Yıl:1 Sayı:2  TEMMUZ 2000

Editörden
Künye
Yazılar - Şiirler
Kültür - Sanat
Mizah

Röportaj

Medya
Sağlık
Sizden Gelenler
Arşiv

Anasayfa

 

 
 
 

SAAT HENÜZ ÜÇ

Cemal Şakar

Balkonda kalakalmıştı. Işık, batıda karanlığa dönüşürken hep zamanın durabileceğini düşünürdü. Uyumasa, karanlıkla olabilse; zaman duracak, kendini onun yıpratmasından, eskitmesinden kurtaracaktı. Ama uykuya karşı direnemiyor, uyandığında güneşin peşine takılıp biraz daha yıpranıyordu. 

Sigarasını balkondan aşağıya bırakıverdi. Sokaktaki hareketlilik yerini derin bir sessizliğe bırakıyordu. "İnsanlar zamanın çemberini ancak karanlığa tutunarak kırabileceklerini bilmiyorlar." Bu çemberin dışına çıkabilseydi! Bacaklarını balkon demirlerine dayadı. Tutamakları bir bir elinden alınıyordu. Başını geriye doğru atarken mermer denizliğe çarptı. Uyumayacaktı. Uyanık kalarak, karanlığa tutunarak bir günün daha tamamlanmasına engel olacaktı. Yıldızlara baktı. Şehrin aldatıcı aydınlığı onları sönükleştiriyordu. Karşı apartmanın çatısından sıyrılmaya çalışan ay, sondördündeydi. Önceleri onları kavramaya çalışırdı. Sevinçlerinin, acılarının karşılıklarını onlarda bulurdu. Kendini onlarla bulurdu. Çocukluğunda köyün hemen dışındaki harman yerinde, sırtüstü uzanıp yıldızlarla söyleşilere dalar; samanyolunun onu meleklere götüreceğini düşlerdi. Ay düşlerinin arasından acelesi olan bir konuk gibi gelip geçer, o yine yıldızlara kalırdı. "O zamanlar içimin kuytuluklarına çekilir, bir söylen gibi bilmediğim tarihlerde söylenmiş bulurdum, şimdi yıldızlarla daldığım söyleşilerimi. Ve anlardım ki hayatta bir yerim var." Şimdi yüksek yapıların ve şehrin aldatıcı aydınlığının verdiği izin kadar onlarla buluşabiliyordu. "Her yeni gün kendimi onarabileceğim bir fırsat değil, dayanaklarımı elimden alan bir karanlığa dönüşüyordu. Şimdi samanyolu kim bilir kimlerin düşlerine mihmandarlık yapmakta. Harman yerinde, gecenin ağırlığı altında bir dala tünemiş çalıkuşları, yıllar önce bir çocuğun anızlar üzerinde bıraktığı düşlerini başkalarına taşımak için, şimdi kim bilir hangi rüzgârları beklemekte."

Müezzinlerin sesleriyle irkildi. Bir minareden diğerine şehri ezan kaplıyordu. Yine uykuya boyun eğmişti. Onu zamanın alıp götürmelerine karşı koruyan dostları bir bir kendilerini aydınlığa gizlerken, şehrin ışıkları sönükleşmeye başlamıştı. Az sonra bir gün kendini yeni bir güne ulayarak devrini tamamlayacaktı. Bugün başka bir gün olacak diye umutlanırdı hep. Ertelediklerine bu yeni günde başlayacaktı.

Gömleği üzerindeydi. Pantolonunu giydi. Saçlarını eliyle taradı. Parmaklarının arasında yine birkaç sarı saç teli. Alnı epey açılmıştı.

Vakit epey ilerlemiş olmalı, diye düşündü.

Çıkarken hanımını da uyandırdı. "Bak güneş yine doğudan yükselecek ve her şeyi kendi rengine boyayacak. Biz o renk cümbüşü içersinde bugün nasıl yaralar aldığımızı bilemeyeceğiz." 

Câmiye yakın olan kahvelerden birisi açıktı. Çay erken demlenmiştir umuduyla içeriye girdi. Cemaat toplanıncaya kadar bir-iki çay içebilirdi. Ocakçı yedeğe su çekiyordu. Bir sandalye alıp dışarıdaki mimozanın yanına oturdu. Parmaklarını sarı çiçekleri arasında gezdirdi. 

-Biraz sonra kokusu şehrin telâşı arasında yiter gider, dedi ocakçı yanına sandalye çekerken.

-Eskiden çiçeklerle aramda... dedi ocakçının yüzüne baktı, sustu.

Birlikte câmiye doğru yürüdüler. Arkalarında, başlamamış bir sohbet bırakarak.

Vakit epey ilerlemiş olmalı, diye düşündü.

Saate bakmak için sol kolunu kaldırdı. Bileğinde zamanın izini gördü, güneşin karartamadığı.

