İki gün önce nişanlanmıştı. O günden beri heyecandan yerinde duramıyordu. Askerdeki nişanlısının gelmesine az kalmıştı. Gelince hemen düğünü olacaktı. Yıllarca bu günü beklediğini düşünerek için için sevindi. Şunun şurasında ne kalmıştı? Birkaç ay sonra nişanlısının askerliği bitecekti. Çeyizinin tam olmaması canını sıkıyordu. Durmadan eksiklerini tamamlamaya çalışıyordu.
Akşam komşu kızları Miyase'nin evinde toplandılar. Eğlendiler kendilerince; nişanlanmasını kutladılar. İş güç zamanıydı, fazla gecikmeden dağıldılar. Sabahına orak ve olgunlaşmış başaklar kendilerini bekliyordu.
Ertesi gün için tüm hazırlıkları yaptı. Düğününü hayal ederek uyudu. Rüyasında nişanlısını gördü. Kendisine "az kaldı, bekle geliyorum", diyor ama gelmesine engeller çıkıyordu. Bunları bir türlü anlayamadı. Kalktığında annesine "bu gün çok karışık rüyalar gördüm", dedi. Annesi "hayırdır inşallah", diyerek cevap verdi.
Telaşlı yapısıyla evlerinin odalarını dolaştı tek tek. Çeyizlerini sakladığı odasına girdi. Babaannesinden kalan, ceviz sandığın kapağını açtı. Gözünün ucuyla şöyle bir baktı. Kanaviçesi sökülmemiş işlemesini eline aldı. Tekrar güzel bir şekilde katlayarak yerine koydu. Dışarıdan babasının sesi duyuldu:
- Kızım haydi geç kalıyoruz!
Aceleyle çıktı evden. Elinde azık için hazırladığı bohça, beyninde karmakarışık duygular, babasının arkasından hızlı adımlarla yürüdü. Köşede, akşam beraber oldukları arkadaşı Nefise bekliyordu. Beraber gidiyorlardı her gün.
Yol boyunca rüyasını anlattı Nefise'ye. Zaman zaman Nefise'nin cevaplarıyla güldüler.
- Kız, dün bir, bu gün iki. Hemen rüyasını mı görmeye başladın?
- Öyle deme! Şuramda bir korku var. Yüreğim çarpıp duruyor.
- Bir şey olmaz. Şurada ne kaldı?
- Onu demiyorum. İçimde bir ürperti var. Sanki bir şey olacakmış gibi geliyor.
- Sen de ama abartıyorsun. Kemal'in aşkı başına vurdu herhalde.
Nefise'nin konuşmalarının, kendisini rahatlatmak için olduğunun farkındaydı. En yakın arkadaşıydı. Nişanlandığında en çok sevinen o olmuştu. Dertlerini, sevinçlerini birlikte paylaşırlardı.
- Seni de isteteceklermiş, dedi Miyase.
- Yok kız öyle bir şey.
- Var, var. Bana Sebahat söyledi. Aşağıda varsa soralım, dedi.
Nefise biraz utandı:
- Biraz yavaş konuş, babam duyacak, dedi yarım ağızla.
Miyase fazla konuşmadı. Kafasındaki dağınıklığı toparlamaya çalıştı. Kayığa binecekleri yamacın başına geldiklerinde, gözün alabildiğine uzanan masmavi gölün ne kadar sakin olduğunu gördü. Şaşırdı; gölü böylesine durgun, böylesine sakin olarak hiç görmemişti.
- Ne kadar durgun, dedi eliyle ufku işaret ederek.
İki gün öncesini hatırladı. Göldeki dalgaların boyu kabardıkça kabarmış, "kimseye geçit yok" dercesine meydan okuyordu. Hele dalgaların, beyaz bir canavarın ağzını açıp önüne gelen her şeyi yutup yok edecek şekilde bağırmasını andıran görüntüsü ürpertiyordu. Dalgaların kıyıya vurduğu andaki çıkardığı ses, adamın içine korku salıyordu. Öfkesini alamamış bir canavar gibi ağzından köpükler saçıyordu. Sanki hızını kesen karaya kızıyordu. Şimdiki durumu çok sakindi. Tıpkı fırtınadan önceki sessizlik gibi. Sabahın ilk ışıkları yansıyordu suyun yüzeyinde. Ayna tutulmuş gibi gözü alıyordu yansıyan ışıklar.
