Yıl:1 Sayı:4  KASIM 2000

Editörden
Künye
Kültür - Sanat

Röportaj

Adres Çubuğu
Arşiv

Anasayfa

 


MUSIKÎŞİNAS MUSTAFA EFENDİ

Uğur GÜLSÜN


Bir musıkî cemiyetinde tanıdım onu. Kendinden emin ve otoriter bir tavırla sergilemeye çalıştığı kişiliğinin nasıl mesajlar verdiğini anlamak çok güçtü. Uzuna yakın orta boy, esmer bir ten, yer yer aklaşmış saçlar ve hiç üzerinden çıkarmadığı koyu renk takım elbise ile ciddiyetin ve Türk Sanat Müziği'nin yegâne temsilcisi oydu sanki. Bulunduğu ortamlarda öyle reveranslar yapıyordu ki, bir Fransız kadar kibar, bir Türk Askeri kadar sert, bir İngiliz misyoneri gibi de sırlı olabiliyordu. Bakışlarına şefkat ifadesi vermek dışında bir tavır müşkülatı yaşamıyordu çoğu zaman. Bu ifadeyi gösterebilmek için uzun süre bakışlarını bir yere diker, yüzünün uygun kıvrımlarındaki kasları iyice sıkar, o sert pozisyonda kalırdı. Böylece müşfik bir tona bürünüp, sanatçıdan beklenen duyarlılığı göstermeye çalışırdı.

Adı Mustafa imiş, sonradan öğrendim. Gençler için kurulan bir cemiyetin musıkî hocalığını yürütüyormuş. Bu koro çalışmalarına, her yaş ve kesimden insan gelip, onları çalışırken izlermiş. Bir arkadaşım çok ısrar edince kıramadım. İlle de şu koroyu görmeliymişim. Güzel bir eğitim varmış. Benim gözlem ve tavsiyelerimi dikkate alacakmış. 

Ömür törpüsüdür dostlarım. Her birinin muhakkak bir hobisi, kendi çapında oyalandığı bir takıntısı vardır. Oralarda ciddi gönül ilişkileri kuran ve pişmanlıktan saçını başını yolan onca dostum vardır benim. 

Ben öyle mahalle aralarından çıkıp şöhret olanları hiç içime sindiremem. Şimdiye kadar çok beddua etmişimdir detone bir ses duyunca. İşin biraz daha bilimsel yürütülmesinden yanayım. Sadece bilimsel mi? Ayrıca her mesleğin ahlakı, onu içine sindirmiş üstadlardan alınmalıdır. Bu olmayınca işin ruhu kararmaya başlar. Yaptığı işin, harcadığı emeğin ne tür bir gayeye matuf olduğunu bilmelidir insan. 

Geçmişte yaşamış nurani insanlar tanırım. Her birinin muhakkak bir sanat zevki, tabiatı içtenlikle araştırma ve derinlemesine anlama kudreti vardır. Mesela Dede Efendi'yi küçük yaşta bir çocuğa sorsanız hemen size iyi bir bestekar olduğunu söyleyecektir. Öyledir de. Hem bir dehadır. Mevlevî tekkesine kendini adamış, daha çocuk denecek yaşlarda diğerlerinden farklı olduğunu, bir ahlak ve fazilet timsali olduğunu göstermiştir herkese. İrfanda bulduğu derinlikleri bestelerine öyle sindirmiştir ki, gıpta etmemek elde değildir. Kaç kez Dede Efendi’nin "sabâ ayini"ni dinleyerek uykuya dalmış, sabah uyanırken zihnimde ondan nâmeler geçirmişimdir. 

Beni çekiştire çekiştire koroya götürmeyi başardı. Kendime bir yer bulup oturdum. Gördüğüm ortam bana çok garip gelmişti. Gençler, ellerindeki kağıtlardan besteleri takip ediyor, Mustafa Efendi de çıkan seslerin doğruluğunu kontrol ediyordu. Arada bir sazları uyarıyor, daha dikkatli çalmalarını söylüyordu. Yaptığı bıyık altından esprilere gençler büyük iltifat ediyor, belki de ne bileyim, gelecekte bir solo yapabilmek için bunu gerekli görüyorlardı.

