Sinema tarihinin gerçek yazarlarından biriydi Stenley Kubrick... Hemen her türde film yaptı. "2001: Uzay Macerası" bilim-kurgunun, "Shining" korku sinemasının, "Full Metal Jacket" savaş filmlerinin, "Doktor Garipaşk" absürd komedinin temel taşlarından kabul edilir. "Otomatik Portakal" ile şiddet olgusunu, "Gözü Tamamen Kapalı" ile evlilik kurumunu ve insan doğasının karmaşık yapısını mercek altına aldı. Bu ay, mükemmeliyetçi tavrı, keskin zekası ve muhteşem yetenekleri ile Kubrick'i ve benzersiz sinemasını yakından tanımaya çalışıyoruz.
Freud insan ruhunu üç aşamada inceler: Tamamen hayvansal içgüdülerimize karşılık gelen id, tutkularımızı yöneten ego ve topluma uyumumuzu sağlayan, adına "vicdan" da diyebileceğimiz bir kontrol mekanizması; süper ego.
Kişi içgüdülerini ve toplumca kabul görmeyecek tutkularını süper egosu sayesinde kontrol etmeyi öğrenir. Kimi isteklerini bastırır, kimilerini erteler, kimilerini ise kendisinin bile arayıp bulamayacağı derinlere hapseder. Ama her ne olursa olsun, insan temelde değişmez. Sadece yaşadığı topluma ayak uydurur. Klişeleşmiş doğrulara çoğu zaman sorgusuz sualsiz katılır ve süper egosunun gelişmişliği ölçüsünde "ahlaklı insan" kabul edilir. Ama elbette ki, bastırılmış istekler bir delik bulup dışarı sızabilmek için her zaman fırsat kollamaktadır. Bunu başardıklarında ise, kişiyi hem diğer bireylerle, hem de kendisi ile karşı karşıya getirir, türlü çelişkilerin doğmasına neden olurlar. İşte Kubrick'in ilgilendiği temel mesele budur. Ona göre bugün yaşayan modern insan, mağara adamından pek de farklı değildir. Sonuçta her ikisi de aynı içgüdülerle yönetilirler. Evet insan sosyal bir varlıktır ama, insan doğası sosyolojik olarak biçimlenmez. Kubrick'in kahramanları en ilkel tutkularına teslim olur, isteklerini gerçekleştirmek için her yola başvurur ve sonuçta kendilerini çözülmesi zor bir sorunlar yumağının içinde bulurlar. Ama hikâyesini anlatırken "şeytana uymuş" kahramanlarına "kötü insan" etiketini asla yapıştırmaz yönetmen. Aksine, bu "şeytana uyuş"un insanın doğasında yer aldığını, bu nedenle "cenneti hak eden günahsız insan" düşüncesinin bir ütopyadan ibaret olduğunu gösterir seyircisine. Kötülük dışardan gelen bir şey değildir. Sadece ruh hastalarına özgü bir durum hiç değildir. İnsanın "kötülük" ile savaşı her zaman sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Çünkü kişi eninde sonunda kötülüğün kaynağının kendi içinde olduğunu keşfedecektir.
Genel olarak karamsar bir görüşü benimsemiş olsa da insan ırkından umudunu kesmez Kubrick. Belki bir gün insan, evriminin farklı bir aşamasına gelecek ve bugünkünden çok ileri bir düzeye ulaşacaktır.
Bu düşünceleri enine boyuna ele aldığı filmlerinde her zaman değişik anlatım biçimleri denemiş, farklı türlere yönelmiş ve eşsiz dehasını her filminde bir kez daha kanıtlamıştır Kubrick; seyircisini kah sinirlendirip, kah güldürerek, kimi zaman korkutup, kimi zaman hüzünlendirerek ama her zaman düşündürerek...