Aşağıda hareket etmek üzere olan kayığı gördüler. Kayıktakiler oldukça fazlaydı. Yukarıdan gelenleri görünce, onların da binmesi için beklediler. Hızlı adımlarla yamaçtan aşağıya indiler.
Kayığın yanına geldiklerinde binmede tereddüt ettiler. İçlerinden birisi:
- Çok kalabalık oldu. Allah korusun, bir şey olmasın, dedi.
- Yok canım bir şey olmaz, dedi bir başkası.
Miyase babasının kulağına yanaştı:
- Baba! Binmeyelim, dedi.
Babası işlerin geç kalacağı endişesiyle cevapladı:
- Bu kayığın karşıya gidip gelmesi bir saati geçer. Biz tarlaya varıncaya kadar öğle olur. Ne zaman çalışıp da iş yapacağız?
Miyase cevap vermedi. Sustu; duygularını içine attı. "Bugün kötü bir şey olacağını hissediyorum", diyemedi. Babası varken söz ona düşmezdi.
Bindiler sessiz ve ürkek bir şekilde. Kayığa, taşıyacağından çok fazla insan binmişti. Aslında hepsinin içinde bir korku vardı. Kimse belli etmemeye çalışıyordu.
Kayık eskiydi; sanki tahtaları yerinden çıkacakmış gibiydi. Su girmemesi için sürülen zift bazı yerlerde kalkmış, dökülmüştü.
Sonraki binenlerle kayığın su alması iyice arttı. İki kişi kayığın aldığı suyu boşaltmakta zorlanıyordu. Durumu görenler korkudan titremeye başladı. Adeta nefeslerini tuttular. Olacaklara razı bir şekilde beklediler.
Kürek çekenler, uyarılarla biraz daha hızlandı. Küreklerin çıkardığı sesler duyuldu kulaklarda. Küreklerden damlayan suların minik dalgalar şekilde yayılan dairelerini bazı gözler takip etti. Ahenge hayranlıkla bakanlardan birisi de, annesinin yanında dikilen on yedi yaşındaki Gülfidan'dı. Korkuyla yoğrulmuş hayal dünyasındaki penceresinden gölün yüzeyinde bir şeyler arıyordu. Harman sonunda babasının alacağı altın bileziği, koluna takacağı günün bir an önce gelmesini istedi. Kayığın hafif sallanması ile annesinin şalvarından sıkıca tuttu. Farkında olmadan "anne!" diye bağırdı. En az onun kadar korkan annesi, kızını yatıştırmaya çalıştı. Biraz önce hayal dünyasındaki gözleri kocaman oldu. Bir an ölüm geldi aklına. İç dünyasındaki anafor, onu alıp ötelere götürdü.
Kayığın uç kısmındaki sehpanın üzerinde oturan kadın, henüz kundaktaki çocuğuna sımsıkı sarıldı. Bir şeylerin olacağını sanki sezmişti. Susturmak için ağzına emzik verdi. Sallanan kayıkla birlikte hafifçe salladı. Gözlerindeki korku, umutsuzca arttı. Yanında oturan oğluna baktı. Oğlu küçük olmasına rağmen annesine büyük bir olgunlukla "korkmamasını" söyledi.
Bu arada kayık, karadan bir hayli açılmıştı. Erkeklerden bazıları geri dönülmesi gerektiğini söylediler. Yol yarılanmıştı zaten. Geri dönünceye kadar karşı kıyıya ulaşılabileceğini düşünenler devam edilmesini istediler.
Kayığın içine giren sular her saniye daha da arttı. Boşaltılması oldukça zorlaştı. Bu korkunç düşünceden uzaklaşmak isteyen Miyase, Sebahat'a soracağı soruyu hatırladı. Kulağına eğildi fakat bir anda vazgeçti. Bunun farkına varan Nefise, "boş ver" der gibi baktı. Üçü de göz göze geldiler. Yüzlerinde karmaşık duyguları yansıtan bir gülümseme oluştu. Sonra kendi dünyalarına döndüler.
Kayıkta sakin olma çağrıları birbirini takip etti. Karadan uzaklaşıldıkça kaza durumunda kurtulma ümitleri azalıyordu. Kadınların hiçbirisinin yüzme bilmemesi durumu iyice vahim hale getiriyordu. Bir anda metrelerce derinlikteki suyun altına inmeleri an meselesiydi.
