilk önce romancı olarak tanıdık. Ama o en son karşımıza bir deneme kitabıyla çıktı: Öteki Renkler. Bu kitabında bizlere yazarlığıyla ilgili bazı ipuçları veriyor. İşte bu ipuçlarından yola çıkarak onu çözmeye çalıştık.

Yazıyla bu kadar içiçe olan bir insanın "yazmak"la ilgili düşünceleri herhalde ilgi çekici olacaktır. Kendisinden dinleyelim: "Yazmak kelimesinin bir de argo anlamı vardır. Türkçe argoda yazmak, uydurmak, kafadan atmak, hayallerini söylemek anlamına gelir. Efendim, bütün hayatım boyunca yazmışımdır. Hayatta çok sıkıldığım şeyler, bayram yemekleri, tanımadığım insan kalabalıkları, bürolar, yazıhaneler, ciddi adamlar ve ciddiyetsiz adamlar ve aslında normal bir hayat yaşayan insanların yaptığı şeyler karşısında hayal kurmaya, yani yazmaya başlarım. Hayatta sıkıldığım şeyleri, kitaplarımda çok iyi anlattığımı söylemişlerdir. Mesela romanlarımda anlattığım bayram yemekleri. Demek ki sıkıldığım şeyleri iyi yazmışım. İnsan ne kadar sıkılırsa o kadar hayal kurar. 

Hayatımın yazmak kelimesinin Türkçedeki günlük anlamı ile argo anlamı arasında belirlenmesi gibi, yazılarımın sırrı da bu iki anlam arasındaki gerginlikten, gidip gelmelerden çıkar. İyi yazabilmem için, iyi sıkılabilmem, iyi sıkılabilmem için de hayatın içine girmem gerekir. Tam o gürültü, patırtının, büroların, telefonların, aşkın, arkadaşlığın, güneşli bir sahilin ve yağmurlu bir cenaze töreninin içindeyken, yani olup bitenin tam kalbine girmek üzereyken birden aslında kenarda olduğumu hissederim. Hayal kurmaya, dolayısıyla da yazmaya başlarım."

Hayal kurma ile yazmayı böylesine örtüştüren yazar, yazmanın iki türü olan düzyazı ve romanı hayal kurma bağlamında ilginç bir ayrıma tabi tutuyor: "Roman-hikayede yalanı, yalan olduğunu hiç saklamadan söylediğimiz için okurda bir gerçeklik duygusu uyanırsa bu şaşırtıcı hatta sarsıcı olur. Düz yazıda ise, yalanı doğru söylüyormuş gibi söylediğimiz için, okurda bir gerçeklik duygusu uyandırabilmek için hep şaşırtıcı, hatta sarsıcı şeyler anlatmak gerekir. Bu da yetmediği için, ikide bir yemin eden yalancı şahit gibi, düzyazıda tanıklara,doğrulamalara, kurama ve daha yüksek otoritelerin yardımına başvurmak zorunda kalır insan." Bu çırpınışların kendisini "boğduğunu" söylüyor yazar. Ve " Düzyazılarımı -en kuru, öfkeli siyasal yazılarda bile- hep hikayenin, hikayeciklerin desteğiyle sürdürmeye çalışırım. Aslında zaman zaman düzyazı yazmayı seviyorum. Şeylerden doğrudan bahsetmek, romanda yapamayacağım bir hızla küçük ayrıntılarla genel düşünceler arasında gidip gelmek, hiç beklenmedik bir anda aklıma gelen biraz vahşi, ama çekici bir düşünceyle bir süre yol almak, kendimle çelişmek, olduğumdan daha sevimli, akıllı, ilkeli göstermek, sevdiğim bir dergiye, sayfaya destek olmak, Türkiye'nin dertleriyle öğretmen pozlarına bürünmeden ve kahrolmadan dertlenmek, beni iyi-kötü mutlu ediyor. Düzyazı yazmanın en mutsuzluk verici yanı ise, ülkenin, edebiyatın dertlerine çare ve maydanoz olamayacağınızın sıkıntısı değil, insanı roman yazmak ve hayal etmekten alıkoyması" ifadeleriyle de, düzyazı yazmanın kendi ruhundaki yansımalarını deklare ediyor.