Stanley Kubrick, New York'un Bronx bölgesinde 26 Temmuz 1928'de dünyaya geldi. Babası ünlü bir doktordu. Oğlunun da tıpkı kendisi gibi tıp fakültesine gitmesini istiyordu ama Stanley'nin okuldaki başarısızlığı, bu hayallerin gerçekleşmesine izin vermedi. Fizik dışındaki bütün derslerde kırık not alan genç Kubrick, hiçbir üniversiteye kabul edilmedi. Her ne kadar okulla arası iyi olmasa da, satrançla, cazla ve özellikle de fotoğrafçılıkla ilgileniyor, sahip olduğu zeka gözlerinden fışkırıyordu. Henüz 16 yaşındayken çektiği bir fotoğraf, ona ünlü Look dergisinin foto muhabiri olma şansını getirecek, hayatı bambaşka bir yöne akmaya başlayacaktı. Başkan Roosevelt'in ölüm gününde, bu haber ile donanmış gazetelerin arasında sessizce ağlayan bir satıcının fotoğrafıydı söz konusu olan. Kubrick hemen işe alındı. Ülkesinin dört bir yanını dolaşarak, ünlü, ünsüz insanları, kıtlamaları, cenazeler, spor karşılaşmalarını fotoğrafladı. Sinemaya olan ilgisi de aynı dönemde artmaya başladı sanatçı adayının. Her fırsatta New York Modern Sanatlar Müzesi'nin klasik film gösterilerine koşan, vizyona giren hemen her filmi merakla izleyen Kubrick, kamera arkasına geçmek için sabırsızlanmaya başladı. Şöyle diyordu söyleşisinde: "Ne bulursam izliyordum. Hatta berbat olanları bile. Ve kendi kendime şöyle diyordum: 'Sinema hakkında hiçbir şey bilmiyorum ama bundan kötüsünü de yapamam'" 1951 yılın da Look'taki işini bırakarak tamamen sinemaya yönelen Kubrick, Boksör Walter Cartier'in dövüş için hazırlandığı bir günü konu edinen belgesel "The Day Of Fight / Kavga Günü" ile yönetmenlik kapılarını araladı. Tamamen kendisinin finanse ettiği film, oldukça dar bir çevreye ulaşmış olsa da, genç yönetmenin kendine olan güvenini tazeledi. Ertesi yıl 9 dakikalık "Flying Padre" ve 30 dakikalık bir belgesel olan "Seafarers" ile çalışmalarını sürdürdü. Hemen ardındansa, ilk uzun metrajlı filmi olan 1953 yapımı "Fear and Desire / Korku ve İstek" geldi. İnsanın yıkıcılığının kökenlerine eğilen ve ormanda pusuya düşen dört askerin dramını perdeye taşıyan "Korku ve İstek" için yıllar sonra "meslek hayatımın en kötü filmi" diyen Kubrick, bulabildiği tüm kopyaları satın alarak, imha edecekti.
"Killer's Kiss" ve "The Killing"
1955'te bir boksör ile dansçı bir kızın aşk öyküsünü kara film atmosferinde ele alan "Killer's Kiss / Katilin Öpücüğü" ile tekrar kamera arkasına geçti ve özellikle biçimsel yeteneklerini ortaya koydu. İç içe geçen geri dönüşler ile anlatılan öykünün sağlam sinema dili hemen dikkati çekiyordu. Boksör Dave Gordon, karşı evde oturan Gloria'nın bir adamla kavga edişine tanık olup, onu kurtarmaya niyetleniyor, bu insani çıkış, pek çok entrikayı, karanlık olayları ve tuhaf bir aşk ilişkisini beraberinde getiriyordu. Gloria, bir dans salonunda kiralık partnerdi. Patronunun ona duyduğu saplantılı aşk, Dave'nin hayatını tehlikeye sokuyor, menajerinin ölümüne neden oluyor, finalde iki sevgili, belki de yeni bir hayata başlama umuduyla Dave'nin kırsalda yaşayan ailesinin yanına doğru yola çıkıyordu. Son derece basit bir öyküye sahipti "Katilin Öpücüğü" ama Kubrick'in görsel zekasıyla etkileyici ve alışılmadık bir çehreye bürünmüştü. Gloria'nın ailesine dair anıları anlattığı geri dönüş sahnesi filmin en beğenilen bölümlerinden biri oldu. Ailesi uğruna kariyerini feda eden ablasının intiharını anlatan genç kızın sesi üzerine, sadece sahnede bale figürleri sergileyen ablasının görüntüleri döşenmişti.
