İlk filmi "Bana Şans Dile"yi çektiğinde neredeyse hiç tanınmıyordu. Çoğumuz televizyon için yaptığı işlerle duymaya başladık adını. Önce "Yeditepe İstanbul" ve sonra da son zamanların en başarılı televizyon dizilerinden birisi olan "Asmalı Konak". İkinci filmi "Mustafa Hakkında Herşey" gişede yapımcısını memnun eden bir başarı gösteremedi ama eleştirmenlerden hiç de fena tepkiler almadı. Ardından tamamen kendisine ait bir dizi projesi olan "Çemberimde Gül Oya" geldi. Darbe öncesinin kaotik atmosferinde birbirine tutunarak ayakta kalmaya çalışan insanların hikayesini anlatan dizi çok ilgi gördü ve Çağan Irmak bir kez daha televizyondaki başarısıyla elde ettiği kredisini yeni bir film projesini hayata geçirmek için kullandı. Bu ay izleyeceğimiz film, yönetmenin çekmek istediği ilk filmmiş aslında. Kendi çocukluğunun geçtiği Seferihisar'daki çiftlik evlerine benzeyen, tatlı kaçık tiplerle dolu bir çiftlikte geçen filminde sorunlu bir baba-oğul ilişkisini ele alıyor bu kez; 1980 darbesinde annesini kaybeden küçük Deniz, yedi yıl sonra hiç görmediği dedesinin Ege'deki çiftliğine doğru bir yolculuğa çıkar. Deniz'in dedesini hiç görmemesinin nedeni dedesiyle babasının yıllardır küs oluşudur. Hüseyin Efendi, okumaya diye gönderdiği oğlunun politik olaylara karıştığını öğrenince onu evlâtlıktan silmiştir. Sadık'ın her şeye rağmen baba evine geri dönüşünün nedeni Deniz'den ayrılmak zorunda oluşudur; küçük oğlunu babasına emanet edecektir.
Çağan Irmak, "Mustafa Hakkında Herşey"in gösteriminden önce yapılan açıklamaların sebep olduğunu düşündüğü yanlış anlamalara meydan vermemek için bu kez önceden filmle ilgili pek fazla konuşmak istemiyor aslında ama dergimizin sadık okurlarından biri olarak bize biraz ayrıcalık tanıdı galiba. Aşağıdaki röportajımızda "Mustafa Hakkında Herşey"den sonrasını, yeni filmi "Babam ve Oğlum"u ve gelecekle ilgili planlarını konuştuk.
Önceki filminiz "Mustafa Hakkında Herşey" gişede yapımcısını tatmin eden bir başarı elde edemedi ama eleştirmenlerden genellikle iyi tepkiler aldı. Sonucu ve o filmle ilgili deneyiminizi nasıl değerlendiriyorsunuz bugün?
7-8 dalda SÎYAD'ın ödüllerine aday gösterildi ve eskidikçe daha da iyi tepkiler almaya başladı aslında. Çok önemli bir sinema yazarımız, itiraf ediyorum Çağan, galiba erken davrandık senin için, dedi. Internet'teki yorumlara baktığımda da üzerinden zaman geçtikçe eleştirilerin daha olumlu olmaya başladığını, hatta bazı insanların bunu hayatının filmi yaptıklarını görüyorum. O dönemde yapmak istediklerimi tam anlamıyla gerçekleştirebilmek için ciddi anlamda popüler yönetmen olmaya doğru giden bir yoldaydım ama bu bilinçli bir seçimdi. Sebebi de şuydu; benim hikayelerim para gerektiren hikayeler, ben minimal hikayeler anlatmıyorum. Minimal sinemaya asla karşı değilim, aksine çok seviyorum fakat ben öyle hikayeler anlatmıyorum. Dolayısıyla istediğim hikayeleri anlatabilmek ve iyi oyuncularla çalışabilmek için bir anlamda kendimi kirletmek zorundaydım ve evet, bir anlamda kirlendim. Bunu kabul ediyorum ama inanın bu, "Mustafa Hakkında Herşey", "Çemberimde Gül Oya" ve "Babam ve Oğlum"u yapabilmek içindi.
Ne anlamda kirlendiğinizi düşünüyorsunuz?
