« Anasayfa | Künye | Arşiv 16 Ekim 2024, Çarşamba
Gündem: Kültür-
Sanat
Gündem: Hayat
40i Gündem Nöbetçi Köşe
40PENCERE
Yakın Plan
Ahmet Aksoy
Amerikan Kâbusu

İzlence
Mehmet Harmancı
"36": Kifayetsiz Muhterisin Resmidir

[ Sinema -> İz Bırakanlar ]

Mükemmelliğin Diğer Adı: Stanley Kubrick - 2

Pınar Tınaz Gürmen

16.01.2006 - 12:30

A Clockwork Orange

Kubrick, 1970 yılında, kendine sonsuz özgürlükler vaat eden Warner Bros ile anlaştı ve bu birlikteliğin ilk ürünü "A Clockwork Orange / Otomatik Portakal" oldu. Filmin uyarlandığı Anthony Burgess imzalı kitap, şiddet yanlısı ve pornografik bulunarak İngiliz hükümetince yasaklanmış ama kısa sürede kült bir eser haline gelmişti. Kubrick'in genel olarak ilgilendiği temalarla yakınlık içindeydi roman. Şiddetin çeşitli görünümlerini sergiliyor, sadece sapkınların değil, normal insanların ve hatta şiddeti kökünden kazımaya karar veren bilimin bile yakasından düşmeyen bu dürtünün, şekil değiştirse de, her zaman insanoğlunun karşısına dikileceğinin altını çiziyordu.