Sade anlatımı, oyuncu yönetimindeki titizliği ve yaratıcılığı ile yavaş yavaş sinema çevrelerinde adını duyurmaya, eleştirmenlerin dikkatini üzerine çekmeye başlayan Kubrick, 1956 yılı yapımı "Killing / Son Darbe" ile de bu yavaş ama emin tırmanışını sürdürdü. Lionel White'ın "Clean Break" adlı romanından uyarlanan film, burjuva toplumlarında paraya verilen öneme eleştiri getiriyor, başarılı bir doygunun perde arkasını anlatıyordu. Filmin en ilgi çeken bölümü şüphesiz final sahnesiydi. Çaldıkları bir bavul dolusu para ile ülkeyi terk etmeye çalışan soyguncuları bekleyen bir sürpriz vardı. Bagajları taşıyan araç aniden yoldan çıkıyor, kapağı açılan bavuldan çevreye saçılan paralar göz göre göre yitip gidiyordu. Filmin beğeni toplayan bir başka özelliği ise, mekanlar arasında kesme yapmaya gerek duymadan, kayarcasına ilerleyen kamerası ve akıcı kurgusuydu.
Paths of Glory
Ertesi yıl, insanlık dışı şartları ve sorgusuz itaat anlayışıyla savaşı ve askerlik mesleğini masaya yatıran, anti militarist bir filme; "Paths of Glory / Zafer Yolları"na imza attı Kubrick. Birinci Dünya Savaşı sırasında intihardan farksız bir görev vererek ölüme gönderdiği askerlerini, başarısız oldukları gerekçesiyle idam ettiren general MacReady'nin öyküsü, Kubrick'e tartışılmaz bir ün kazandırmaktan başka, tüm tepkilerin de üzerinde toplanmasına neden oldu. Fransa'da 1975 yılına dek yasaklı kalan film, pek çok ülkede sansüre uğradı, ağır eleştirilere maruz kaldı. Ancak tüm bunlar muhteşem gişe başarısını etkileyemedi. Kirk Douglas'ın filmde oynamayı hasılattan pay almak şartıyla kabul ettiği düşünülürse, "Zafer Yolları"nın başarılı olacağı çok önceden belliydi.
Spartacus
Kubrick, bir yıl sonra Kirk Douglas'ın tavsiyesi ile büyük bir Holywood prodüksiyonunun yönetmenliğine getirildi. 1960 yapımı "Spartacus"ün çekimlerine Anthony Mann başlamış ancak Dauglas ile bir türlü anlaşamayınca, işi bırakmak zorunda kalmıştı. Kubrick'in ikna edilmesi bir hayli zor oldu. O güne dek filmlerinin tek patronu olmaya alışmıştı ve büyük bir stüdyo ile çalışmak, hiçbir konuda son sözü söyleyememek gibi bir dezavantajı da beraberinde getiriyordu. Ama film başarılı olduğu takdirde kendisine açılacak kapıları da göz ardı edemezdi. İnsanlık tarihinin en büyük köle isyanını konu edinen dev bir film olan "Spartaküs" tüm dünyada sayısız izleyici buldu. Taş ocaklarında çalışırken, gladyatör okuluna gönderilen asi ve korkusuz Spartaküs'ün hayatı bir anda