Yaptığım işler anlamında değil, varlık olarak kirlendim. Medyada görünmek, bir şeyler söylemek, televizyon programlarına katılmak falan gibi şeyler. Kendimi ön plana çıkardım, yani biraz kendimi pazarladım, ama bütün bunlar yapmak istediklerimi gerçekleştirebilmek içindi, bundan hoşlandığım için değil.
"Mustafa Hakkında Herşey"in gişede beklenenden düşük bir performans göstermesi sizi şaşırttı mı peki?
Hiç şaşırtmadı. "Aşmalı Konak"dan dolayı senin en azından 500 bin seyircin hazır diyorlardı hep bana ama ben, hayır, diyordum çünkü "MHH" kişisel bir film. Üstelik insanlar böyle bir filmle karşılaşmak istemiyorlar. Sinemadan beklentileri "MHH" gibi bir film değil. O, benim ve filmi izleyen 100 bin kişinin sinemadan beklentisini karşılayan bir filmdi belki ama 2 milyon kişi izlesin diye kalkıp da onların hoşuna gidecek şeyler yapacak değildim. Kendimi kirletirim ama filmimi kirletmem.
Şimdi olsa yine aynı filmi çeker misiniz?
Aynısını aynı şekilde çekerdim; ama tabii bir yandan da filmler yapıldıkları andan, yönetmenin o zamanki kişiliğinden çizgiler taşır. Bugün olsa bazı yerlerini daha farklı anlatırdım o yüzden belki de ama o film, o haliyle güzel, çünkü ben o yoldan öyle geçtim. Şimdi "Babam ve Oğlum"dan geçiyorum. Nasıl denir? Filmlerim benim hayatımın özeti gibi, benimle beraber gelişiyorlar, benimle beraber büyüyorlar. "Metropolis" de çekilse şimdi çok farklı çekilir ama 1920'li yıllarda yapıldığı için bu kadar şaşırtıcı, bu kadar çağdaş ve bu kadar güzel.
Bu ay gösterime girecek filminiz "Babam ve Oğlum"a gelelim. Nasıl ortaya çıktı bu proje?
Üniversite yıllarında eski bir daktiloda yazmıştım ben bu filmi. O zaman ismi de farklıydı, her şeyi farklıydı. Gene bir baba oğul hikayesiydi ama daha farklı bir hikayeydi. "Çemberimde Gül Oya"nın çekimleri sırasında tekrar elden geçirdim ve son haline getirdim. Hep ilk filmimin bu olacağını düşünürdüm ama derler ya insanlar plan yaparken Allah yukarıdan gülümsermiş diye, öyle bir şey işte. Hayat bizi bu noktaya getirdi ve üçüncü film oldu.
Filmin yapımcısı Şükrü Avşar'la nasıl biraraya geldiniz?
"Çemberimde Gül Oya" birçok yapımcıya göre yapılamayacak ve tutmayacak bir projeydi. Ayrıca televizyon için çok lüks bir projeydi. Şükrü Avşar sağolsun bu projeye cesaret etti. Şükrü Avşar'ın derdinin sinema yapmak olduğunu ben ondan sonra fark ettim. Yapımcılar bana kırılmasın ama derdi sinema yapmak olan yapımcı çok az. Benim derdimse sinema yapmak, başka bir şey değil. Tabii ki hepimiz istiyoruz sinemadan para kazanmayı ama bir film para kazansın diye birtakım tavizler vermek istemem ben. Şükrü Avşar da öyle bir yapımcı. O yüzden onunla çalışmak beni çok mutlu etti. 15 saniyelik bir Kurtuluş Savaşı sahnesi için muhteşem bir prodüksiyon hazırladı. Şu oyuncularla çalışmak istiyorum dediğim zaman, benim için sen ve, senin filmin önemlidir istersen tanınmamış oyuncularla çalış, onlarla da çalışacak olsan daha az para verecek değilim, dedi. Bunu duymak çok güzel bir şey.
"Çemberimde Gül Oya"nın başarısı bu noktada çok önemli herhalde. O sayede güvenini kazanmış olmalısınız.
Tabii ama daha önceden de beni takip ediyormuş.
"Babam ve Oğlum", adı üstünde baba oğul ilişkisini ele alan bir film. Konuyu sizin için çekici kılan nedir?
