Artık büyük edebî eserleri birçok dillere tercüme etmekle iktifa edilmiyor, onların herkesçe bilinen bir dile, sinemanın, imajların diline tercümesine teşebbüs ediliyor.
Günden güne bu yeni dile çevrilen büyük eserlerin sayısı artmaktadır: Romeo ve Juliet, Gülliver'in Seyahatleri, Cürüm ve Ceza, Anna Karenin, Pride and Prejudice, Notre-Dame de Paris, Uğuldayan Tepeler v.s. Bu, yeni çevirme hareketinin belli başlı misalleri. Belki de pek uzak olmryan bir zamanda dünya edebiyatına mal olmuş her büyük romanın, her büyük piyesin filme alındığını göreceğiz.
Bu çalışma, halli lâzım gelen birçok meseleyi ortaya atmaktadır: Bir eserin yazı dilinden imaj diline geçmesi ne dereceye kadar mümkündür? Filim bir edebî esere ne dereceye kadar sadık kalabilir? Burada sözü geçen sadakat ne demektir? «Edebî filimler» in gittikçe artan sayısı, şimdiye kadar bizi bu meselelerle çoktan ilgilendirmeli idi.
Bu filimler bizi diğer bir noktadan da alâkadar edebilir. Bir edebî eseri bir dilden diğer bir dile çevirmekle, yazıldığı dilden sinema diline çevirmek arasında ancak bir derece farkı vardır. Bu iki tercümede de esas itibariyle aynı zorluklarla karşılaşırız. Her iki çevirmede de asıl metne sadık kalarak seçtiğimiz ifade usulünü zorlaştırmamak isteriz. Her iki tercümede de asıl metni düşündüğümüz kadar karii veya seyircileri düşünmek zorundayız. Yalnız yazı lisaniyle imaj lisanı arasındaki büyük farktan dolayı, rejisör mütercime göre kendini çok daha hür hisseder. Bu ise filmin incelenmesini daha faydalı kılmaktadır. Hepimiz büyük bir edebî eserin adını taşıyan filmin bu esere sadık kalmasını isteriz. Fakat böyle bir sadakatin bir yazı dilinden başka bir yazı diline tercüme yaparken beklediğimiz alelade, harfi harfine sadakate benzemiyeceğini de biliriz. Yazı dili ile imajların dili arasındaki fark, böyle bir sadakati imkânsız kılar. Burada elde edilmek istenen sadakat başka bir şeydir. İşte tercümenin esas meselelerinden biri olan sadakat meselesini incelemeğe güzel bir vesile... Bir defa konuştuğumuz diller biribirine benzer. Bunun içindir ki bir dilden diğer bir dile geçerken ancak zorlukla hissedebildiğimiz bazı noktaları, edebî eserden filme geçerken çok daha vazıh bir şekilde görebilirim Burada edebî filimlerden çıkan bütün meseleleri inceliyecek değiliz... Ancak bu filimlerin telkin ettiği bazı fikirleri aydınlatmağa ve bu meselenin izahına çalışacağız.
Şimdilik bu nevi filimleri beğenen pek az kimse vardır. Edebiyatı sevenler bu filimlerin kifayetsizliğinden bahseder dururlar; onlara göre eserin özü kaybolmakta, yazanın esas fikri, niyeti tahrif edilmektedir. Meselâ eserde önemli olmiyan aşk entrikaları filimde, genel olarak ön safhaya alınır. İzdivaçla veya diğer mesut bir şekilde bitmiyen eserler filimde böyle bir şekilde bitmeye icbar edilir. Nötre Dame de Paris'de Esmeralda ve Quasimodo ölürler ve romanın havası oldukça kötümserdir. Filmin sonunda ise Esmeralda genç şairle uzun, mesut bir hayat sürmeğe hazırlanır ve onlara bakan Quasimodo'nun göz yaşları filmin iyimser havasını bozmaz. Filimlerin çoğu Notre-Dame'ın Kamburuna benzer. Onlar Babıâlinin birçok tercümeleri gibi eserin ne havasına ve ne de vakasına sadık değildir. Filimle ebedî eser arasında çok zaman ancak bir isim benzerliği vardır. Bazan o da yoktur ya... Bunun içindir ki edebiyat sevenlerin çoğa bu filimlere istihfafla bakarlar veya onları hiç seyretmemeyi tercih ederler. Zaten sinema ancak bir eserin mevzuunu verebilir. Halbuki her edebî eserin esası, mevzuu değil, şeklidir.
Diğer taraftan sinema sevenler bu filimlere hücum ederler. Onlara göre de sinema bu tercüme işinden vazgeçmelidir. Sinemanın kendine göre bir dili vardır. Filimler bu dile göre tasavvur edilmelidir. Asıl metin her zaman tercümeden üstün olduğu gibi sinema için tasavvur edilen bir mevzu da edebî eserlerden alman mevzulardan üstün olacaktır. Filimlerin icapları edebî eserlerin icaplarından bambaşkadır. «Tercüme kadın gibidir, sadığı güzel güzeli de sadık olmaz» sözü şüphesiz ki «edebî filimler» için daha doğrudur. Ya filim edebî esere sadık kalır, iyi olmaz; ya güzel bir filim olur, o zaman da onunla eser arasında hemen hemen hiçbir ilgi kalmaz. İyi bir filimden güzel bir roman çıkarmak kabil olmadığı gibi, güzel bir edebî eserden de iyi bir filim vücuda getirmek kabil değildir.