değişiyordu. Mezunlarının Roma'daki arenalara yollandığı ve en iyilerine en fazla beş yıl biçildiği gladyatör okulunda düzenlenen bir gösteride, Etiyopyalı arkadaşı Drabo ile eşleştirince olanlar oluyor, Drabo, köşeye sıkışan Spartakües'e değil, komutan Krasus'a saldırınca, her ne kadar hayatından olsa da, büyük bir köle isyanının başlamasına neden oluyordu. Drabo'nun çürümeye başlayan cesedini yemek salonuna asan okul yöneticisi, öfkeden deliye dönen Spartaküs'ün ilk kurbanı oluyor, dalga dalga yayılan isyan, önce okulu, derken bütün şehri sarıyor, köleler yönetimi ele geçiriyordu. Kubrick, kölelerin korsanlardan kiralık gemi bulmayı umdukları güney sahillerine doğru ilerleyişlerini lirik bir dille anlatmıştı. Yaşlılar, çocuklar, kadınlar, erkekler, hep birlikte, özgür olmak, insan gibi yaşamak için savaşarak, aç kalarak ve bir çığ gibi çoğalarak ilerliyolardı. Tabii yaşananların bir de diğer yüzü vardı. Varlığının ciddi bir tehlikeye girdiğini hisseden Roma da boş durmayacak, topladığı en büyük ordu ile isyancıların üzerine yürüyecekti. Kumandan Krasus için bu savaş sadece Roma hükümeti ve köleler arasında yaşanmıyordu. Onun Spartaküs ile kişisel bir çekişmesi de vardı. Basit bir kölenin kendisine karşı gelmiş olamayacağını düşünüyor, adeta tanrılaştırdığı Spartaküs'ü, karısı ve yeni doğmuş oğlunu kaçırarak alt etmeye çabalıyordu. Onurlu bir savaş vermesine rağmen yenik düşen ve çarmıha gerilen Spartaküs'ün özgür bir hayata doğru yola çıkan karısı ve oğlunu tesadüfen görmesi ile bitiyordu hikâye. Evet Spartaküs ölecekti. Ama onun efsanesi, oğlunun ve köleliğe başkaldıran yeni kuşakların şahsında yaşamaya devam edecekti. Filmin simgesel değerler taşıyan pek çok ayrıntı ile donanmıştı Kubrick. Kölelerin isyan sırasında silah olarak kendilerini çevreleyen çitleri kullanmaları, verilen savaşın ruhuna birebir uyuyordu örneğin. Karakterleri çizerken de oldukça dikkatliydi. Roma'nın soyluları, kölelerin insan olduklarını akıllarına bile getirmeyen kişiliklerdi. Ama asla birer sapık ya da cani değillerdi. Böyle bir dünyaya doğmuşlardı ve yaptıkları onlara son derece normal geliyordu. Büyük lider Spartaküs'ün de olağan dışı bir durumu yoktu. O, okuma yazma bilmediği için kendisini eksik hisseden, aşık olan, acı çeken bir insandı. Hikâyede ortaya çıkan en önemli nokta, her insanın hayatta kalabilmek için öldürmeyi göze alabileceğiydi. İster bir köle olsun, isterse yaşam alanını korumayı amaçlayan bir Romalı...