Bence Türkiye'nin bir takıntısı var bu konuda. Çünkü şu anda ülkenin bazı şehirlerinde her ne kadar çağdaş bir görüntü veriyor olsak da olumsuz yönde bir ataerkilliği sürdürdüğümüzü düşünüyorum. Baba-kız ilişkileri sorunluymuş gibi durur ama bu derece sorunlu değildir aslında. Görünürdeki çatışmaya rağmen babalar kızlarını çok sever, kızlar da babalarını. Oysa babalar ve oğullar arasında Türkiye'de hep bir uçurum, hep bir çatışma vardır ve bu çatışma şimdiye kadar adam akıllı ele alınmamıştır Türk Sineması'nda bence. Dünyadaki ve Türkiye'deki değişim, babalarımızın bizi görmek istediği yerlerle bizim olmak istediğimiz yerler arasındaki uçurumu daha da büyütüyor ve bu da beraberinde çok büyük çatışmaları getiriyor. Burada Çetin Tekindor'un oynadığı Hüseyin karakterinin iki oğlu var. Birisi çocuk zekasına sahip, saf bir oğul. Dev gibi ama aklı hafif geride kalmış bir çocuk (Yetkin Dikinciler). O yüzden Hüseyin Efendi kendi mirasını sürdürecek tek insan olarak öbür oğlu Sadık'ı görmüş hep. İşte bu büyük sevgi beraberinde büyük nefreti de getiriyor ve çatışma oradan başlıyor. İki tane emanet söz konusu bu filmde. Birisi babanın, yani Hüseyin Efendi'nin çiftliği ve bütün hayatı Sadık'a emanet etme çabası. Ötekisi Sadık'ın kendi oğlunu babasına emanet etme çabası. 15 yıl boyunca küs kalmış bir baba ile oğul arasındaki buzlar, o torun sayesinde eritilebilir, yaşanmamış 15 yıl telafi edilebilir mi acaba? Biraz dramatik bir hikaye. Üç kuşağın hikayesi ve fonda da büyük bir ailenin hikayesi, tabii oradan yola çıkarak belki Türkiye'nin hikayesi.
Sizin hikayeleriniz hep yaşandıkları dönemin politik ve kültürel atmosferiyle sıkı bağlar içeriyor. "Çemberimde Gül Oya"da 80'e kadarki süreci anlatıyordunuz. "Babam ve Oğlum" ise darbeden sonraki dönemde yani '80'li yıllarda geçen bir hikaye. Dizinin kaldığı yerden devam ediyorum diyorsunuz hatta. Bu dönem neden ilginizi çekiyor?
70'li yıllar ve '80 sonrası çok keskin bir çizgiyle ayrıldı birbirinden. Türkiye, göz açıp kapayıncaya kadar, görüntü olarak değil belki ama zihniyet, anlayış ve insanın dünyaya bakışı anlamında baş döndürücü bir değişim yaşadı. Üstelik hiç de olumlu bir değişim değildi bu bence.
70'li yıllara özel bir sevgi hatta özlem duyuyorsunuz öyle değil mi? Bu önceki işlerinizde, özellikle "Çemberimde Gül Oya"da kendini gösteriyordu.
Evet, emeğin, insan hayatının, ailenin, komşuluk ilişkilerinin değerine dair bir şeyler var hep yaptığım işlerde, ama yalnızca nostalji değil bu, mantık içeren bir serzeniş.
Neden seviyorsunuz 70'leri?
Bütün bu saydıklarımız yüzünden. Yaşamak daha güzeldi. Bir bardak çay içmenin bile çok büyük bir mutluluğu vardı. Şimdi çok fazla alternatif var önümüzde. O kadar çok ki kafa karıştırıyor. O günlerden bu zamana kaybettiğimiz en önemli şeylerden birisi mektup yazma alışkanlığıdır mesela bence. Göründüğünden çok daha büyük bir kayıptır bu; çünkü mektup yazan insan kendiyle baş başa kalır, duygularını düşüncelerini kağıda aktarır ve kendini daha iyi tanır. Şimdi mektup yerine kısacık abuk subuk mesajlar gönderiyoruz. Dolayısıyla kendimizi aynada görüp tanıma fırsatımız olmuyor. Bunun gibi bir sürü şey. Günümüzde geçse, bu filmi çekemezdim mesela. Gerçekçi olmazdı, çünkü çiftliğe giden o çocuk, nerede benim playstation'ım, nerede benim bilgisayarım, diye iki günde sıkılır şehre dönmek isterdi. Dolayısıyla bu hikaye olmazdı. Oysa bu filmdeki en sinematografik anlar o çocuğun çiftliğin avlusunda hayata bakışı.