1980'ler İngiltere'sinde son derece güvensiz, sevgisiz ve iletişimsiz bir ortamda geçiyordu hikâye. Yeniyetme bir delikanlı olan Alex ve arkadaşlarının en büyük zevki, masum insanlara şiddet uygulamaktı. Geceleri çıplak kadın vücudu figürleri ile dekore edilmiş Korova Bar'da, kendilerine enerji verecek özel bir süt içtikten sonra "ava" çıkan bu gençler, kendilerine özgü giyim kuşamları, taktıkları pinokyo maskeleri ve yalnızca kendilerinin anladıkları argo dilleri ile şehirde tek kelimeyle terör estiriyorlardı. Üstelik bu eylemlerde yalnız değillerdi. Farklı üniformalara bürünmüş pek çok gençlik çetesi dolaşıyordu Londra sokaklarında ve hepsinin eğlence anlayışı aynıydı. Aslında uyguladıkları şiddet, eğlence olmaktan öte, bir var olma, kendini duyurma eylemiydi. Zamanla, arkadaşlarına üstünlük taslayan Alex ve çete üyeleri arasında anlaşmazlıklar ba gösteriyor, arkadaşları onu bir cinayet sonrası polisin kucağına terk ediyordu. Hapse giren Alex'in ıslah edilmesi mümkün değildi. İncil'i okurken bile İsa ile değil, ona eziyet eden Roma askerleriyle özdeşleştiren bu genç, hükümetin henüz deneme aşamasında olan "tiksindirme terapisi"ne katılmaya hak kazanınca, şiddet el değiştiriyor, Alex yavaş yavaş zavallı bir adam konumuna taşınıyordu. Terapinin amacı, suçluyu, şiddetin her türünden ve seksten midesi bulanacak kadar tiksinen, kendisine saldırıldığında bile karşılık veremeyecek derecede bu eylemlerden uzaklaşmış biri haline getirmekti. Deli gömleği giydirilip koltuğa bağlanan, damarlarına sayısız ilaç zerk edilen ve gözleri kapanmaması için kıskaçlarla tutturulmuş bir halde şiddet filmleri izlemeye zorlanan Alex, sonunda temizleniyor ve salıveriliyordu. Evet, Alex değişmişti ama dışarıdaki dünya aynıydı. Ondan utanan ve hatta korkan ailesi, kendilerine çoktan yeni bir oğul bulmuştu. Çete arkadaşları artık bir polisti. İçlerindeki şiddet dürtülerini legal yollar ile doyuruyorlardı. Üstelik karısı çete tarafından gözlerinin önünde tecavüz edilip öldürülen yazar Alexander da peşindeydi Alex'in. Bu şiddet dolu dünyada, şiddetten tiksinerek yaşamasına olanak olmadığına karar veren genç adam intihara kalkışınca, tüm basın yanında yer alıyor, bir insanı insanlıktan çıkardıkları için hükümete savaş açıyorlardı. Elbette bu durumda yapılması gereken şey, Alex'i iyileştirmek, yani eski "kötü" haline geri döndürmekti. Argoda, hayatı başkaları tarafından yönetilen, oyuncaklaşmış insan anlamına gelen "Clockwork Orange", alt metni oldukça zengin bir filmdi. Seyirciyi, şiddeti salt bir olgu olarak düşünmeye yöneltiyordu öncelikle. Şiddet insanın içindeydi. Kolaylıkla el değiştirebilir, cellatlar kurbana, masumlar suçluya dönüşebilirdi. Sorun, yasaklamalar ile çözülemeyecek kadar karmaşıktı. Ancak, insan seçmekte özgür olduğunda şiddeti yadsıyacak düzeye geldiğinde bahsedilebilirdi iyilikten... Biçimsel olarak da oldukça yaratıcı bir filmdi "Otomatik Portakal". Kubrick, diyalogları bir şiir ahengi ile hazırlamış, şiddet sahnelerini bale tadında gerçekleştirmiş, hikâyesini Beethoven'in 9. Senfoni'si ile destekleyerek, ironik bir tavır koymuştu. Sanatçının 1820'li yıllarda Avrupa'da baş gösteren güvensizlik ortamında halka moral aşılamak amacıyla bestelediği bu senfoni, Schiller'in "Neşeye Övgü" şiiri ile bezenmiş, umut dolu bir eserdi. Alex ve arkadaşlarının şiddet eylemlerine eşlik eden 9. Senfoni, filme farklı anlamlar kazandırıyordu. Kubrick aynı yaklaşımla gene Kelly'nin unutulmaz müzikal parçası "Singing in the Rain / Yağmurda Şarkı"yı da filme dahil etmişti. Ayrıca filmin içerdiği düşünceler sayısız detaylarla da destekleniyordu. Alex'in yoga hocası yaşlı kadını, evde bulunan dev penis heykeli ile öldürmesi, müzik markette tanıştığı genç kızlarla seviştiği sahnede hızlandırılmış çekimlerin yarattığı "tüketim" düşüncesi, çete üyelerinin cinsel organlarına, gittiği ülkeye göre cüce yada bir dev olan masal kahramanı Guliver'in adını vermeleri, Alex'in eski haline dönmek için gördüğü tedavi sırasında, bakanın ona kendi elleri ile biftek yedirirken, gelecekte hayatının güvence altında olacağına dair söz vermesi gibi...

Film gösterime girdikten kısa bir süre sonra İngiltere'de yasaklandı. Nedeni, bazı gençlerin kendilerini Alex ile özdeşleştirip, şiddet eylemlerine kalkışmalarıydı. Bu, Kubrick'in beklemediği bir durumdu elbette. Kaldı ki film, şiddeti yücelten bir tavrı benimsemiyordu. Kubrick, filmini gösterimden çekti ve "Otomatik Portakal" yönetmenin ölümüne dek İngiliz sinemalarında oynayamadı. Çok çeşitli eleştiriler aldı "Otomatik Portakal". Kimileri, ahlak dışı buldu. Kimileri yönetmeni sokak serserilerini sinema salonuna çekip para kazanmakla suçladı. Kimileri de filmin son derece sıkıcı ve anlamsız olduğunu düşündü. Tüm bunların arasında ünlü usta Lois Bunuel'in yorumu ise dikkat çekiyordu: "Otomatik Portakal" yeni favorim. Hakkında olumsuz çok şey duymuştum. Ama izledikten sonra fark ettim ki, modern dünyanın gerçekte ne olduğunu gösteren tek film bu...