Lolita
1962'de bir Nabakov uyarlaması olan "Lolita" ile bir kez daha oturdu yönetmen koltuğuna Kubrick... Orta yaşın üzerinde bir profesör olan Humbert'ın ev sahibesinin ergenliğe yeni girmiş kızı Lolita'ya duyduğu saplantılı aşka odaklanan romanda Kubrick'in ilgisini çeken, karakterlerin yaşadıkları çelişkiler ve tutkularının onları sürüklediği acınası durumlardı. Ancak yapımcılığı üstlenecek bir şirket bulmak hiç de kolay olmadı. Zaten roman muhafazakar çevrelerin büyük tepkisini çekmiş, yaşlı bir erkek ve çocuk yaştaki bir kızın cinsellikle yoğrulan hikâyesi, "sapıklık" olarak nitelendirilmişti. Oysa "Lolita", bu durumu onaylayıcı bir tavrı benimsemiyordu. Kaldı ki, Humbert'in tamamen platonik olan duyguları, vaktinden önce gelişmiş genç kız tarafından bilinçli olarak açığa çıkarılıyor, söz konusu ilişki kızın zorlandığı bir şey değil, aksine istekle katıldığı bir oyun olarak sunuluyordu. Üstelik Lolita'nın yetişkin erkeklere olan ilgisi Humbert ile sınırlı da değildi. Onun asıl aşkı, oyun yazarı, uçuk kaçık Clare Quilty'di. Başlangıçta seyircinin kınadığı, tuhaf bir adam olan Humbert, hikâye ilerledikçe Lolita'nın oyuncağı haline gelen zavallı bir kurban çehresine bürünüyor, Kubrick karakterdeki bu değişimi büyük bir başarı ile resmediyordu. Humbert Lolita'ya öylesine aşıktı ki, yıllar sonra kendisini sadece para istemek için çağıran, evli hamile sevgilisine tüm varlığını hediye ediyor, kendince onu "bu hallere düşüren" Quilty'den intikam almak uğruna -ve tabii ki incinen egosunu da un utmamalı- elini kana bulamayı bile göze alıyordu.
Filmin oyuncu kadrosunu oluşturmakta da güçlükler yaşadı yönetmen. Humbert rolü için teklif götürülen Laurance Olivier ve Errol Flynn, hikâyenin kendilerine uygun olmadığı gerekçesi ile red cevabı verdiler. Bunu üzerine Lolita rolündeki Sue Lyon'in karşısına James Mason geçti. Quilty'i ise, olağanüstü bir performans sergileyecek olan Peter Sellers canlandırdı. Filmin unutulmaz karakterlerinden biri de Lolita'nın hayat dolu, biraz da erkek düşkünü annesi Charlotte'tu. Shelly Winters'ın bedeninde hayat bulan Charlotte, kızının sürekli ön plana çıkartmaya çalıştığı çocuksu cinselliği karşısında kendisini günden güne daha da yetersiz hisseden, büyük bir aşkla bağlandığı Humbert'ın aslında Lolita'ya yakın olmak için kendisiyle evlendiğini anlaması ile bunalıma düşerek intiharı seçen orta yaşlı bir kadındı. Kubrick, Nabokov'un yarattığı bu ilginç tiplemeleri filminde daha da geliştirmiş, onları kışkırtıcı bir görsellik ile seyircisine sunmuştu. Lolita'yı Humber'tan çalmak adına çeşitli kılıklara girerek, akıl almaz entrikalar çeviren Quilty, romandan farklı olarak, iyice komikleştirilmiş, bu durum Humbert'ın zavallılığını daha da belirgin kılmıştı. Romanın aslına sadık kalmış olsa da, kurgusunda bazı değişiklikler yapmıştı Kubrick. Örneğin Humbert'in Quilty'i öldürdüğü sahneyi filmin başına alarak, sapkın bir aşkın değil, kahramanını cinayete sürükleyen yıkıcı bir tutkunun anlatılacağının altını çizmişti.
Dr. Strangelove
"Lolita"yı çektiği sıra 30 yaşında olan Kubrick, tüm dünyada tanınan, tepkilere maruz kalsa da yeteneği yadsınmayan bir yönetmendi artık. 1963 yapımı "Dr Strangelove or How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb? / Dr. Garipaşk veya Nasıl Endişelenmemeyi Öğrenip, Bombayı Sevebilirim?" ile meslek hayatının ikinci dönemine geçecek, birbiri ardına son derece ilginç ve yaratıcı projelere imza atmaya başlayacaktı.