-Vakit nerelerde, diye sordu, kendisi gibi câmi avlusundaki hasırda kalakalmış ihtiyara.

-Güneş hiç durmuyor ki.

Avluyu gölgeleyen çitlembiklerin, çınarların arasından güneşi görmeye çalıştı.

Biraz daha geç kalırsa komşuları ayıplardı. Hızlı hızlı dükkânına doğru yürümeye başladı. Adımlarını güneşin ritmine uydurmaya çalışıyordu. Dursa, bu ân da durur, kendini yeni bir ân'a ulamadan genişler, genişler miydi?

Bir çok kişi sabah temizliğini bitirmişti. Plâstik kovasını alt sokaktaki çeşmeden doldurdu. Geçenlerde bıraktırdığı işçisi de paspası temizlemeye gelmişti. Mahcup oldu, gözlerini yere eğdi. Yanında birkaç kişiyi bile taşıyamamıştı. 

Suyu eliyle sağa sola serpiştirdi. Tozların yatışmasını beklemeye koyuldu. Tam karşısındaki aynanın üzerindeki 'Errızkualallah' levhasını gördü. Tozluydu. Nemli bir bezle camını sildi. Eskiden bu levha ona endişesiz bir yaşamı anımsatırdı. O sadece üzerine düşeni yapardı: Dükkânını erken açar, yanında çalışanlar müşteriye hürmeten her yeri bir güzel siler, süpürürdü. Sonra ilk müşteri diğer müşterileri de çekerdi dükkânına. Siftah çok önemliydi. O bereketliyse işler de o gün bereketlenirdi. Şimdi bu levhayı nasıl anlamalıydı. Her şey tanımadığı bir dünyaya dönüşürken, bu babadan kalma levha ona ne anlatıyordu.

Ona ait kaldırımı da bir güzel süpürüp iskemlesini vitrinin önüne atıp sabah kahvesini söyledi. 

Vakit epey ilerlemiş olmalı, diye düşündü.

Gidip masanın üzerindeki saate baktı. Vakit epey ilerlemişti.

Bugün çıkmaz sokağın içindeki manifaturacı arkadaşına gidip hiç yapmadığı bir şeyi yapacaktı. Allah'tan yapabilme gücü istedi. İskemlesini dükkânın kapısına bırakıp çıktı.

Yerler tahtaydı, üzerlerine yanık yağ sürülmüş. Raflardaki kumaş topları azalmış. Mantolar, etekler, bluzlar karşı köşeyi doldurmaya başlamış. Arkadaşı dükkânın dip tarafında kendisine ayırdığı köşede oturuyordu. Tam arkasındaki duvarda bir levha: Errızkualallah. Masanın üzerindeki saate baktı, ikiye çeyrek vardı.

Çaylar, kahveler, yazıhane duman dumanaydı. Şimdiye kadar burasının hiç bu kadar boğucu olduğunun ayrımına varmamıştı. Pencereyi açtılar. Ne kuş sesleri, ne de yaklaşan sonbahardan bir esinti.

Saate baktı, ikiye çeyrek vardı. Şaşırdı. Eliyle saati gösterdi.

-Pili bitti de.

Hemen izin isteyip dükkânına doğru hızlı hızlı yürümeye başladı. Çatılardan, sokaklara konup uçuşan kuşları gördü. Ondan korkup uçmalarına üzüldü. Eskiden bu sesler onu alır... tutunsunlar diye onlara bir dal uzatmalıydı, kendisine uzatılan dal gibi. Hızla masasının üzerinde duran saate yöneldi. Saat üçtü. İçindeki tek kalem pili çıkardı. Saati yerine koydu.

Rahatlamıştı. Yıpranmış vinleks koltuğuna oturdu. Bir çay, bir çay daha... 

Saate baktı, üçtü. Bu kuşlar her zaman kapısının önüne böyle üşüşürler miydi? Kaldırımı süpürürken acaba kuşların rızklarını da mı süpürüyordu? Derin bir nefes aldı. Biraz ferahladı.

"Saat henüz üç. Daha epey vaktim var." 

                                                    "Yol Düşleri"nden...


 
Müezzinlerin sesleriyle irkildi. Bir minareden diğerine şehri ezan kaplıyordu. Yine uykuya boyun eğmişti. Onu zamanın alıp götürmelerine karşı koruyan dostları bir bir kendilerini aydınlığa gizlerken, şehrin ışıkları sönükleşmeye başlamıştı. Az sonra bir gün kendini yeni bir güne ulayarak devrini tamamlayacaktı. Bugün başka bir gün olacak diye umutlanırdı hep. Ertelediklerine bu yeni günde başlayacaktı.
  

Ana Sayfa  l  Editörden  Künye  l  Kültür - Sanat  l  Mizah  l  Röportaj  Medya  l  Sağlık  l  Sizden Gelenler  l  Arşiv  E-Mail