Barry Lyndon

Kubrick'in bir sonraki çalışması üç yılı aşkın ön hazırlığı ve bir yıl süren çekimleri ile 1975'te tamamlanan "Barry Lyndon" oldu. Eleştirmenler yine şaşkınlık içindeydi. Çünkü hayattaki tek amacı zengin olabilmek olan ve bu uğurda kumarbazlıktan, casusluğa kadar her yolu denedikten sonra soylu sınıf arasına katılmak için elinden geleni yapan, ancak yine de kaderini değiştiremeyip sefalet içinde ölen, ahlaken oldukça düşük olan bir adamın; Barry Lyndon'ın hayat öyküsünü anlatıyordu film. Fransız İhtilali'nden kısa bir süre önce yaşamış olan Barry Lyndon, yeni yeni filizlenmeye başlayan burjuva sınıfının bir temsilcisiydi. Paraya ve güce sahip olmanın yanında; vatanseverliğin, ahlakın, hatta aşkın bile fazla değeri yoktu onun için. Kubrick, karakteri tanımlarken, her zaman olduğu gibi, onun da sıradan biri olduğunun altını çizmeyi ihmal etmemişti. Ölen küçük oğluna ağlayan, annesini memnun etmek için olmadık riskler alan, öfkesini, hayal kırıklıklarını ve acılarını tıpkı bizler gibi dışa vuran sıradan bir adamdı Barry Lyndon; herhangi bir burjuva...

Kubrick, dönemin atmosferini mükemmel biçimde yansıtmış, ışıklandırmadan, kostümlere kadar her konuda büyük bir özenle çalışmıştı "Barry Lyndon" da. Hatta mum ışığında çekim yapılmasına olanak tanıyan yeni bir objektif tasarlamış, filmini her biri bir tablo güzelliğinde sayısız çerçeve ile süslemişti. Eleştirmenlerin filme ilgi göstermeyişinin nedenini ise şöyle açıklıyordu bir röportajında; "Barry Lyndon eleştirmenleri şaşırttı. Çünkü film üzerine konuşmaktansa, film çevresinde konuşmaya vesile oluşturan çağdaş sosyal sorunlardan söz etmiyordu."