Uzun süre bu koroya devam ettim. Her çalışmada bir çok beste çalınıyor ve hemen oracıkta ezberleniyordu. Arkadaşımın çok gayretli olmasına seviniyordum gerçi ama yine de içimdeki garip duyguya anlam veremiyordum. Her yaştan insan, karşı cinsten kendisine uygun yaşlardaki birisine kancayı takıyor ve birtakım hesaplar yapıyordu. Ben bunu hiç içime sindiremedim. Kafamda yer etmiş olan büyük bestekarları zaman zaman hatırlıyor ve aradaki büyük uçurumu esefle müşahede ediyordum.

Zaman Mustafa Efendi'yi tanımamı gerektirdi. Aslında Mustafa efendi, kışın sıcak, yazın soğuk ve kar yağışlı bir tabiata sahip, nahif vücuduna hiçbir düzen tutturamayan bir zavallıydı. Filmlerdeki aşk delisi olmuş biçare gençlere, geçkin yaşına rağmen özeniyor, bestelerinde de aynı temayı işliyordu. Günümüzün birçok bestekarı gibi şarkılarında hep bir "sen" oluyordu ve bu "sen", çok iyi kalpli ve dürüst "ben"i parça parça ediyordu. Artık alıştığımız bu sistematiğe göre "sen" denince nazlı ve zalim yari gayri ihtiyari olarak hatırlıyorduk. Yabancı bir arkadaşım da bundan yakınmış, bir gün bana, sizin şarkılarınızda yalnızca aşk var demişti. Aslında yanılıyordu. Bizim şarkılarımızda aşk bile yoktu. Bizde olan yalnız kaş ve gözdü. Onlarda yer yer insan mesela bir kayık için veya bir merdiven için beste yapabiliyor, bu besteye birçok anlamlar yükleyebiliyordu. Bir zamanlar bu milletin sahip olduğu cevherler şimdi onların malıydı zahir. 

Mustafa Efendi'de de geniş bir gözlem niteliği varsayılabilirdi. Rakı şişelerinin arkasına geçip de az mı seyretmişti cihanı. Bunalım ve kaos, yoksa da yaratılmalıydı. Üç beş paket sigara ve yudum yudum rakı ile o eleştirdiği arabesk kültüre kendisi balıklama dalıyordu. Kaç defa bu insanı bu kadar dertlendiren amil nedir diye araştırmaya giriştim. Önce bir sevgilisi mi var diye meraklandım. Ama ne yazık ki yoktu. Üstelik evliydi. Ailesiyle problemleri olsa da bunlar aşk şarkıları bestelemeye sebep olamazdı. Fakirlik edebiyatı yapabileceği bir fakirliği bile yoktu Mustafa Efendi'nin. 

Daha sonraları onun, TRT camiasında hürmetle anılan birisi olduğunu, hiç yoksa yirmi beş yılının bu kurumda geçtiğini öğrendim. Besteler yapıyor, TRT'ye gönderiyor, besteler repertuara alınınca da sevinçten havalara uçuyordu. Tek tük besteleri popüler oluyor, kerameti kendinden ve bağlı bulunduğu plak şirketinden menkul bazı cazgırlar tarafından seslendiriliyordu. Sol anahtarı görse çamaşır mandalı zannedecek bu insanlar sayesinde Mustafa Efendi'nin şarkıları dilden dile dolaşıyordu. Çoğu kez zihnimde kalmış olan bir parçanın ona ait olduğunu şaşkınlıkla öğreniyordum. Daha ilk görüşte içim ısınmamıştı bu adama fakat ne olursa olsun, yaptığı işi iyi biliyordu. Öyleyse neden Mustafa Bey'in tanınması ve bilinmesi birkaç kaset şirketine bağlıydı? Bu soruların cevabını o günlerde veremezdim. Şimdiyse zihnimde verdiğim cevabı kelimelere dökemiyorum. O da tek prestij unsuru olarak koroyu görüyordu. Korodaki öğrencilere hitaben belirli aralıklarla "Şimdi bana ait bir parçayı seslendireceğiz" diyor, öğrencilerine kağıt dağıtmadan sazları başlatıyordu. Öğrenciler daha ilk notalarda kendilerine aşina gelen parçanın hocalarına ait olduğunu anlıyor ve Mustafa Hoca'nın görmekten çok zevk aldığı şaşkın bakışlarla onu izliyorlardı. Artık ülke sathında yayamadığı şöhretini hiç olmazsa salonda duymayan kalmıyordu. Öğrenciler zaman zaman evlerinde de kendi havalarını atıyorlardı:
"Anne hani şu parça vardı ya... İşte o bizim Mustafa Hopa'nınmış. Adam meğer çok ünlüymüş de bizim haberimiz yokmuş."

