« Anasayfa | Künye | Arşiv 28 Mart 2024, Perşembe
Gündem: Kültür-
Sanat
Gündem: Hayat
40i Gündem Nöbetçi Köşe
40PENCERE
Yakın Plan
Ahmet Aksoy
Amerikan Kâbusu

İzlence
Mehmet Harmancı
"36": Kifayetsiz Muhterisin Resmidir

[ Sinema -> Sine-sohbet ]

Derviş Zaim: Türk Sinemasının Önemli Meselelerinden Birinin de Otantizm ve Yüzleşme Olduğunu Düşünüyorum

19.05.2007 - 11:24

Röportaj: Ahmet Aksoy

Derviş Zaim, Türk sinemasının en dikkat çekici yönetmenlerinden birisi. Sinema serüvenine Tabutta Rövaşata filmiyle birlikte oldukça çarpıcı bir başlangıç yapan yönetmenin son filmi Cenneti Beklerken de sanat çevrelerince hayli ilginç bulundu.

Yaptığı birbirinden değerli çalışmalarla sinemamıza farklı bir soluk getiren yönetmen, son filmi Cenneti Beklerken'in Aşkın Film Festivali'ndeki gösterimi nedeniyle Konya'daydı. Kendisiyle Cenneti Beklerken'i ve Türk sinemasını konuştuk.


AA: Cenneti Beklerken insanların görsellik algılarını bir parçacık tersyüz edebilecek bir film. Çünkü sinemanın imkânları ile geleneksel Türk sanatları, özellikle minyatürün imkânlarını birbirine yaklaştıran bir estetiği var filmin. Böyle bir çalışma yapmak nereden aklınıza geldi?

DZ: Meselelerimden bir tanesinin içinde yaşadığımız coğrafyanın geçmişinden kaynaklanan bir anlatımın mümkün olup olmadığını denemek biçiminde ifade edilebileceğini düşünüyorum. Bunun bir parçası olarak böyle bir şeye kalkıştığımı söylemek pekala mümkün. Daha önceki filmlerimde benzer şekilde mesela kader ve özgür iradeyi tartıştığım bir film var; Filler ve Çimen. Orada da şans faktörünü ve de kaos faktörünü ve de zorunluluk faktörünü tartışmak için getirdiğim anlatım yollarından bir tanesi ebru sanatıyla bir paralellik kurarak derdimi anlatmaktı. Ebru'da da biliyorsunuz şansın çok büyük önemi vardır. Bireyin insiyatifi bir noktaya kadardır, sonrasında onun elinde olmayan başka noktalar da gündeme gelir. Sonuçta oradaki ana kahramanımın bütün o tesadüfi karşılaşmalar sonucunda ortaya çıkaracağı insanlık durumuna paralellik arz edecek bir havayı yaratmaya yardım edeceği için kızın ebru atölyesinde çalışmasını sağlamıştık. Daha önce böyle çalışmalarım olduğu için bunları söylüyorum. Türk sinemasının önemli meselelerinden bir tanesinin otantizm ve yüzleşme olduğunu düşünüyorum. Otantizmden kendimize ait temsil imkanlarını zorlamayı, bunları genişletmeyi anlıyorum.

AA: Cenneti Beklerken eleştirmenlerce çok beğenilmiş bir film. Hakkında çok olumlu yazılar yayımlandı Türk basınında. Biz Türk sinemasında şöyle bir çelişkiyi de zaman zaman gördük; eleştirmenlerin beğendiği filmleri seyirci pek fazla beğenmedi, sinemalara gitmedi. Seyircinin çok beğendiği filmleri de doğrusunu söylemek gerekirse eleştirmenler pek fazla tutmadı. Her ikisinin beğenisini de kazanan filmler pek nadirdir. Siz ne düşünüyorsunuz; Cenneti Beklerken seyircinin ilgisini yeterince çekebildi mi?

DZ: Yok, ne yazık ki yeterince çektiğini söylemek mümkün değil. Bu anlamda üzerinde düşünmemiz gereken sorunlardan bir tanesi seyirci konusu. Seyirci analizi olmadan yapılacak bir sinema diskurunun çok sağlam olamayabileceğine artık daha fazla inanıyorum. Çünkü yapımcı tarafından oluşturulacak bir seyirci profilinin ve seyirci tasavvurunun, muhtemel bir filmde nasıl bir seyirci tasarlandığıyla ilgili herhangi bir çabanın yer almadığı bir analiz, çok yetkin değildir gibi geliyor bana. Bunun da nedeni şu; seyirciyi dışlayan bir sinemanın çok da fazla bir yerlere gideceğinden emin değilim. Seyirciyle bir sinemanın barışık olması lazım. Biz her ne kadar ana akım popüler sinemayla ilşkisi az çok problematik işler yapmaya çalışıyor olsak da bu durum, muhtemel seyirci ile olan bağımızı boşlamamız gerektiği anlamına gelmiyor. Seyirci ile organik bir bağ içerisinde bulunmamız hatta onu genişletmemiz hatta giderek kendi seyircimizi yaratmamız gerektiğini düşünüyorum. Benim seyirci ile olan ilişkimin ne olduğuyla ilgili bana sorulacak olan bir soruya vereceğim yanıtta böyle bir yanıt olacaktır. Ben naçizane kendi seyircimi de yaratmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Bunun için de bilinçli bir girişimler zincirinden bahsetmem mümkün olabilir.

AA: Türkiye dışından ilgi nasıl filme?