The Shining

"Barry Lyndon"dan dört yıl sonra, başka bir tür ve başka bir edebiyat uyarlaması ile çıktı Kubrick izleyenlerin karşısına: Stephen King'in sevilen eseri ile aynı adı taşıyan "Shining / The Shining". Roman yazmak için sakin bir ortama ihtiyaç duyan amatör yazar Jack Torrance, karısı Wendy ve küçük oğlu Danny ile birlikte, dağ başındaki turistik bir otelin kış bekçiliğini üstleniyor, ama bir süre sonra hem kişisel problemleri, hem de otelin kötücül güçlerinin etkisiyle deliliğe sürükleniyordu. Karısı ve oğlunu öldürmeye teşebbüs eden Jack'ın sonu otelin bahçesindeki labirentte donarak ölmekti. Ama Kubrick, kötülüğün insanın kaderi olduğunu, Jack'in deliliğinin ise türün bir nevi mirası olarak ortaya çıktığını ima ederek, hikâyenin tekrar tekrar yaşanacak bir kısır döngüden ibaret olduğunun altını çiziyordu. Pek çok şekilde okunmaya açık bir filmdi "The Shining"... En yaygın görüşe göre, yıllardır içinde pek çok olay yaşanmış olan Overlok Oteli'nin sakinleri, ruhları bu mekana hapis olan hayaletlerdi. Ve "parıldama" yeteneğine sahip olan yani, bulunduğu mekanın geçmişini görebilen, telepatik güçleri olan ve geleceği sezebilen biri burada ölüp aralarına katıldığında büyük bir güç kazanacaklardı. Danny bu yeteneğe fazlasıyla sahipti. Ruhlar da Jack'i oğlunu öldürmesi için kışkırtıyordu. Bu noktadan bakıldığında Jack'in kötü bir şeyler olduğunu sezip otele gelen ve parıldama yeteneğine sahip olan aşçı Hallorann'ı öldürdüğü sahneden sonra hayaletlerin sıradan bir kadın olan Wendy'ye bile görünebilecek kadar güçlenmesi anlam kazanıyor, finalde 1921 yılına ait bir resimde görünen Jack'in de ölümü ile birlikte otelin hayaletlerinin arasına katıldığı sonucu ortaya çıkıyordu. Başka bir yorum ise, filmde yer alan hayalet hikâyelerinin tamamen kişilerin iç dünyalarında cereyan eden sanrılı olaylardan ibaret olduğu yönündeydi. Danny, zaten dengesiz bir adam olan babasının annesine ve kendisine zarar verebileceğinden o kadar çok korkuyordu ki, psikolojisi iyice bozuluyordu. Jack ise yeteneksizliğinin acısını, karısı ve oğlundan çıkarmaya başından beri hevesliydi. Entelektüel ve fiziksel anlamda oldukça sıradan bir kadın olan Wendy ile evli olmak, ona kendi yetersizliğini her an hatırlatıyor, Jack'in kendisine karşı kısa zamanda aile bireylerine yöneliyordu. Kısacası anlatılan tamamen psikolojik bir gerilim öyküsüydü. Her iki yorumun da doğru tarafları vardı şüphesiz. Ama Kubrick'in evreni anlamlandırma konusundaki genel tavrı düşünüldüğünde "The Shining"in her iki görüşün de geçerli olduğu karma bir düzlemde yer aldığı söylenebilirdi. Filmini tıpkı bir rüya gibi inşa etmişti yönetmen. İnsan bazen gördüklerinin gerçek olduğu hissine kapılıyor, bazense bunun sadece yanılsama olduğunun farkına varıyordu. Taşlar, sadece rasyonel, ya da sadece mistik açıdan bakıldığında bir türlü yerli yerine oturmuyor, filmi seyrederken, her ikisine de ihtiyaç duyuyordu. Tam da bu yüzden Stephen King ile aralarında anlaşmazlıklar yaşandı. Romanda kötü olan Jack değil, otelin kendisiydi. Mistik güçler, sıradan bir insanı hedef alarak, onu kötülüğe itiyordu. Kubrick içinse kabul edilmez bir düşünceydi bu. Bu yüzden Jack'in bunalımını odağa taşımış, deliliğe adım attığı sahnede sayfalarca "hep çalışıp hiç oyun oynamamak Jack'i sıkıcı bir çocuk yapıyor" cümlesini yazışını etkilemişti. Kubrick'e göre Jack'i delirten otel değil, içine hapis olan hırsları ve anlamlı bir yaşam kuramamasının verdiği acıydı. Görsel bir atmosfer kurma adına da yetkin bir filmdi "The Shining". Aydınlık, ferah salonları, açık renkle döşeli odaları ile Overlook Oteli, yaşanan gerilim ile tezat oluşturan mükemmel bir mekandı. Kubrick, hareketli planların çekilmesinde büyük bir özgürlük sağlayan steadycam kamerayı ustalıkla kullanmış, bilinmeyen güçlerin varlığını hemen her sahnede hissettirmişti. Otelin içinde etten kemikten insanlar gibi dolaşan hayaletlerin görüntülerinde olağanüstü bir hal yoktu gerçi ama seyirciyi herhangi bir korku filminde yer alan tuhaf yaratıklardan daha fazla ürkütüyorlardı. Belki de sıradan oluşları kötülüğün herkesin içinde varolduğu düşüncesini çağrıştırdığından bu derece etkiliydi. Babaları tarafından doğranan küçük kız kardeşler, garson Graddy, barmen Lloyd, küvette yatan çıplak kadın hemen her izleyicinin rüyalarına gecelerce konuk olmaya aday kahramanlardı. Kubrick, ses ile gerilimi de mükemmel biçimde desteklemişti. Danny'nin bisikletinin bir taşa, bir halıya denk gelen tekerleklerinin çıkarttığı düzensiz sesler, aşçı Hallorann'ın Danyy ile telepati yoluyla konuşması, Danyy'nin kendi içinde yaşattığı alt beni Tonny'nin hırıltılı ses tonu, Jack'in ürkütücü bir mizah anlayışıyla karısı ve oğlunu kovalarken "Üç Küçük Domuz" masalının repliklerini müzikal bir biçimde tekrarlaması gibi...