İçlerinden birisi:
- Bu kadar çok binilirse olacağı bu, dedi kızgınlıkla.
Bir başkası:
- Binmeseydin, diyerek cevap verdi.
Kayık su almaya devam etti. Herkes dizlerine kadar suyun için de kaldı. Kayık batıyordu santim santim. Kayıkta bulunan yaşlı erkeklerden birisi bağırdı can havliyle:
Ortalarda bulunan oldukça kilolu biri, ağırlığı hafifletmek için kendini gölün serin sularına bıraktı. Bunu diğer erkekler takip etti. Bu hengame içinde planda olmayan şeyler de oldu. Herkes kendi canını düşünüyordu. Bağırmalar yankılandı dört bir yanda. Suya atlayanların çıkardığı sesle kadınların çığlıkları bir birine karıştı. Kayığın suyu boşaltılamaz olmuştu. Kadınların korkuyla titremeleri dayanılmazdı. Kurtuluşu çağıran çığlıkları semayı kapladı, suyun derinliklerine indi. Yürekleri yaktı, hayalleri yıktı. Kimin ne dediği anlaşılmadı.
Kayıktan atlayanların birisi, dengeyi bozdu. Kayık ters döndü suyun yüzünde. Kayıktakilerin hepsi, silkelenen meyveler gibi suyun yüzüne dağıldı.
Her şey bir anda oldu bitti. Biraz önce umutla işine gidenlerden bir kısmı şu anda ölümle yaşam arasında gidip geliyordu. Ölüm de hayat gibi gerçekti o anda. Kundaktaki çocuktan hayatının baharındaki genç kıza, geride çocukları bekleyen anneye kadar herkes bu gerçekle burun burunaydı.
Bu sıkıntıyı yaşayanların gözlerinde dünyanın rengi değişti. Tüm tonları barındıran renksiz bir renk bütün benliklerini sarmaladı. Müthiş bir çekim gücüne sahip anaforun kucağında hissettiler kendilerini. Bütün çırpınmalarının boşuna olduğunu anladıklarında her şey artık çok geçti. Küçük bir çocuğun acizliği ile kendilerini bıraktılar, tüm duygu, düşünce ve inançlarıyla kurtuluşu olmayan bu anaforun kucağına.
Az sonra masmavi gölün ortasında kapkara görüntüsüyle, canavarı andıran ters yüz olmuş kayıktan başka bir şey görünmüyordu.
Haber köye çabuk ulaştı, yanardağ gibi patladı. Köy bu ağırlığın altında kaldı. İniltiler duyuldu her köşede. Sönen ocakların verdiği ıstırap dayanılmazdı; insanların yüreklerini sıktıkça sıktı. Gerçekliğine inanmak istemediler. Koştular herkes... bilinçsizce... düşünmeden... nereye koştuklarını bilmeden... göçmen kuşların sıra sıra dizilip uçmaları gibi, dizi dizi koştular... toplandılar mahşerde toplanır gibi... mahşer günü gibiydi: yediden yetmişe herkes bir anda orada toplandı.
Olayı görenler heyecanla olanları anlattı. Kayıktan sağ kurtulanlar, kendilerince yorumladılar adamın yüreğinin yağını eriten bu kıyamet anını. Yürekleri sızlatan çığlıklar devam etti gittikçe yükselerek.
Erkeklerden bazıları kurtarma düşüncesiyle suyu kulaçladı can havliyle. "Belki kurtarırım", düşüncesi insan üstü çabaları beraberinde getirdi. Olay yeri karadan bir hayli uzaktaydı. Bir nefeste varılacak gibi değildi. Göldeki diğer kayıklar da olay yerine oldukça uzaktaydı. Canını zor kurtaranların göl kenarındaki kayalıkların üzerinde oturuşları içlerindeki acıyı anlamaya yetiyordu.
Kimisinin kızı, kimisinin karısı kayıktaydı. Bir şey yapamamanın acizliği ile bitmişlerdi. Gözlerinde dünya artık yoktu. Yaşamanın gereksizliğine inandıkları bir anda duygusuz, halsiz ve uzaktaydılar.
