Semih Kaplanoğlu, Yusuf üçlemesinin ikinci filmi, Süt'le bizi sinemalara davet ediyor. İlk film Yumurta, kitabı çıkmış, ödüllü şairimiz Yusuf'un annesinin ölümü üzerine köye dönmesi ve burada onun defin işlemlerini gerçekleştirmekle birlikte, annesinin adağını da yerine getirirken doyduğu yer değil de, doğduğu yerle yani taşrayla yüzleşmesini anlatıyordu. Modern insanın yalnızlaşmasına farklı bir açıdan bakan filmde, Yusuf'un sürekli havlayan ve başından ayrılmayan köpeğin karşısında düştüğü durum hala hafızalarda...
Süt'teki Yusuf ise ergenlik döneminde... Annesiyle birlikte süt ve ondan yapılan ürünleri satmakla meşgul. Aslında bu çok içine sinen bir şey değil Yusuf'un. O, odasını sevdiği yazar ve şairlerin fotoğraflarıyla donatmış, cümlelerle, yazıyla örülü bir düşün peşinde ama hayat şartları buna izin vermiyor, annesi de dâhil. Yusuf yazı başındayken, annesinin onu sürekli yanına çağırması, bir gün kahvaltı ederken, kitapla, börtü böcekle fazla ilgilendiği, hayatın telaşını düşünmediği için fırçalamasında rahatlıkla görebiliyoruz.
Yusuf hayallerinin biraz ötesinde yaşıyor. Yaşamak zorunda... Çünkü kendisine örnek alabileceği kimse yok çevresinde. Oturup bira içtiği ve edebiyata dair sohbet ettiği hocası kaybedenlerden... Ağabey dediği arkadaşı ise - ki o da şiirle uğraşıyor- madende çalışıyor.
Yusuf'un içinden çıkamadığı durumu iki darbeyle sarsılıyor. Birincisi, küçükken geçirdiği rahatsızlığı nedeniyle askere gidememesi... Ataerkil bir toplumda yaşadığını, askerlik yapmış olmanın bir erkeğe nasıl bir prestij kazandırdığını bilen Yusuf bu haberle sessiz bir yorgunlukta buluyor kendisini. Askere davul ve zurnayla gönderilen arkadaşların otobüsüne derin bir hüzünle bakıyor.
Yusuf'un yıkan ikinci haber, annesinin yeniden evlenme arzusu... Burada Yusuf annesiyle konuşmak yerine, içindeki şiir cümlelerinden yola çıkarak adamı ve annesini takip ediyor.
Kısa sürede yaşadığı olumsuzluklar onu eksiltiyor. Tıpkı günümüzdeki birçok genç gibi... Yusuf'ta o büyük gruptan birisi... 20li yaşarlın başında, henüz bir kızın elini tutmadan, kendisini derd-i maişet içinde bulan her genç gibi sağa sola savrulurken bir yerlere tutunmaya çalışıyor.
Kaplanoğlu'nun Sineması
Kaplanoğlu sinemayla ilişkisini şöyle tanımlıyor: "Sinemanın ham maddesinin zaman olduğuna inanıyorum. Yumurta, kahramanım Yusuf'un zamanı, mekânı ve dolasıyla kendini; Bresson'un, Tarkovski'nin, Satyajit Ray'in ve Ozu'nun sinematografik kuralları içinde arayışıdır. Ve film yapmak benim için tamamen metafizik ve felsefi bir eylemdir."
Kaplanoğlu sinema anlayışını bu filmde bir adım daha öteye taşıyor. Filmlerini daha da sadeleştirme taraftarı olduğunu belirten yönetmen, bu filmde de zaman kavramının çeşitli izleklerini görmem mümkün. Kahramanın zaman, mekan ve çevre algısıyla nasıl bütünleştiğini, nasıl şekil aldığını görebiliyoruz.
Filmlerinde metafizik göndermeler de yapan yönetmenin bu filmi sembolik zenginlikle dolu. Resim sanatının içselliğiyle donattığı sahnelerde Yusuf'un verdiği tepkiler her türlü algı düzeyine açık. Filmi değerli kılan yönlerden birisi de bu: Klasik bir sebep sonuç ilişkisi içinde akmayan film, bizi yönetmenin, Yusuf'un felsefi ve metafizik dünyasında dolaştırıp, sorularla buluşturuyor ve ardında kayboluyorlar.
Taşranın masumiyeti diye adlandırabileceğimiz sütün egemenliği olan yerde, modern hayatın yılan kıvraklığındaki sorunlarla yüzleştiriyor bizi yönetmen.
Semih Kaplanoğlu, Yusuf üçlemesinin ikinci filmi, Süt'le bizi sinemalara davet ediyor. İlk film Yumurta, kitabı çıkmış, ödüllü şairimiz Yusuf'un annesinin ölümü üzerine köye dönmesi ve burada onun defin işlemlerini gerçekleştirmekle birlikte, annesinin adağını da yerine getirirken doyduğu yer değil de, doğduğu yerle yani taşrayla yüzleşmesini anlatıyordu.