Hikayenin geçtiği dönem, yani 80'ler nasıl yansıyor perdeye peki?
80'li yıllar bu çiftlikteki yaşam özelinde yansıyor. Öyle dev bir 80'li yılar portresi görmeyeceğiz.
Kahramanlarınız kimler?
Film bir çocuğun gözlerinden anlatılıyor dendi hep ama hem çocuğun hem de Sadık'm yani babasının gözünden bakıyoruz birçok olaya aslında. İki öznesi, iki anlatıcısı olan bir film yani. Filmin jenerik öncesi ilk beş dakikasında ben anlatıyorum hikayeyi çünkü orada daha çocuk doğmamış. Sonra çocuk doğuyor ve filmin anlatıcısı çocuk oluyor. Bir de çizgi roman kahramanları var. Çocuğun hikayeyi bulma çabasında, yani çevresindeki ilişkileri anlamlandırma çabasında bazı çizgi roman kahramanlarına rastlıyoruz. Çocuk çizgi roman okuyor ve çevresine o çizgi romanların dünyasından bakıyor çünkü. Dedesini ilk gördüğünde Hüseyin Efendi at sırtında olduğu için ilk aklına gelen Maskeli Kahraman Zorro oluyor ve dedesini öyle görüyor. Dolayısıyla Çetin Abi'nin filme ilk girişi Maskeli Süvari Zorro şeklinde. Babasıyla birlikte bindikleri trendeki polisleri de, soygun için tren durduran apaçiler olarak görüyor. Çocuğun hayallerinden babanın hayallerine geçiyoruz bazen ama bunları hayalmiş gibi değil de o an orada gerçekten yaşanıyormuş gibi anlattım. Ayrıca bu filmde insanları konuşturmaktan, hızlı hareket ettirmekten aynı anda üç dört işi yaptırmaktan hiç korkmadım. Evet, sinema bir görsel sanat biliyorum ama görsel olmak uğruna gerçeklik duygusundan feragat edemezsin. Ege insanı çok konuşur. Türk insanı çok konuşur. Dünyada Yunanistan'dan sonra en çok konuşan ikinci toplummuşuz. Bu senaryoda bu insanları konuşturmak zorundayım. Tabii ki hayatın sessiz anlarının da peşinde düştüğümüz çok yer var ama genel olarak çok konuşmalı bir film bu. Komik bir film. Neden? Komik yazayım diye yazmadım, Ege insanı öyle yaşadığı için komik. Kendi içinde doğal bir mizah var. Hüzünlü bir film aynı zamanda ama yine ben hüzünlü olsun diye yapmadım. Bu hikaye bunu getirdi. Hepsi, gerçekliğin peşinden koşmaktı. Yoksa şurada seyirciyi güldüreyim, şurada ağlatayım gibi hesaplanmış bir durum söz konusu değil asla.
Kurtuluş Savaşı'ndan sahneler de var filmde. Bu hikayeyle Kurtuluş Savaşı arasında nasıl bir bağ kurdunuz?
Kurtuluş Savaşı sahneleri, babayla oğul arasındaki savaşa bir gönderme. Çünkü 15 yıllık küskünlüğün sonunda, sorun masaya yatırılır ve kavga yani savaş başlar. Kavga etmek şiddet uygulanmadığı sürece doğru geliyor bana, susmak ve içine atmaktansa tartışmak, masaya yatırmak ve o sorunu çözümlemek lazım. Kavga etmek çok insana özgü bir şey.
En kişisel filminizin "MHH" olduğunu düşünüyor musunuz hala?
Evet, o buna göre çok daha kişisel bir film, çünkü "Mustafa" bazı yönleriyle hakikaten seyirciyi hiçe sayan , empati kurdurmatayan bir filmdi. Bu biraz daha seyirciye sıcak bir film. O yüzden bu daha genele hitap ediyor. Ama bu, benim gözümde bu filmin değerini düşünmüyor. Bu da benim filmim. Hikayeleri çok da farklı olsa yine bir Çağan Irmak filmi görecek perdede seyirci. Tabii böyle bir şey ortaya çıkmışsa, böyle bir şey varsa.
Sizce Çağan Irmak sineması diye bir şey oluştu mu?