Gözlerden akan yaşlar da söndüremedi yüreklerdeki ateşi. Ağlamaktan sesler kısıldı, gözler şişti. Bunların hiçbirisi gidenleri geri getirmeyecekti. En yakınlarının, gözlerinin önünde derin sularda kayboluşu ve bir şey yapamamanın acısı, dayanılacak gibi değildi.
Bunlar ilk kurbanlar değildi, son da olmayacaktı. Daha geçen yıl iki kişi boğulmuştu tahıl yıkamak isterken. O zaman da yürekler dağlanmış, gönüller daralmış, son olması dilenmişti. Olmadı... devam etti... sonra mı?.. bilinmez...
İçlerinden kızdılar gölün ciğerlerini sökmesine. Düne kadar sunduğu nimetleri unuttular. Keşke barajı buraya yapmasaydılar, diyerek yapanlara lanet okudular.
Gözler, durgun canavar gölün üzerinde hep bir şeyler; bir kıpırtı, bir hareket aradı. Kim bilir, belki bu soğuk sular da sessizce ağlıyordu olanlara, gencecik yaşta gidenlere. Artık zaman durmuştu sanki.
Kayığın ters dönmesi sırasında, kucağındaki çocuğunu düşüren annenin feryatları tüm canlıları titretti. Oğlunun yardımıyla kayığa tutunmuş ve hiç bırakmamıştı. Bu onun kurtuluşuna sebep olmuştu. Kenara çıkarıldığında çocuğunu aradı hep. Halsiz bitkin ve umutsuzdu. Biri kucağındaki ile bağırıyordu durmadan:
- Bu çocuk yaşıyor!
Tüm gözler o tarafa baktı. Gerçekten, kucağındaki kundağın içinde bir bebek vardı. Biraz önceki bitkin, yorgun annenin koşuşunu görmek sevindiriciydi. Anne, çok sevinmişti ama, bu hüzün tablosunun içinde kendine yer bulamadı. Belki de bu olayın sevindirici tek yönü buydu.
"Öldürmeyen Allah öldürmez"di. Çocuğun kundağın içinde sulara batmayışı, Musa peygamberin sepetin içinde kurtuluşunu hatırlatıyordu.
Gidenlerin geri gelmeyeceği düşüncesiyle, suyun dibindekilerin çıkarılması gerektiği konuşuldu. Telefonlarla haber duyuruldu gerekli yerlere; yardım istendi. Yardımın gelmesi saatler alabilirdi. Bunun için derhal arama çalışmaları başlatıldı. Gölün diğer tarafındaki kayıklar geldi ilk önce. Üçer beşer kişi kayıklara bindi. Ellerindeki uçlarında kancalar bağlı iplerle olay yerinin yakınından başlayarak saatlerce aradılar. Umutların bittiği yerde cesetler beklendi sabırsızca. Zaman ilerledikçe sabırlar tükeniyor, acılar katlanarak büyüyordu.
Bulunan ilk ceset, iki gün önce nişanlanan Miyase'nindi. Miyase'nin cesedinin bulunduğu haberi herkesi derinden sarstı. Daha yeni nişanlanmıştı. Nişanlısını bile görememişti. Evlenecekti, herkes gibi yuvası olacaktı... Ağıtlar yükseldi semaya... Sanki tüm dünya yerinden oynamıştı. Bulunan ilk cesetle birlikte acılarını yüreklerine gömerek mezarın yolunu tuttu gençlerden çoğu. Kazılacak mezar sayısı oldukça fazlaydı. Cesetler peş peşe bulundu. Bulunan her kayıpla feryatlar biraz daha çoğaldı. İki kişinin cesedi bulunamadı. Şehirden gelecek yardım beklendi.
Gölün kenarında dizleri üzerine çömelmiş birisi, umutsuzca ufka bakıyordu. Çıkıp geleceğine olan inancı, hareketsiz bir şekilde gözlerini hiç kırpmadan oraya çivilemişti. Çok sevdiğiniz birisinin gözlerinizin önünde kaybolmasına nasıl dayanılırdı ki? Geçmiş bir anda gözünde canlandı. Bir elektrik hızıyla geçti beraberliği: Suyun derinliklerindeki eşini istedikleri günde yaşadığı heyecanı... nişanını... bayramlardaki ziyaretlerini... evlendiği gündeki mutluluğunu... evliliğinin üzerinden geçen üç yıl... eşinin çocuğu olmadığı için, yaşadığı sıkıntısını giderme çabalarını... Yalnız bırakmamalıydı. Kavilleri böyle değildi. Kurdukları hayallerde bunun hiç yeri yoktu. Durduğu yerde duramıyor, dünya kendisine dar geliyordu. Kendini bir cenderede sıkıldıkça sıkıldığını hissetti. Kendi kendini "Allah'ın emri böyleymiş", diyerek rahatlatmaya çalıştı.