Mesela bestelerinden Karcigar makamında "Yarin o ayakları ezer tenimi / Bir titreme sarar o dem bedenimi" isimli şarkısının TRT-1979 Beste Yarışması'nda bir ikinciliği, yine Segâh makamında "O hicran bu sene beni bir daha sardı / Bir duman üfledi yarim bahtım karardı" isimli parçanın, yine aynı kurumun 1983 yılındaki beste yarışmasında birinciliği olduğunu çoğumuz bilmez. Ama bu besteleri okuyan Şevket Sırma'yı ve Süreyya Tellioğlu'nu bilmeyenimiz yoktur.

Hatırlayacaksınız, geçtiğimiz yıllarda ses sanatçıları ile bestekarlar arasında kaset piyasası ve rekabet konusunda büyük tartışmalar olmuştu. Yine orada da Mustafa Bey’in Hicaz eseri "Dün gece hayalimde dolaştın bir an / Olmadı sinemdeki hicranı duyan" isimli bir bestesi gündeme geldi. İşte bu şarkıyı yorumlayan Ferdi Güneşyeli, şarkı için telif ücreti ödememekte direnmişti. Olay mahkemeye intikal edince, Mustafa Bey'in iddiaları incelenmiş, fakat Ferdi Güneşyeli'nin kasetinde rock ve pop unsurları bulunduğundan ve aralardaki şık Hüzzam geçkilerine riayet edilmediğinden dolayı bahsi geçen parçayla ilişki kurulamamıştı. Zaten Ferdi Bey'in kasetinde Segah makamının esamisi okunmuyordu. Bilenler bilir, öyle pop-rock çalınan müzik aletleriyle sağlıklı bir Klasik Türk Müziği eseri icra edilemez. Arada küçük de olsa kulak tırmalayan nota farkları bulunur. Dava düştü. Fakat Mustafa Bey daha kötü düştü. Peki neden iki şarkının da sözleri aynıydı? Mustafa Bey kararı temyize götürdü ve bu soruyu sordu. Ferdi Güneşyeli de bunların zaten yuvarlak cümleler olduğunu ve aynı anda iki kişinin bunları yazabileceğini gerekçe gösterdi. Dava yine düştü. İnanılmaz bir şeydi. Halbuki bu parça Mustafa Bey'le samimi olduğumuz bir dönemde bestelenmişti ve ben şahidim; şişelerce rakıya mal olmuştu. Mustafa Bey bunalıma girdi ama tesellisini de buldu: "Zaten hiç şarkılardan para kazanmadım ki..." dedi ve şansına küstü. Ama o sanatçı ruhu bu elim hadisenin tesiriyle üç tane daha beste yaptı. Şimdi eminim "Bunlar da mı ona ait?" diyeceksiniz:

Birisi hani ritmiyle insanları cezbeden; "Seni bir kez görebilmek bana dünyaya bedel / Kaderim mi çile çekmek daha bekletme de gel" (Hüzzam-Semai), diğeri "Şişeler kalbimin ahını söndürmüyor / Birkaç kere güldüm ama uzun sürmüyor" (Nihavend-Sofyan), üçüncüsü de "Bir günah işledim mahkemelere düştüm / Sevgilim senin yüzünden kebap oldum piştim" (Suzinak-Ağır Aksak). Bu iç parçalayıcı şarkılar gerçekten duygulu bir anına gelmişti Mustafa Efendi'nin. Allah’tan bunların ilkine rağbet çok oldu da cebi biraz para gördü. Bir evi, yeni bir arabası zaten vardı. Ama bu para sayesinde büyük otellerde içki içme şerefini elde etti. Bu vesileyle artık semai usûlünde şarkılar bestelemesi gerektiğini anladı. Semai tarzı usûl batılı anlamda bildiğimiz "vals"in tıpkısıdır. Semailer çalınırken insanlarda bir dans etme arzusu uyanır. Bundan dolayı Mustafa Bey kısa zamanda dans etmeyi öğrendi ve hatta birkaç baloda kendi besteleri eşliğinde dans etti.

Her sene Atatürk'ün sevdiği parçalar konseri verirdi. Bunların içinde şimdi bestekarını hatırlayamadığım Rast makamında müsemmen bir şarkı da vardı: "Hab-gah-ı yare girdim arz için ahvalimi / Bir perişan halini gördüm unuttum halimi" Bu şarkıyı defalarca bana dinletir ve bestekarına övgüler yağdırırdı. Zaten Atatürk'ün musıkî zevkinden geçmiş bir şarkının da kötü olması düşünülemez ya, bir kere kafayı takmıştı bizimki. Yine bu parçayı kanunuyla çalıp söyledikten sonra bir köşeye çekildi ve biz arkadaşlarla muhabbet ederken bir şeyler yazdı. Sonra yanımıza geldi ve bir beste yaptığını söyledi. Beste Rast makamındaydı. Böyle olması normaldi. Çünkü Rast makamında bir şarkı dinledikten sonra ya o makamda ya da ona benzer makamlardan birinde beste yaparsınız. Fakat bir de müsemmen olduğunu anlayınca tepem attı. Bu kadar da kopya edilmezdi ki. Sözleri de o büyük üstadınki gibi Osmanlıcaydı. "Serv-i revanım yürü ki endamın görünsün / Cümle kainat bu şevk ile nevruza bürünsün" gibi bir şeydi. Orada kırılmasın diye bir şey söylemedim. Ama her dost toplantısında bu olayı yad eder, gülerim.

İlk görüştüğümüz günlerde bir yemek düzenlemişti. Koro salonunda bir açıklama yaptı. Bu toplantıya belirlenen ücreti veren arkadaşların iştirak edebileceğini, fakat gelen arkadaşların Türk Sanat Müziği'ne yakışır edebi muhafaza etmeleri gerektiğini, taşkınlığa müsaade etmeyeceğini vurguladı. Ben buna bir anlam verememiştim. Koroda sakin ve vakarlı bulunan talebeler yemekte mi taşkınlık yapacaktı? Sonradan öğrendim ki, açık büfe içkili bir yemek olacakmış. O günden sonra da sık sık içkili toplantılar tertip etti. Bu yemeklerin hiçbirisine katılmadığım için, yapılanlar Türk Sanat Müziği'ne yakıştı mı, bilemeyeceğim. Umarım yakışmıştır. 

Yemekler tertiplemek suretiyle bol bol dans ederdi Mustafa Efendi. Her defasında kendi bestelerini çaldırırdı. Bir bayan öğrencisini dansa kaldırdığında bu o öğrenci için büyük şerefti. Zira hoca, kendi bestesinde dansa eşlik etmesi için onu seçmişti. Anlatılanlara göre iyice sarmaş dolaş olurlardı. Zannediyorum kızlarda da "Sizin bu besteyi yaparken hissettiklerinizi çok iyi anlayabiliyorum. Bana daha da içtenlikle sarılabilirsiniz" psikolojisi vardı.

Mustafa Efendi için acımayla karışık hisler besliyordum. Onun bu bir türlü kesilmeyen bitkinlik hissi beni bitiriyordu. Aslında toplum içinde çok içten pazarlıklı, aristokrat ve kat'i prensip sahibi olarak görünen Mustafa Efendi, beste yapmaya gelince birden zavallılaşıyordu. Bu iki karakteri arasında onu nereye koyacağımı kestiremiyordum.