"Dr. Garipaşk" soğuk savaşın iyice paranoyak hale getirdiği bir dünyada, aklını yitiren bir subayın yol açtığı bir dizi felaketi, ince bir mizah anlayışıyla perdeye taşıyan, benzersiz bir filmdi. Peter George'un "Red Alert" romanından uyarlanan filmi, önce gerilimli bir bilim-kurgu hikâyesi olarak çekmeyi düşünen yönetmen, daha sonra fikrini değiştirerek, komedide karar kıldı. Film, seyircisini ağlanacak haline güldürmek niyetindeydi ve bunu fazlasıyla başarıyordu. Tabii bu noktada Peter Sellers, George C. Scott ve Sterling Hayden gibi yetenekli oyuncuların da payı büyüktü. ABD ve Rusya, birbirlerine duydukları korkuyu yenmek için sürekli nükleer silahlar üretmişler, saldırı sistemlerini, güvenilmez buldukları insan unsurunu ortadan kaldıran bilgisayarlara bağlamışlardı. Ama bir gün olanlar oluyor, komünistlerin içme suyuna florid karıştırarak kendilerini yok etmeye çalıştıklarını düşünen komutan Jack D. Ripper, hidrojen bombası taşıyan uçakları Moskova'ya gönderiyor, durumu fark eden yardımcısı Mandrake'yi de rehin alarak odasına kapanıyordu. "Peace on Earth / Dünyada Barış" cümlesinin ilk harflerinden oluşan geri dönüş kodunu bilen tek kişi Ripper'dı. Ama bunu kimseye söylemek niyetinde değildi. Mandrake her ne kadar bir süre sonra şifreyi çözse de, bunu dışarı ulaştırmak için artık çok geçti. Bombanın yola çıktığını fark eden yöneticiler de boş durmuyordu elbette. Tarihe nükleer savaşı başlatan aptal bir adam olarak geçmek istemeyen Amerikan başkanının hali gerçekten trajikomikti. Rusya başkanına telefonda derdini anlatmaya çalışan ama zil zurna sarhoş olan bu adamla bir türlü anlaşamayan başkanın umutlarını yok eden haber ise, Rusların silahlarının da otomatik olarak ateşlendiği ve artık bu savaşın geri dönüşü olamayacağıydı. Bu durumu farklı yorumlayanlar da yok değildi. General Turgidson'un "Olan oldu artık. Hem belki de biz kazanırız!" deyişi bir yana, eski Nazi Dr. Garipaşk'ın bu nükleer felaketi, sığınaklara toplanacak üstün insan konularından her bahsedilişte Nazi selamı ile havaya kaldıran doktor, kuşkusuz filmin en can alıcı karakteriydi. Tıpta "the other hand sendrom" olarak yer alan bu istemsiz kasılma durumu ile, insanın içindeki kontrol edilmez canavara da atıfta bulunuyordu Kubrick. Tabii bu arada kapaklar açılmadığından bombayı hedefe gönderemeyen ve çareyi bomba ile birlikte Rusya semalarına dalmakta bulan Teksaslı pilot Kin Kong'u da unutmamak gerekir. Bombaya bir rodeocu edasıyla binip, kovboy şapkasını sallayarak yol alan bu tuhaf asker, neşe içinde dünyanın sonunu hazırlıyor, film Vera Lynn'in romantik şarkısı "We'll Meet Again / Tekrar Buluşacağız" eşliğinde patlayan onlarca bombanın büyüleyici görselliği ile son buluyordu.
Sistemin insan unsurunu hiçe sayan tuhaf işleyişini ve silahlanma çılgınlığının varacağı muhtemel sonu ele alırken, seyircisini önce ürkütüyor, sonra güldürüyor ve nihayetinde bombayı sevmekten başka çare kalmayacak "o gün"ün dehşeti ile baş başa bırakıyordu Kubrick.