Hemen yan tarafta, çevresine toplanan kadınlar, ağıtlar yakan birini teselli etmeye çalışıyordu.
- Kuzum! Gülfidanım! Fidanım! Gitti yavrum, gittin... Beni nasıl bıraktın? Sana bilezik alacaktım kuzuuum! Bileziğini takamadan gittin...
Bu Gülfidan'ın yanık bağırlı annesi Müslime'ydi. Kızının heveslendiği bileziği alamamanın sıkıntısını yaşıyordu. Şaşırmıştı, ne diyeceğini bilemiyordu belki.
Bu arada arama ekibi gelip çalışmaya başladı. Botlar göle indirildi. Ekipler milletin bakışları arasında açıldı göle. Balık adamlar gölün derin sularına daldı. Kısa süre sonra bulunamayan cesetlere ulaşıldı, titiz bir şekilde çıkarıldı serin sulardan. Gülfidan, elindeki testi ile birlikte çıktı sudan. Gençliğinin ilk yıllarında Yaratan'ın huzuruna çıkacağı yolculuğa başlamıştı bile. Annesi çığlık çığlığa bağırıyordu.
Son iki cesetle birlikte arama çalışmaları tamamlandı. Yamaçtan yukarıya özenle taşındı.
Bu arada yanık sesiyle uzun uzun verilen salâ yankılandı gök kubbede. Minareden yükselen ses, insanları çok etkiledi. İç dünyalarındaki sarsıntıların şiddeti arttı. Ölüme yakın olmanın verdiği ürpertici sessizliği yaşadılar iliklerine kadar.
Köyün her tarafında aynı görüntüler vardı: Telaşla koşuşturma... cenaze evlerindeki kalabalık... hüzünlü yüzler... yaşlı gözler...
Vakit ikindiyi henüz geçmişti. Cenazeleri defin işlemleri hızlı bir şekilde devam etti. Kazanlar suyla dolduruldu. Altına ateşler yakıldı. Sular ısıtıldı, serin sulardan çıkarılanların yıkanması için.
Bu arada mezarların hazır olduğu haberi geldi. Tabutlara konuldu birer birer. Göz yaşları, ıstıraplı bakışlarla evlerinden uğurlandılar bir daha geri dönmemek üzere. Musallâda toplandı yediden yetmişe herkes. Cenaze namazı kılmak için saflar tutuldu dizi dizi. Son görevlerini yapmak için huşu ile durdular, yüzleri kıblede.
İmam öne geçti ve duygulu bir şekilde konuşmaya başladı:
- Şu kimseler de âhiret şehidi sayılır: Suda boğulanlar. Ateşte yananlar. Enkaz altında kalanlar...
İmam duygulara tercüman olacak konuşmasına soluklanarak devam etti:
- Şehitlerle ilgili bazı hadis-i şeriflerde peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Suda boğulan şehittir, ateşte yanarak ölen şehittir..."
"Şehidin borçtan başka bütün günahları mağfiret olunur."
...
İmam konuşurken, duygularına hakim olamayanların sesleri duyuldu kulaklarda. Sonra cenaze namazları kılındı. Omuzlarda taşındılar mezarlığa kadar. Kendileri için hazırlanan ebedi istirahatgâha defnedildiler gözyaşlarıyla.
Bazılarının mezarlarının başlarına evlenmediklerini belirten al kırmızı bezler asıldı. Biri annesiyle birlikte olmak üzere dört kız, evliliğinin üçüncü yılında olan bir hanım; toplam altı kişi geriye birer mezar taşı bırakarak, geri dönmemek üzere yürekleri yakıp bitirerek gittiler. Geldikleri yere geri döndüler. Bu olayın acısı yıllarca unutulmadı, dilden dile anlatıldı. Destanlar yazıldı arkalarından. Her gün yüz yüze oldukları göl, bu ıstıraplı anı hiç unutturmadı.
İki gün önce nişanlanmıştı. O günden beri heyecandan yerinde duramıyordu.