Kubrick, bu filminde de oldukça titiz ve uzun bir çalışma yürüttü. Çekimlerin oranı 1'e 102'ydi! Meslek hayatının en başarılı performanslarından birini sergileyen Jack Nicholson şöyle anlatıyordu Kubrick'i: "O 'titiz' sözcüğüne yeni bir anlam veriyor. Stanley ister. Bir sahneyi elli kez çekebilir ve tümünde de iyi olmak zorundasınızdır. Bir yere gidip kahvaltı ısmarlamanın, ya da bir dolabın içinde korkudan ölmenin yüzlerce yolu vardır. Stanley'nin yaklaşımı ise şudur: Acaba bunu daha önce yapılmadığı kadar iyi olarak nasıl yapabiliriz? Bu müthiş bir meydan okuma!"


Full Metal Jacket

1987 yılına dek suskun kalan Kubrick, savaşın insanın içindeki kötülük dürtülerini harekete geçiren ve sıradan kişileri cellada dönüştüren yapısını irdeleyen sıra dışı bir filmle; "Full Metal Jacket" ile geri döndü. Hiçbir karakterin ön plana çıkmasına izin vermemiş, kahramanlıktan, yurtseverlikten, idealistlikten bahsetmemiş, savaşan tarafların her ikisine de aynı mesafede durmayı yeğlemişti. İki bölümden oluşan filmde, önce orduya alınan Ameikalı gençlerin nasıl birer ölüm makinesine dönüştürüldüklerini anlatıyor, ardından savaşta yaşadıkları üzerine odaklanıyordu. O güne dek küçük Amerikan şehirlerinde, muhtemelen aileleri ve köpekleri ile mutlu bir yaşam süren bu gençler, kısa bir sürede değişiyor, silahlarını cinsellikle özdeşleştiriyor, erkek olmanın sertlikle ve gerekirse öldürmekle ispatlandığı düşüncesine inanıyorlardı. Direnenler de vardı elbette. Önceleri emirlere karşı gelen ama kısa sürede ortama adapte olmayı başaran Joker, cepheye gittiğinde yakasındaki barış rozeti ve kaskında yazan "Born to Kill / öldürmek İçin Doğmuş" yazısı ile insanoğlunun en doğal çelişkisinin sembolü oluyordu örneğin. Askerlerin beynini yıkamak için kullanılan yöntemlere farklı tepkiler verenlerde vardı. Hem çavuş Hartman'ın hem de arkadaşlarının aşağılamalarına dayanamayınca ruhsal bir sarsıntı geçirerek canavarlaşan ve sonunda intiharı seçen şişman ve beceriksiz Er Pyle gibi...