2001: A Space Odyssey
Yönetmenin bir sonraki çalışması, Arthur C. Clarke'in kısa öyküsü "The Sentine / Nöbetçi"den uyarlanan ve bugün bilim kurgu sinemasının köşe taşlarından biri olarak kabul edilen "2001 A Space Odyssey / 2001 Uzay Macerası" oldu. Ön çalışmaları üç yıl süren film, vizyona girdiğinde yıl 1968'di. Kubrick, seneryo aşamasında yazar ile birlikte çalışmış, o dönem için alışılmadık olan görsel efektlerle bizzat ilgilenmiş, uzay gemilerinin dekorasyonundan, giysilere, filmde kullanılan teknolojik gereçlere kadar çoğu şeyi kendisi tasarlamıştı. Amacı, seyircisini hikâyenin içerisinden çok, farklı atmosferi ile etki altına alabilmek, onların da görüntülerle düşünebilmesine, hatta felsefe yapmasına olanak tanımaktı. Bu ciddi bir iddiaydı kuşkusuz. Üstelik o yıllarda bilim-kurgu, gerek sinemada gerekse edebiyatta fazlaca ciddiye alınmayan, çocuklar ve yeni yetmelerden başkasının ilgi göstermediği bir türdü. Kubrick ve Clark, ilk kez yetişkinlere yönelik bir bilim-kurgu filmi yapmak için yola çıktılar. Temel olarak üç bölüme ayrılan film, insanoğlunun evriminin değişik aşamalarını taşıyordu perdeye. Açılış bölümünde ilkel insanların, bir hayvan kemiğini silah olarak kullanmayı öğrenmesi ve avlanmaya başlaması anlatılıyordu. Bu ilkel silahla yapılacak tek şey avlanmak değildi şüphesiz. Diğer kabilelerin yaşam alanlarını gasbetmek, onları korkutmak, hatta öldürmek de mümkündü.
İnsanoğlu alet kullanmayı öğrendiği anda, silahı da keşfetmiş ve varlığının başka bir dönemine geçmişti. Kubrick, söz konusu evrimin gerçekleşmesini sağlayan bilinmez gücü, siyah, dikdörtgen bir taşla; bir monolitle simgeliyordu. Tam olarak ne olduğu asla açıklanmayan monolit; düz, renksiz ve ifadesiz görüntüsü ile yoruma açık bir nesneydi. Sizi bu güce; Tanrı, doğa veya uzaydan gelen bilgelik demekte özgür bırakıyordu yönetmen. Önemli olan taşın ne olduğu değil, neye yaradığıydı. İlkel insanın elindeki kemiği havaya fırlatması ile mükemmel bir zaman aşımı gerçekleştiren Kubrick, seyircisini 2001 yılının sakin ve tehlikelerden uzak uzay atmosferine sokuveriyordu; Strauss'un "Mavi Tuna" valsi eşliğinde... Seyirciye tanıtılan, tam bir bilim dünyasıydı. Her şeyin kontrol altında olduğu, kemiklerin ses kontrolü ile tespit edildiği, bilinmeyenlerden arınmış, steril bir dünya... Ama ayda ortaya çıkan ikinci bir monolit, zihinleri karıştırıyor, araştırmalar başlatılıyordu. İnsanoğlu belki de evriminin başka bir aşamasına geçmişti. Filmin ana hikâyesi, Jüpiter'e gönderilen araştırma gemisi Discovery'de üçü uyutulmuş halde beş insan ve üstün özellkli bir bilgisayar olan H.A.L arasında gelişecekti. Dingin ses tonu, kendine güvenen tavrı ile seyircide huzursuzluk yaratan H.A.L sık sık "hissediyorum", "acı çekiyorum" gibi duygusal ifadeler kullanan, sanattan anlayan, kendi adına düşünebilen, satrançta yenilmez bir beyindi. Kaptan Bowman ve Subay Pool'un H.A.L'a güvenleri tamdı. Ancak haber verdiği bir arızanın asılsız çıkması astronotları çelişkiye düşürüyor, H.A.L'ın beyin fonksiyonlarının kapatılması gündeme geliyordu. Ancak bu durumu anlayan H.A.L, önce Pool'u