Yazarların (ünlü yazarların) verdiği bazı tepkilerin, özellikle de yazı yazarken rahatsız edilmekle ilgili şikayetlerinin, biraz temkinli karşılanması gerektiğini söylüyor Orhan Pamuk. Bir (ünlü) yazarın psikolojisinden ipuçları veriyor. Belki biraz da itiraf var bu ifadelerde: "Yurt içinde olsun, yurt dışında olsun, belirli bir düzeye ulaşmış, bu işe yıllarını vermiş insanların ortak konularıdır: "Çalışırken rahatsız edilmemeyi, bölün-memeyi nasıl sağlıyorsun?" sorusu. Bunu konuşurken içimde bir şüphe uyanır. Çünkü orada hep şunu der yazarlar: "Yahu herkes peşimde... Çok arıyorlar, ne yapacağımı bilemiyorum!" Buradaki şikayette bir övünme de vardır. Hissederim ki yazarlar, bir yandan bu durumdan şikayet ederken, bir yandan da ne kadar önemli adam olduklarını, ne kadar meşhur olduklarını anlatmak isterler. Onun için bu sohbetlere hemen ilgi duyarım. "Bu adam acaba şikayet mi ediyor, kendini mi övüyor" anlamaya çalışırım. Ama övünmeye ihtiyacı kalmamış yazarların böyle bir dertleri olduğu da kesindir. Aslında çözümü de basit görünür. Issız bir yere gidersiniz, kimse sizi arayamaz. Ya da çekersiniz telefonun fişini, kurtulursunuz. Ama yazar, aslında şikayet ettiği şeyi ister. Daha doğrusu hem ister, hem şikayet eder. Örneğin, kendim yazarken telefonun fişini çekerim. Ama yazarken işler iyi gitmiyor, kendimden memnun değilim. O zaman telefonu fişe takarım. "Belki iyi şeyler söyleyecek bir gazeteci çıkar" diye umarım. Çıkarsa moralim düzelir. Onun için yazarların şikayetleri hem hakikidir, hem de şüpheyle karşılanmalıdır. 

Şu an içinde bulunduğu konuma roman vasıtasıyla ulaşmış bir yazarın, bu edebi tür hakkındaki düşünceleri de merak konusu olmaya müstehaktır herhalde: " Her zaman romanı kışkırtma yapmak, en olmadık, en uzak konulara, bölgelere kancalar atmak, karanlık köşeler yaratmak, şüpheler uyandırmak için mevcut inançların, önyargıların kabuğunun çatır-çutur kırılabileceği bir alan olarak gördüm. Roman, bana olağanüstü zenginlikte, bütün yaratıcılığını fazla fazla taşıyacak bir araç olarak gözüküyor. Kendimi bu sanatın sadık bir kölesi gibi hissediyorum. Ancak körü körüne bir sanat biçimine değil, dünyanın zenginliğine ve şaşırtıcılığına, kavranılmazlığına duyulan bir bağlılık bu."

Orhan Pamuk'a göre roman, batı medeniyetinin ürettiği en büyük sanatlardan biridir. Ve bu sanatın altyapısında görüntülerin ve tarihin arkasındaki büyük hakikati araştırma yeteneği ve gücü vardır. Ancak o, keşfetmek veya keşfettiğini duyurmak için yazmaz. Roman yazarken hissettiği şey "bir yolculuğa çıkmanın heyecanı"dır. "Yolculuk" kendisinin "büyük hakikati" olduğundan yolculuğun altı çizilmelidir: "Eğer roman yazmak hakikate yapılan bir yolculuksa, benim hayat tarzım onun "arayış" kısmına denk düşer. Bu yolculuk sırasında okuyucumu eğlendiririm, hayatın küçük ayrıntılarını, gölgelerini, herkesin gördüğü ama anlamlandıramadığı renkleri, küçük lekeleri gösteririm. Kafasını büyük hakikate takmış yazarlar bana kalırsa hayatın renklerini ve neşesini göremezler. Büyük hakikatler konusunu hiç düşünmemiş, kendi sıradan hatıralarını, ya da basit, hayali bir fanteziyi anlatmaya başlayan hünerli bir romancı ise bir gün öyle bir şey yazar ki, o hakikat bu gündelik detaylar arasından beliriverir."