Hala tanımlamaya çalışıyorum aslında. Zaman gösterecek. Kendi sinemamla ilgili çoktan verdiğim kesin kararlarım var, ama dedim ya yaptığım filmlerle gelişiyorum. Kendi senaryolarımı yazdığım için bu sinemanın oluşması biraz daha hızlı olacak diye düşünüyorum.
"Bir Çağan Irmak filmi" derken ne kastediyorsunuz öyleyse?
Gene tamamen insanla ilgili bir film, dostlukla, ilişkilerle, anneler, babalar ve evlatlarla ilgili bir film seyredeceksiniz demek istiyorum. Benim için aile çok önemli. Herkesin yoğunlaştığı alan farklıdır. Ben de en fazla aile ilişkileri üzerinde yoğunlaştığımı düşünüyorum yaptığım filmlerde.
"Kendi çocukluğumun hikayesi değil ama benim yaşamımdan çok şey var içinde" diyorsunuz. Ne kadarıyla otobiyografik bir film bu?
Böyle bir hikaye yaşanmadı ama karakterlerin tümü benim hayatımdan. Mesela bu filmin finaline doğru benim neden sinemacı olduğumun izlerini de bulacaksınız. "Mustafa Hakkında Herşey"de olduğu gibi yine kapısı hiç açılmayan bir gizli oda var. Orada da küçük bir sürpriz bekliyor seyirciyi.
Sizin çocukluğunuzda böyle bir oda var mıydı?
Yok ama filmdeki gibi bir çiftlikte büyüdüm. Bizim çiftliğimiz bir mandalina bahçesinin ortasına kurulmuştu. Çok ileride bazı evlerin çatıları görünürdü. O evlerden bir tanesinde de geri zekalı bir kız yaşardı. Zaman zaman o kızın çığlıkları duyulurdu bizim evden. Ondan çok etkilenmiştim. Hep gidip o kızın nasıl bir kız olduğunu görmek isterdim. Bu filme baktığım zaman kendi hayatımla özdeşlik kurabildiğim çok yer görüyorum ama birebir böyle bir hikaye yaşanmadı.
Eski oyuncularınızla çalışmayı seviyorsunuz ama ilk kez çalıştığınız oyuncular da var bu filmde. Nasıl kurdunuz oyuncu kadrosunu?
İngiltere'de bazı oyuncuların Sir unvanı vardır ya, burada da birilerine verilecekse ben Çetin Abi'ye vermek istiyorum o unvanı. Müthiş bir adam. Hümeyra da öyle. Bu filmde tanışmış olmak beni çok mutlu etti. Bundan sonra da hep onunla çalışmak istiyorum. Özge (Özberk) çok yetenekli bir oyuncu. Bütün oyuncularımdan çok memnunum. Hep söylenir, çok güzel bir şey yaşadık diye ama hakikaten çok güzel bir çekim yaşadık. Seçimlerim de çok içsel oldu. Bileğinden boğazına kadar altın bilezik takan gelin karakterinde hemen Binnur Kaya canlan-dı gözümde. Saf Abi'de hemen Yetkin (Dikinciler) canlandı. Yetkin bu filmde sizi çok şaşırtacak. Çok bıçak sırtı bir rolün altından kalktı. Çocuklarla çalıştık bir de bu filmde tabii. Burada bir oyun oynuyoruz, dedik onlara. Hiçbir şey beklemeyin, bu filmden sonra ünlü falan olmayacaksınız, önünüze paralar yığılmayacak, sınıftaki arkadaşlarınız size farklı davranmayacak, biz buraya eğlenmeye geldik, bu oyunu oynayacağız ve bitecek, sakın başka bir şey düşünmeyin, dedik. Çünkü bir film için bir çocuğun ruhunu yaralamak istemiyorum.
Filmin müziklerini Yunanlı müzisyen Evanthia Rebout sika yapmış. Onunla çalışmak nereden aklınıza geldi?