Savaş sahnelerinde ise Amerikalı olsun, Vietnamlı olsun herkesin nasıl ortama uyum sağladığını, tarlalarda çalışan köylüleri tarayan Amerikalı erin, genç kızları düşman askerlerine pazarlayan Vietnamlı gençten pek de farklı olmadığını gösteriyordu Kubrick. Saldırı da savunma da aynı içgüdü ile besleniyordu sonuçta. Ona göre film, ne savaş yanlısıydı, ne de karşıtı. Sadece olanı anlatmak istemişti. Film boyunca askerler arsında gazetecilerin, kameramanların dolaşması da bu gözlemci tavrın bir parçasıydı. Oyuncu seçiminde de oldukça titiz davranmıştı Kubrick. Çavuş Hartman rolüne gerçek bir savaş gazisi olması nedeniyle R. Lee Emery'yi uygun görmüş, onun yakası açılmamış küfürlerden oluşan doğal savaş jargonundan fazlasıyla yararlanmıştı. Diğer rollerde ise tamamen tanınmamış yüzler kullanmak isteyen yönetmen, başvuruda bulunan üç bine yakın adaydan, asistanın olur verdiği 800'ünü bizzat incelemişti. Filmde rol almayı başaran isimler arasında Matthev Modine, Adam Baldwin ve Vincent D'Onofrio da vardı.


Eyes Wide Shut

"Full Metal Jacket"tan sonra yine uzun süre sessizliğe gömüldü Kubrick. 1997'de Amerikan Yönetmenler Birliği tarafından D. W. Griffith Ömür Boyu Başarı Ödülü'ne layık görüldüğünde son filmi "Eyes Wide Shut / Gözü Tamamen Kapalı" üzerinde çalışıyordu. Ele aldığı konu yine tutkularıyla mücadele eden insanın dramıydı. Mutlu bir evlilik, güzel çocuklar, iyi bir iş ve güvenli bir hayat çoğu insanın düşüydü evet ama insan bu noktaya geldiğinde de doymuyor, güvenin olduğu yerde asla barınamayacak olan heyecana duyulan özlem mutlaka bir yerlerden içeri sızıyor ve kişiyi olmadık durumlara sürüklüyordu. Kubrick, Doktor William (Bill) Harford ve eşi Alice'in öyküsünü gerilimli, erotik-mistik bir yaklaşımla ele alıyor, her fırsatta sevgi, saygı ve güvene dayalı olduğu hatırlatılan evlilik kurumunu tüm gerçekliği ile masaya yatırıyordu. Neredeyse tüm hayatı paylaşmayı gerektiren evlilik ilişkisi içinde bile birbirimizi ne kadar tanıyabiliyorduk? Birbirimizin düşlerinden, arzularından ne kadar haberdardık? Söyleyemediklerimiz, dile getirdiklerimizden çok mu fazlaydı? Belki de karşımızdaki insanları hep bazı klişelerin içinde değerlendirmeye alışkın olduğumuzdan, ilişkiler üzerinde düşünme gereği bile duymuyorduk. İnsan doğası bu kadar karmaşıkken "eşim beni asla aldatmaz" veya "sonsuza dek birlikte olacağız" gibi cümleleri nasıl olup da inanarak söyleyebiliyorduk? Evli çiftlerin "tekleşmesi" söz konusu olabilir miydi? Yoksa onlar her zaman birbirlerinin yanında ama bir taraftan da birbirlerine karşı iki ayrı insan olmaya devamı ediyorlardı? Tüm bu düşünceleri, gerçek sinemaya yakışır, büyülü bir atmosfer içinde ele alıyordu Kubrick. Filmin başında Bill ve Alice'in katıldıkları Noel partisi, bastırılmış isteklerin ortaya çıkması için mükemmel bir ortam yaratıyor, çifti bilinmeyenle, heyecanla ve tehlike ile ilk kez yüz yüze getiriyordu. Hemen ardından Alice'in vaktiyle çok etkilendiği bir deniz subayına kapılıp, ailesini ve tüm geleceğini feda etmeye niyetlendiğini itiraf ettiği sahneye geçiliyor, Bill, hem karısına karşı güveninin sarsılmasından, hem de partide doktor olmaktan son anda vazgeçip, piyanistliği seçen eski arkadaşı Nick Nightingale ile karşılaşmasının yarattığı kafa karışıklığından dolayı, gece boyunca birbirinden tehlikeli maceralara sürükleniyordu. Aniden ölen bir hastasının kızının şaşırtıcı aşk itirafı, AIDS virüsü taşıyan bir fahişe ile yakınlaşması, küçük kızını Japon turistlere pazarlayan kostüm satıcısı ile tanışması ve genç bir kızın ölümü ile sonuçlanacak olan orji partisi, dünde kalan güvenli yaşamını alt üst ediyor, piyanist arkadaşı Nick, şüpheli biçimde ortadan kayboluyor, nihayetinde Bill kendi hayatının da tehlikede olduğunun farkına varıyordu. Üstelik her şeyi başlatan muhteşem Noel partisinin ev sahibi plan arkadaşı Victor Ziegler de bu işin içindeydi. Bill, karısına duyduğu öfke ile sokağa çıkmış, aslında yanı başında duran ama o güne dek fark etmediği tehlikeli bir dünya ile yüz yüze gelmiş, bir bakıma kendi içinde var olan karanlığı keşfetmişti. Tüm bunlar olup biterken, Alice de kabuslarla dolu bir gece geçiriyordu. Kocasının yaşadıklarına paralel rüyalardı bunlar. Aman zaten neyin gerçek, neyin düş olduğunu kim söyleyebilirdi? Bir şeyi yaşamakla, onu hayal etmek arasında çok fark var mıydı? Alice deniz subayı ile gitmemişti. Ama bu istemediğinden değil, buna fırsat bulamadığındandı. Bill'in de bu çılgın gece boyunca hiçbir kadın ile birlikte olmayışı isteksizlikten değildi. Eğer önemli olan isteklerin fiiliyata dökülmesi ise, her ikisinin de "temiz" olduğu söylenebilirdi. Peki ruhlarının derinliklerinde hâlâ var olan arzular hiç mi önemli değildi? Kubrick, çekimleri mümkün olduğunca ağırlaştırmış, kahramanlarının uzun eslerle, adeta söyleyecekleri her kelimeyi tartarak konuşmalarını istemişti. Belli ki, konuşmanın tek anlamı, düşünceleri gizlemekti.