Bu iki katî hüküm arasında seyircilerin büyük bir kütlesi bu filimlere karşı rağbet göstermekle beraber onların hiçbir zaman eser kadar güzel olmiyacağını kabul ederler. Romeo ve Juliet, veya Ölmiyen Aşk'ı seyredenlerden «— Tabiî, filim eser kadar güzel olamaz...» sözünü mutlaka işitmişsinizdir. Alelade seyirci tercümenin imkânını kabul etmekle beraber onun kifayetsiz kalmaya mahkûm olduğunu da bilir.
Az çok haklı olmakla beraber bu hükümler biraz da peşin verilmiş gibi görünür. İlk önce insan oğlunun bu nevi filimlerden vazgeçmiyeceğini kabul etmeliyiz. Her vakit Romeo ve Juliet'in aşk ve ölüm sahnelerini, Gülliver'in Seyahatleri, Quasimodo'nun korkunç yüzünü sinema tekniğinin verdiği imkânlarla göz önünde canlandırmak isteriz, bu suretle de yeni şekil ve imkânlarla eski eserlere yeni bir hayat, yeni bir mâna kazandırabileceğimize inanırız. Artık büyük edebî eserlerden filim çevirmek kaçınılmaz bir olaydır. Zannımıza göre edebî bir eserden güzel ve sadık bir filim yapmak mümkündür; yeter ki burada istenilen sadakatin ne olduğunu tamamen anlaşılsın.
Bir dilden diğer bir dile yapılan tercümenin sadakatini tâyin etmek kolay gibi görünür. Tercümeyi elimizde bulunan asıl metinle her an karşılaştırabiliriz. Fakat bu karşılaştırma da zannedildiği kadar kolay değildir. Bir kelimenin diğer bir kelimeyi, bir cümlenin diğer bir cümleyi ifade edip etmediği münakaşa götürür bir meseledir. Bir kelimenin tamamen karşılığı gibi görünen diğer bir kelime çok zaman asıl kelimenin verdiği imaj veya fikri veremez. Ve böylece yazarın maksadım ifade edemez. Bir tercümenin sadakati hakkında verilen her hüküm yazarın telkin etmek istediği ruh haliyle tercümenin okuyucusunda husule gelen ruh haleti arasında bir mukayeseye istinad eder. Yalnız yazarın telkin etmek istediği ruh haletini tam bir şekilde bilemiyeceğimizden hükümlerimizde de hiçbir zaman katî olamıyacağız demektir. Bu zorluk «sinema tercümelerinde» daha kuvvetli bir şekilde mevcuttur.
Her büyük romancı yarattığı şahıs ve vakaları muhayyilesinde canlı imajlar halinde görmüştür. Diğer taraftan her okuyucu kelimelerin, tasvirlerin altında, şahısları, sahneleri göz önünde bulundurmuş, eserin kendine göre ve yalnız kendisi için bir nevi tercümesini yapmıştır. Yazar, imajlardan kelimelere; okuyan, kelimelerden imajlara geçmiştir. Şüphesiz ki yazarın imajlariyle okuyanın imajları arasında epey fark vardır. Filim, yazarın ilk imajlarını tekrar etmeğe çalıştığı gibi okuyucuların da ayrı ayrı tasavvur ettikleri imajlara uygun olmalıdır. Burada asıl metin yoktur. Ancak onun kelimelerle yapılmış bir tercümesi vardır. Asıl metin yazarın muhayyilesiyle beraber kaybolmuştur. Sadakat burada okuyucuların tasavvur ettikleriyle filim arasındaki mutabakattan ibarettir. Fakat okuyucuların da tasavvur ettikleri ayrı ayrı olabilir ve yazılı metin birçok defa aralarında birlik temin etmeğe muktedir değildir. Bu birliği temin etmek rejisörün vazifesidir. O, tamamen yeni, belki de hiçbir okuyucunun tasavvur etmediği bir imajın, bir simanın, bir sahnenin eserin ruhuna sadık olduğuna bizi inandırabilir. Biz o ana kadar tasavvur ettiğimizin doğru olmadığını anlarız. «Evet Shakespeare Juliet'i böyle görmüş, Hugo Quasimodo'yu Charles Laughton gibi tasavvur etmiştir.» dersek filmin sadakatini bir noktadan da olsa teyidetmiş oluruz. Rejisör veya aktör bizimle yalnız mutabık kalamaz. O bize şahsi görüşünü, yazarın görüşü olarak kabul ettirmelidir.