Bana çok kıymet verirdi. Bir beste yaparsa ilk dinlettiği kişilerden biri de ben olurdum. Yorumlarım da genelde insaflı olurdu. Çünkü kritikten hiç hoşlanmayan birisiydi aynı zamanda. Hatta bir keresinde onun aslan burcu olduğunu iddia ettim. Arkadaşlar dayanamayıp sordular. "Kim söyledi bunu size?" dedi. Benden duyduklarını söylediler. Yarım saat peşimde dolaştı:

"Nasıl anladın yahu?"

"Mustafa Abi, yalnızca tahmin ettim. Bunda merak edecek ne var?"

"Kesin sen birşeyler biliyorsun!"

"Abi dedim ya; tahmin, tahmin!"

Neyse ki dersi başlayacaktı da fazla üstelemedi. Ona nasıl söyleyecektim aslan burcu olanların kritikten hiç hoşlanmadığını? Eleştiriye tahammülleri olmadığını nasıl söylerdim? Tutmuştu bir kere. Her zaman tutmazdı ya... Söylesem hemen cevabı hazırdı:

"Mirim ben eleştirilmeyi severim. Benim hiç eleştiriden kaçtığımı gördün mü? Yok. Ama yapıcı olacak! Yıkıcı eleştiriden kim hoşlanır?"

Bu adam böyleydi. Yapıcı da olsa, üfürük de olsa bir eleştiriniz onun nefese bile dayanmayan iskambil kağıtlarını darmadağın ediyordu. Bir küstürseniz bir daha sittin sene barıştıramazdınız...

Zamanla derse beni getiren arkadaşımla aramız biraz soğudu ve pek görüşemez olduk. Nedendir bilinmez, önceleri arkadaşımla beraber derse iştirak eden ben, bir müddet sonra derslere gelmez oldum. Koroya gelir gelmez Mustafa Hoca’nın odasına giriyor ve sohbete dalıyordum. Çay üstüne çay içiyorduk. Ta ki çalışma başlayacak olunca hocaya izin veriyor ve diğer arkadaşlarla sohbete devam ediyorduk. Biz pek kendimize yaşça akran bulamadık koroda. Mustafa Bey de bu durumumuzu anladı ve katılmamız için pek üstelemedi.

Bir ara bu dostumu fazla ihmal ettiğimi düşünmeye başladım. Çalışmalara tam vaktinde geliyor ama sonra tepesi atmış bir şekilde çıkıyordu. Bir bunalım hali vardı, bu aşikardı. Fakat yanımdan hep hızlı hızlı geçtiğinden, bir defa olsun, "Sadık, Abicim, bir derdin mi var senin?" diyemedim. Haftalar böyle geçti ve Sadık koroya gelmemeye başladı. Hele tertiplenen o şaşaalı konsere de çıkmayınca iyice şüphelendim. Bir gün işyerine gittim ve bu durumu sordum:

"Sadık’cığım, sen artık çok değiştin. Bir kötü durum mu var? Selamı sabahı da kestin."

"Abi dert biter mi?"

"Mustafa Hoca seni sordu geçenlerde. Niye gelmiyor bu çocuk diye..."

"O adamda ne buluyorsun anlamıyorum. Gelmedim, çünkü onun ismini duymak, yüzünü görmek istemiyorum."

Öyle sinirlenmişti ki, sorularımdan sıkıldı ve odayı terk etti. Anladığım kadarıyla Mustafa Bey'le olan münasebetimiz de hiç hoşuna gitmiyordu ve kırılmıştı bana da biraz. Daha üstelemeye lüzum yoktu. Zaman gösterecekti. Çayımı yarım bırakıp çıktım. Onun için satın aldığım bir divan edebiyatı kitabını da çantasına atıverdim.

Çok sonraları sebebini öğrendim. Sadık, koroda bir bayan arkadaşla tanışmıştı. Birçok konuda birbirlerini iyi anlıyor ve sürekli beraber oturuyorlardı. Zamanla dert ortağı da olmuşlardı. Ben de arada bir görüyordum onları. Narin yapılı, yirmi yaşlarında, sevecen bir kızcağızdı. Bahçede oturur, birbirlerine sık sık şiirler okurlardı. İsmi yanılmıyorsam Feride gibi bir şeydi. 