Kubrick'in "İnsan ruhunu onun kadar iyi anlamış, ne düşündüğümüz, nasıl olduğumuz ve buna karşın nasıl göründüğümüzü kavramak yolunda onun kadar mesafe kat etmiş bir yazar daha bulmak neredeyse mümkün değildir" sözleri ile tanımladığı Arthur Schnitzler'in "Rhapsody: A Dream Novel, Dream Story / Rapsodi: Bir Düş Romanı, Düşsel Öykü" eserinden uyarlanan "Gözü Tamamen Kapalı"nın çekimleri 15 ay sürdü. Oyuncular da dahil tüm ekiple gizlilik anlaşmaları imzalanmış, kurgu Kubrick'in malikanesinde, sıkı güvenlik tedbirleri altında tamamlanmıştı. Üstelik çekimler için bire bir New York atmosferini yaratan özel dekorlar kurulmuş, yönetmen görsel anlamda sinemasının doruğuna ulaşmıştı. Büyük Usta, "Gözü Tamamen Kapalı"nın kurgusunu bitirdikten hemen sonra 7 Mart 1999'da uykuda geçirdiği bir kalp krizi sonucunda aramızdan ayrıldı. Filmin son halini hiç göremedi. Aldığı övgüleri duyamadı. 1970'li yıllardan beri üzerinde çalıştığı ama teknik imkanların yetersizliği nedeniyle sürekli ertelediği bilim-kurgu projesi "Artificial Intelligence / Yapay Zeka"yı hayata geçirmek ise dostu Steven Spielberg'e düştü. Yönetmenin hazırladığı detaylı tretman ve sayısız storyboard baz alınarak gerçekleştirilen film, iki ustanın yaratıcılığının bir birleşimi olarak yorumlandı ve tüm dünyada izleyici buldu. Kubrick öldüğünde 13 uzun metrajlı film bıraktı ardında. her biri kendi türünün başyapıtları arasında gösterilen bu filmlerde, seyircisini suni yollardan etkileyecek ucuz yöntemlere başvurmayı asla düşünmedi. Ona göre seyirci son derece akıllı ve duyarlıydı. Filmlerine küçük bilmeceler saklamayı, seyircisini bu muhteşem oyuna dahil etmeyi severdi. Gerçi ödüllerden yana pek şansı olmadı ama gerçek sinemaseverler, filmlerini hak ettiği ilgiyi her zaman gösterdiler. Kubrick'in dehasını teslim eden herhangi bir kurum değil, her yaş ve milletten seyircileri oldu. Belki de ödüllerin en değerlisi buydu.