Her mütercimin vazifesi bundan farklı olmasa gerektir. O da kelimelerin, cümlelerin altında yazarın gördüğünü, düşündüğünü aramalıdır; o da asıl metnin okuyuculara tahayyül ettiğini göz önünde bulundurmalıdır. Yalnız kelimeyi değil, yazarın ruh haletine ve asıl metnin okuyucularda meydana getirdiği ruh haletine önem vermelidir. Yalnız yazarın ruh haleti bilinmediğinden ve okuyucununki de değişik olduğundan son hüküm verecek yine mütercimdir. O yazarın maksadına, asıl metni okuyanların anladıklarına sadık kalmak ister; bu gayret ve sadakatin de hiçbir halde tam olamıyacağını bilir. Mütercimin hürriyeti büyüktür. O rejisör gibi asıl metinde göremediğimiz noktalan görür, bizi bu noktalan kabul etmeğe icbar edebilir. Her sadakat bir ruh sadakatidir. Bir tercümede bu ruh sadakatinin verilip verilmediğini kimse katiyetle iddia edemez. Tercüme böylece cüretkâr bir harekettir, bir risktir.
«Edebî filim»lerde başka bakıma da alışkın olduğumuz sadakat mefhumundan ayrılmalıyız. Hiçbir filim romanın takibettiği safha ve vaka sırasını takib edemez. Birçok noktaları ihmal etmek mecburiyetindedir. İmajlarla ifadesi mümkün olmıyan birçok şeyi de zaten ifade edemez. Fakat bu imkânsızlıklar filmin esere daha geniş bir mânada sadık kalmasına mâni olmamalıdır. Her büyük eserin akışı bir esas harekete, bir iç harekete tabidir. Her büyük eserin bir esası, bir canlı merkezi vardır. Rejisörün vazifesi işte evvelâ bu esasa varmaktır. İçine girerek onu yaratan ruh membalarına varılmalıdır. Rejisör yazarın kalbine vardıktan sonra eseri tekrar düşünmelidir. O, yazarın kelimelerle takibettiği yolu, imajlarla, sözlerle, musiki ile takibetmelidir. Fakat rejisör bunu yaparken bu unsurlar arasındaki münasebetleri tâyin eden kaideleri, seyircilerin isteklerini de göz önünde bulundurmalıdır. Bu kaidelerle istekler, yazarın göz önünde tuttuğu şeylerden ayrıdır ve böylece rejisörün meydana getirdiği eser asıl metinden başkadır. Fakat bu esaslı bir ayrılık değildir. «Eğer yazarın elinde kalem değil, fakat elimdeki vasıtalar olsaydı o da filmime yakın bir eser yaratacaktı» sözünü hüsnüniyetle söyliyen rejisöre ne mutlu. O her iyi mütercimin vazifesini yapmıştır. Tercüme ettiği eserin özüne varmış ve tekrar, kelimelerden değil, bu özden hareket ederek tercümesini inşa etmiştir. Esas sadakat, hareket ve varış noktalarının aynı olmasındadır. Mütercim eserin özüne varmağa çalışarak yazarın hareket noktasından hareket etmeğe gayret eder ve yazarın vardığı neticeye, insanlar üzerinde icra ettiği aynı tesire varmaya çalışır; bu iki nokta arasında takibedilen yol mecburen ayrı olacaktır. Yazar, bir yol, rejisör ve mütercim, yazarın vardığına varmak istedikleri için, başka bir yol takibetmeğe mecburdurlar. Eğer onlar insan üzerine yazardan başka bir tesir yapmak isteselerdi o zaman yazarın takibettiği yolu adım adım, kelime kelime takibedebilirlerdi. Maalesef, nice mütercim «gaye sadakati»ni değil «yol sadakati»ni tercih ederler.
Edebî eserlerden filme geçerken bu «yol sadakati»nin manasızlığı göze çarpmaktadır. Hiçbir rejisör esas metni adım adım takibedemez. Sinema dilinin icapları bambaşkadır. Fakat konuştuğumuz dillerin icapları da, bu kadar farklı olmamakla beraber, başka başkadır.
Filim için kullandığımız usulü burada da esas itibariyle kullanmamız lâzımdır. Yazarın yaratıcı kuvvetlerin merkezine varmak ve ondan yazarın güttüğü gayeyi, esas metnin icra ettiği tesiri göz önünde tutarak kendi yolumuzda, dilimizin icabettiği yoldan yürümektir. Ancak bu şekilde esas sadakate varmağı ümid edebiliriz. Bu, tehlikesiz ve kolay bir yol değildir. Fakat çıkar başka bir yol da yoktur. Artık her tercümenin bir risk olduğunu, tercüme işinin de cüretkârların işi olduğunu anlamalıyız. Çok tekrar edilen fakat çok da unutulan bu hakikati başka bir yoldan teyidetmek her halde faydasız değildir...
Edebi Eserlerin Filim Diline Tercümesi, Erol Güney, Tercüme Dergisi, Sayı:13, ss.142-144, 19 Mayıs 1942.
Artık büyük edebî eserleri birçok dillere tercüme etmekle iktifa edilmiyor, onların herkesçe bilinen bir dile, sinemanın, imajların diline tercümesine teşebbüs ediliyor.