Feride ud dersleri alıyordu. Her çalışmaya sırtında uduyla gelirdi. Sonradan bu dersi de Mustafa Hoca'nın verdiğini öğrendim. Birkaç ay sonra Feride'ye yeni bir bestesini çaldırmış Mustafa Hoca. O besteyi hatırlıyorum. Suzinak makamında düyek usulü ile bestelenmişti. Koroda da geçilmiş, hiç adeti olmadığı halde Mustafa Efendi bunu kendisi seslendirmişti. "O alımlı gülüşünün ardı gelmedi hani / En sonunda mecnun gibi çöle düşürdün beni..." diye devam eden bir parçaydı. Mustafa Efendi, parçayı çalıp, çaldırdıktan sonra ilan-ı aşk etmiş ve parçayı onun için yazdığını söylemiş Feride’ye. Feride çok korkmuş, zira hoca içkiliymiş:

"Hocam bilmeyerek size ümit verdiysem özür dilerim. Fakat siz evlisiniz." diyebilmiş sadece. 

Hoca ailevi sıkıntılarından bahsettiyse de bir faide etmemiş ve Feride dersi terk etmiş. Sadık'ı sinirlendiren ve Feride'yi bir daha koroya gelmekten alıkoyan hadise buymuş meğer.

Böyle bir hadiseyi hep beklemiştim. Hep zannımda Mustafa Bey, böyle bir şey yapabilecek kadar düşebilirdi, ama bana bir falso yapmamıştı o güne kadar. Yanımda centilmenliğini korumaya çalışmıştı. İşte bu son olay artık tahminlerimi doğru çıkarmıştı. 

Bay bestekarla aramız zamanla açıldı. Onu artık kabullenemeyeceğimi hareketlerimle belli etmeye başladım. Aramaz, sormaz oldum. Bir gün eve telefon etti. Hanım telaşlı bir ifadeyle telefonu uzattı. "İçmiş galiba..." dedi. Mustafa Bey benimle görüşmek istiyordu. Arabama bindim ve tek başıma yanına gittim. Hanımını ve çocuklarını kaynanasına göndermişti ve ev şişelerle doluydu. Birkaç gündür eve ondan başkasının girmediği belliydi. Çok ağladı, dengesini kaybetmişti. Sabaha karşı birer kahve içtik, biraz kendisine gelir gibi oldu. Bana eskilerden anlatmaya başladı. Yüzü gülüyordu. Hafız ve mevlidhan olan hocasından bahsetti. Musıkîde eşi bulunmaz birisi olduğunu ve talebelerinin harçlığını cebinden verdiğini, buna karşılık sefalet içinde öldüğünü anlattı. İlk defa gözleri gülüyordu. Zaman zaman kendisini koyverdi, ağladı. Bir aralık soru sorar gibi baktı. Sanki neden konuşmadığımı merak etmişti. Onun bu beklentisini kıramadım ve zorlanarak:

"Kafana takma Mustafa Abi, şimdi devir değişti. Her şey yeniden yazıldı şimdi. Değerler hep toprağa gömüldü, eski hocalarla beraber..." diyebildim.

Sabah olmuştu. Bay bestekar uyuyakaldı. Bense evimin yolunu tuttum. Bir daha da onu görmedim. Şimdi bilmem ki hâlâ beste yapıyor mudur? Kime yazıyordur acaba, kime dinletiyordur?

 

 
Zaman Mustafa Efendi'yi tanımamı gerektirdi. Aslında Mustafa efendi, kışın sıcak, yazın soğuk ve kar yağışlı bir tabiata sahip, nahif vücuduna hiçbir düzen tutturamayan bir zavallıydı. Filmlerdeki aşk delisi olmuş biçare gençlere, geçkin yaşına rağmen özeniyor, bestelerinde de aynı temayı işliyordu. 
  

Anasayfa l Editörden l Künye l Kültür - Sanat l Röportaj l Adres Çubuğu l Arşiv l E-Mail