(Sinema, Ekim 2005)

Yazının ilk bölümü için tıklayın.

Daha önce ilk bölümünü yayınladığımız "Mükemmelliğin Diğer Adı: Stanley Kubrick" dosyasının ikinci ve son bölümünde yönetmeni, yapıtları eşliğinde tanımaya devam ediyoruz.  
İz BırakanlarTümü »

» Biraz Sakar Biraz Çirkin Fazlasıyla Komik Bir Fenomen: Kemal Sunal / Ahmet Aksoy
» Gerilime Bir Adım Daha Yakın Çekim: Brıan De Palma / Abdullah Ömer Yavuz
» Direnişçi Bir Makinistin Portresi / Zafer Işık
» Gerilime Bir Adım Daha Yakın Çekim: Brian De Palma / Abdullah Ömer Yavuz
» Sinema Literatürüne Spaghetti Western'i Kazandıran Adam: Sergio Leone / Ahmet Aksoy
VizyondakilerTümü »

» Zoraki Kral
» 127 Saat
» Kaçış Planı
» Ya Sonra
» İz Peşinde
Sine-sohbetTümü »

» Sadık Battal: "Bazı Yönetmenleri Akıl Hastanesine Kapatmalı" / Röportaj: Nuriye Akman
» Meslek Olarak Sinema-Kurgu - Kemalettin Osmanlı ile Röportaj
» "Delisin Dediler, Asıl Film Çekmesem Delirirdim..."
» Özhan Eren: "Komplekslerimizden Sıyrılabildiğimizde İyi Filmler Yapabiliriz"
» Abdullah Sidran: "Hayata Umutla Bakmak Zorlaşıyor"

Yorum yazabilmeniz için üye olmanız gerekiyor. Üye olmak için tıklayın.

(Üye iseniz sayfanın en üstünde sağ tarafta yer alan kısımdan giriş yapmalısınız.)


Toplam 1 yorum yapılmış. Yorumların tamamını görüntülüyorsunuz.

kubrick

bana göre kubrick sinemaya sunduğu yenilikler ve kimlikle fazlasıyla önemsenmeyi hakediyor.bir sinema öğrencisi olan ben onun her filmini izlediğimde biraz daha büyüdüğümü, bilinçlendiğimi hissetiyorum çünkü o sunduklarıyla bize içimize gizler bıraktığımız bizi anlatmaya,artık yaşamıyor olsada devam ediyor.

ugurtekin (14.03.2006 - 16:32)

Üye Girişi
Kullanıcı adı
Şifre
Beni hatırla
Şifremi unuttum!
Ücretsiz Üye Olun!
Son 10 Yorum
toplantı (10.12.2013 - 17:25)
tek söğüt (26.02.2013 - 01:08)
yok var, var var (26.02.2013 - 01:06)
Hoş bir yazı (17.08.2012 - 00:19)
beklerken (27.05.2012 - 21:07)
bir yorum (21.12.2011 - 20:20)
bir yorum (21.12.2011 - 20:13)
işte tam da böyle (18.11.2011 - 20:37)
Gitmek (18.11.2011 - 19:53)
ELİF LAM RA (28.10.2011 - 00:02)
Yorum için üye olun!