Tam bir Ege filmi "Babam ve Oğlum". "Bir Tutam Baharat"ta da bunu görmüştüm. Onun müziklerini de Evanthia yaptı biliyorsunuz. Böylece Evanthia'nm peşine düştük. Hemen de bulduk. "Aşmalı Konak" orada oynuyor ya şimdi, oradan tanıyormuş beni. Hem bir Türk filmine müzik yapmaktan hem de burada dizisi oynayan bir yönetmenle çalışmaktan çok gurur duyarım, dedi. Senaryoyu gönderdik. 20. sayfaya kadar okuduktan sonra kabul etti, daha bitirmeden. Senaryoyu çok beğenmiş. Şimdi filmin müziğini Yunanistan'da büyük bir filarmoni orkestrasına çaldırıyor. Bir de Türkçe bir şarkı yapacak. Sözlerini ben yazmaya çalışıyorum.
"Babam ve Oğlum"un seyirci üzerinde nasıl bir etki yaratmasını umuyorsunuz?
Benim için bu filmin ulaşabileceği en güzel nokta şu; çocuk filmden çıkar, cep telefonunu açar, babacım ya, ben seni ne zamandır aramıyordum, nasılsın, der; ya da bir adam, ne zamandır annemleri görmüyorum, hayat da kısa, belki bu kadın yarın ölecek, gidip bir ziyaret edeyim, diye düşünür, işte benim için en büyük ödül bu olacak. Anne babalarla çocuklar arasında üç günlük bir yakınlaşma kursam bile yeter bana. Bunu istiyorum. 70'li yılların Ertem Eğilmez filmleri tadında bir film diyorum ama asla bir "feel good" filmi değil.
Antalya Film Festivali'ne neden katılmadınız?
Katılmak istemedik. Öğrencilik yıllarından beri Antalya Altın Portakal heykelciğine bir Türk Sineması geleneği olduğu için çok büyük saygı duyuyordum. Üçüncülük de olsa beşincilik de olsa aldım o ödülü evime koydum ya bana yeter. Bundan sonra katılmak istemiyorum. (Yüzü düşüyor) Suratım bir şey anlatıyordur herhalde.
Başka festivallere katılacak mısınız?
Katılacağız, İstanbul Film Festivali'ni çok seviyorum mesela, çok güzel bir festival. Yurt dışı festivallere de katılmak isterim.
Bundan sonra nasıl devam edeceksiniz yolunuza?
Televizyonu küçümsemiyorum ben. Bana göre "Çemberimde Gül Oya" bir diziden ziyade çok uzun soluklu bir Çağan Irmak hikayesiydi ve benim için bir dönüm noktasıydı aslında. Beni değiştiren bir projeydi. Değiştiren derken, hesaplanmış bir dümen kırıştı o. Ondan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Belki başka bir yoldan gideceğim artık. Hedef gene aynı belki ama kullanacağım yol farklı olacak bundan sonra. Lüks bir arabayla ve kalabalıkların ortasından gitmek yerine daha külüstür bir arabayla, daha sakin yollardan gidilebileceğine inanıyorum artık. Böylesi çok daha huzurlu bir yolculuk olacak benim için.
Dizi çekmeyi düşünüyor musunuz?
Bir daha hiç çekmeyeceğim dersem çok büyük konuşmuş olurum ama televizyonda bir şey yapmak çok zor çünkü televizyona iş yapan teknik ekipler şu anda çok kötü durumda. 80 tane dizi yapıldığı için sinema mirasıyla yola çıkmayan ekiplerle çalışıyoruz. Hiçbiri işlerini sevmiyor. Gerçekten onlarla çalışmak çok zor. Bu işe çok saygısızca yaklaşıyorlar. İyi bir teknik ekip olmadığı sürece televizyona hiçbir şey yapmayı düşünmüyorum o yüzden.
Sinema yapmak isteyen yapımcıların yanınızda olması söz ettiğiniz yolculuğun devamı açısından hayati önem taşıyor mutlaka.
Tabii ama olmazsa da film yapmam. Yapmam daha iyi. Açıkçasını söylemek gerekirse yaptığım işlerin çoğundan gurur duyuyorum. Bu saatten sonra gurur duymayacağım bir şey yapmam gerekirse yapmam. Yapsam başta yapardım. Köprüyü geçerken bir sürü eyvallah dedim zaten. Kendim de içindeyim bunun, kendi benliğime de eyvallah dedim. Yeterince taviz verdim. Artık vermek istemiyorum.
Söyleşi: Senem Erdine
(Sinema - Kasım 2005'ten kısaltılarak)
İlk filmi "Bana Şans Dile"yi çektiğinde neredeyse hiç tanınmıyordu. Çoğumuz televizyon için yaptığı işlerle duymaya başladık adını.