uzaya terk ediyor, ardından uykudaki astronotların fişini çekiyor, Pool'u kurtarmak için uzaya açılan Bowman'ı da içeri almak istemiyordu. Kendisine verilen görevi yerine getirmesini kimse engellememeliydi. Kubrick'in seyirciye sunduğu en çarpıcı çatışma bu sahnede ortaya çıkmış, makineyi yaratan insan, bir süre sonra onun emrine girmişti. Bu noktada, makineleşen insanın, insanlaşan makineye karşı bir savaş başlatması ve özüne dönmesi gerekliydi. Acil giriş kapısından gemiye giren Bowman, tüm yalvarışlarına rağmen kapatıyordu H.A.L'ın fonksiyonlarını. Kubrick sahneyi kırmızı rengin ağırlıkta olduğu, kalp atışları ve nefes alışverişiyle desteklenen bir atmosfer içinde tasarlamış, H.A.L'ın ölümünü bir ameliyat görüntüsünde resmetmişti. H.A.L'ın devre dışı kalması ile, o ana kadar kendisinden gizlenen bir bilgiye de ulaşan Bowman, geminin asıl görevinin aydaki monolitin Jüpiter'e gönderdiği manyetik dalgaların amacını araştırmak olduğunu öğreniyor ve filmin son bölümü olan "Jüpiter ve Sonsuzluğun Ötesi"ne geçiş yapılıyordu. Kubrick bu sahneyi Bowman'ın büyüleyici bir ışık ve ses içinde yaptığı bilinmez yolculukla betimlemişti. Sonunda geldiği yer, klasik tarzda döşenmiş bir odaydı. Bowman orada kendisinin zaman içindeki değişik halleri ile karşılaşıyor, orta yaşlı, iyice çökmüş ve ölmek üzere olan Bowmanlar birer birer sahne alıyor, ölümden sonra ise bir cenin formunda uzaya geri dönüyordu. İkinci monolit, İnsanoğlunun evrimini geri çevirmiş, makineleşen insanların özlerine dönmelerine olanak tanımış ve nihayetinde "üstün insan"ın yaratılmasıyla görevini tamamlamıştı.
Önceki bilim-kurgu örneklerinden farklı bir filmdi "2001: Uzay Macerası". Öncelikle ele alınan, doğrudan insana ve onun gelişiminin aşamalarına dair bir sorundu. Gelecek atmosfer içine bugünkü sorunları yerleştiren ve genellikle bilinmeyenin yarattığı korkuyu sömüren benzerlerinden bambaşka bir yerde duruyordu. Kubrick'in vermeye çalıştığı mesaj, "makineler sonumuzu getirecek" değil "makineler sayesinde üstün insana ulaşacağız" olabilirdi pekala. Ve bu bile başlı başına devrimci bir düşünceydi. Üstelik her şeyin bilimle açıklanmaya çalışıldığı modern düşünce tarzına bir alternatif de getiriyordu yönetmen. Ona göre evreni açıklamak sadece bilimle mümkün değildi. Binlerce yıl sonra bile, insanın bazı mistik açıklamalara ihtiyacı olacaktı. Her konuda son derece titiz olduğu bilinen Kubrick, film müziklerini hazırlarken de bu tavrını korumuş, Strauss'un üstün insan teorisinin mimarı Nietzsche'nin etkisiyle bestelediği "Also Sprach Zarathustra / Böyle Buyurdu Zerdüşt" parçasını filme dahil ederek, alt metni desteklemişti. Film, gösterime girdiğinde beklenen ilgiyi görmedi. Düşünmek yerine sadece eğlenmeyi amaçlayan seyirciye fazla yorucu ve karmaşık geldi. "2001: Uzay Macerası" uzunca bir süre sonra gerçek seyircisini bulacak, özellikle gençlerin gözünde bir mit haline gelecekti.
Sinema tarihinin gerçek yazarlarından biriydi Stenley Kubrick... Bu ay, mükemmeliyetçi tavrı, keskin zekası ve muhteşem yetenekleri ile Kubrick'i ve benzersiz sinemasını yakından tanımaya çalışıyoruz.