Beslendiği kaynaklardan biri olarak Türk romanına ve Türk romancılığına dair de söyleyecek sözleri vardır yazarın: "Türk romanını çok okudum. Hatta zaman zaman düşündüğüm gibi gereğinden de çok. Başka şeyler okusaydım iyi ederdim, diye düşündüğüm zamanlarda, bir zorunluluk duygusu yüzünden okuduğumu anlarım hep. Sizinle aynı dünyayı ve dili paylaşanların ne yaptıklarını iyice öğrenmeden, değişik bir yolculuğa bilinçle çıkamazsınız. Türk romancılarından çok şey öğrendim, ama roman tekniği, roman dili, biçimsel olanaklar konusunda değil. "Yazarlık tutumu", "yazarlık tavrı" diyebileceğim bir şeye ilişkin oldu bilgilerim. Sözgelimi Kemal Tahir'den tarihe bakabileceğimi öğrendiysem, Yaşar Kemal'den yazanın kendi soluğuna ve dünyasına iyice, güvenle inanması gerektiğini öğrenmişimdir. A. H. Tanpınar'dan "bizim eşyalarımız, bizim nesnelerimizi" bir ressam gibi arayıp görmem gerektiğini öğrenmişsem, Oğuz Atay'dan batının modern roman tekniklerini verimli bir şekilde yararlanabileceğimi öğrenmişimdir. Ama öğrendiklerim yazarlık işinin kendisine, romanlarımdaki dünyanın özüne ilişkin şeyler değildir hiç. Onları batı romanından öğrendim. Bu da bizi Nurullah Ataç'ın sorduğu "bir Türk Edebiyatı var mıdır?" sorusuna götürür. Roman sanatından söz ediyorsak tutum olarak, konu olarak, temalar olarak var; ama sanatı ilerleten tekniklerin, dilin, üslubun, biçimin gelişimi açısından birbirlerine eklenen bir zincirin halkalarını izlemek güç. Belki bütün dünya edebiyatlarında bu böyle, bizim sıkıntımız parlak, mükemmel yazarlarımızın hiç olmaması değil, bunların sayısının çok az olması. 19. yy İngiliz Edebiyatını düşündüğümde gözümün önünde eşsiz eşyalar dolu kırk odalık bir saray canlanıyorsa, 19. yy Türk Edebiyatı deyince aklımda aynı güzellikte bir kaç parçanın durduğu iki odalı, sade bir ev canlanır yalnızca. Ama gene de bu iki odalık eve bakarak da mutlu olabilir, en azından yazmak için gerekli iyimserliği içtenlikle bulabilirsiniz."

Alman milli şairi Goethe'nin ortaya attığı "Dünya Edebiyatı" kavramını ilk başka ilgi çekici ve esrarengiz buluyor Orhan Pamuk. "Ülkelerin edebiyatları değil, bütün dün-yanın edebiyatı" söylemi oldukça heyecanlandırıyor çünkü. Ama, ona göre, bu teori pratikle hiç bir uyum arzetmiyor. Mesela; "Son iki yüzyılda çok okuyan, edebiyatı seven ve edebiyatlarının zenginliğiyle gururlanan ülkelerin ötekilere kendi edebi biçim ve usullerini kabul ettirmesi " bunu örnekleyen bir durum. Yine yazarın Türkiye'de maruz kaldığı bir tepki, bu anlamda iyi bir örnek: 
"Kitaplarım yabancı dillere çevrildikçe Türkiye'de en çok karşılaştığım suçlayıcı soru: "Türk okuru için mi, dünya okuru için mi yazıyorsunuz?" Bu sorunun arkasında dünyadaki işbölümüne aşırı kuşkucu bir tepki var. Ve ancak etkiler, kütüphaneler, birbirlerini okuyan yazarlar ve zengin bir çeviri geleneğiyle yenilebilecek korkutucu bir milliyetçilik."

Yazar bu şekilde teşhisi koyduktan sonra, tedaviye ilişkin ipuçları veriyor: "Merkezde taşradaymış gibi yazan (Faulkner, Bernhard) ya da taşrada merkezdeymiş gibi yazan (Dostoyevski, Borges) gibi yazarların tutumu bizi boğucu ulusal taleplerden ve uluslararası basmakalıp rollerden kurtarabilir."

 

 

Orhan PAMUK, şüphesiz günümüz Türk Edebiyatı'nın önemli isimlerinden biri. Adını dünya çapında da duyurmuş bir romancı. 1998 yılında Avrupa yayın çevreleri tarafından "dünyanın en iyi yedi yazarı" arasında kabul edilmiş, yine bu yılın sonlarında Avrupa ve Amerika yayın çevreleri tarafından hazırlanan "gelecek yüzyılın umut vaadeden yirmi yazarı" listesinde yer almış bir yazar. Onu ilk önce romancı olarak tanıdık. Ama o en son karşımıza bir deneme kitabıyla çıktı: Öteki Renkler. Bu kitabında bizlere yazarlığıyla ilgili bazı ipuçları veriyor. İşte bu ipuçlarından yola çıkarak onu çözmeye çalıştık.

Ana Sayfa  l  Editörden  Künye  l  Yazılar - Şiirler  l  Mizah  l  Röportaj  Medya  l  Sağlık  l  Sizden Gelenler  l  Arşiv  E-Mail