DZ: Henüz uluslararası prömiyerini yapmadı film. Bu yaz içinde, yaz sonunda olacak. Ona bağlı olarak gösterimler, dağıtım filan gündeme gelecek diye tahmin ediyoruz. Henüz en uygun yerin, ilk gösterimin yapılacağı en uygun yerin ne olacağı ile ilgili çalışmalarımız devam ediyor.

AA: Filmde yoğun bir mehdi metaforu kullanıldığını görüyoruz. Bizim inanç kültürümüzde mehdi olgusu belli bir ölçüde var olmakla birlikte bu denli güçlü bir olgu olduğu kanaatinde değilim. Mehdi üzerine neden bu kadar çok vurgu yapma ihtiyacı hissettiniz?

DZ: Şimdi bu bir olgu olarak var değişik tarihlerde. Özellikle bu konuyla ilgili kalem oynatan insanların son senelerde çıkarmaya çalıştığı yazılarda, kitaplarda bunu görüyoruz. Özellikle bir kurtarıcı fikrinin arandığı yüzyıl olan 17 yy.'da bu figür Anadolu'da önemli bir motif olarak ortaya çıkmış. Buanlamda filmin tarihi gerçeklerle çelişir bir yanı yok. Bu görüşün bir parçası olarak mehdi figürünün filme yedirildiğini söylemem pekala mümkün. Kaldı ki filmin ana eksenlerinden bir tanesi o değil. Ayrıca şu da ileri sürülebilir. Film bir anlamda bugünün problemleri ile de ilgilenen bir film. Yani bugünün problemlerinin bir parçası olarak kurtuluş, daha iyi yaşamak, hayatı daha zengin yaşamak gibi temaların da filme akmasını sağlamaya çalıştım. O dönemlerde hayata dair, dünyaya dair herhangi bir felsefi muhasebe, politik muhasebe, dinin fonksiyonundan geçerek yapılıyordu. Dolayısıyla din figürünün olmadığı, dinsel motiflerin olmadığı herhangi bir analizin çok da mümkün olmadığını söylemek pekala mümkün. O dönemdeki politik boyutu olan bir kurtuluş diskuru muhakkak dine dayandırılmak zorundaydı. Bunun farkında olarak o motifi ele almak, öyle incelemek gerekmektedir.

AA: Filmde rüya olgusuna da ciddi bir vurgu yapıldığını görüyoruz. Rüyadan tasvire, tasvirden hayale sık sık geçişler var. Tasvirin de "bir hayalin resmi" olduğu vurgulanıyor. Rüya sinema ilişkisi bağlamında neler düşünüyorsunuz, neler söylemek istersiniz.

DZ: Gelenekten yararlanma açısından bakmak gerekirse filmin böyle bir tarafı olduğunu söylemek pekala mümkün. Dolayısıyla bu rüya boyutunun filmin içinde yer almasını sağlamaya çalıştım. Filmin bütününün bazı insanlara rüya gibi gelmesinin altında yatan nedenler belki de budur. Ben ara ara kimi yerlerde rüya sahnelerini epey o niteliklerini vurgulayarak ele almaya çalışmıştım. Bunu da dediğim gibi eğer geleneğe dayandırılarak bir anlatı oluşturmak gibi bir niyetim varsa rüyanın da bu çaba içinde önemli bir boyut olduğunu biliyordum. Bunun bir parçası olarak ele aldım. Mesela duygusal olarak Eflatun'un en mutlu olduğu anlardan bir tanesi rüya sahnesidir. Oğlunu gördüğü sahne. Bu tip sahnelerden epey var filmin içerisinde. Aynaların olduğu yerlerde bu tip rüya sekansaları var. Minyatürün zaten biz de uyandırdığı şeylerden bir tanesi rüya değil midir? Rüya gibidir yani.

AA: Minyatürdeki var olan çoklu zaman algısına da yer verilmiş filmde. Eflatun Efendi rüyasında bir anda kendi geçmişine dönüyor, kendi annesini, kendi çocukluğunu görüyor. Kendi çocuğu -Eflatun'un oğlu- onu elinden tutarak kendi çocukluğuna ve annesine götürüyor onu. Bu çoklu zaman algısı sinemasal bir motif olarak Türk sinemasına bir zenginlik katabilir mi?

DZ: Katabilir sanırım. Zaten onun için böyle bir filme, naçizane, kalkıştığımı söylemek pekala mümkün. Türk sinemasının genellikle aynı tarzı, aynı üslubu yansıtan filmler üretmesi bazı insanları olduğu kadar beni de tedirgin ediyor. Filmleri yan yana koyduğumuz zaman, mesela on senede meydana çıkan filmlere baktığınız zaman, birbirine çok benzer bir ışık, birbirine çok benzer bir anlatım, birbirine çok benzer bir oyunculuk görüyorsunuz. Bu bizim sinemanın potansiyellerini geliştirme ihtimali açısından beni rahatsız eden şeylerin başında geliyor. Bizim sinemamız denemelere, farklılıklara, açılımlara, genişlemeye, farklılıklara yelken açmaya çok cesaret eden bir sinema değil. Cenneti Beklerken'i bunun dışında değerlendirmek gerekir diyenlerin varlığı bizi mutlu ediyor. Bu anlamda filmin bizim için bir zenginlik olduğunu düşünüyorum.

AA: Tam da Türk sinemasından söz açılmışken; son yıllarda ciddi bir canlanma var sinemamızda. Peş peşe filmler çekiliyor ama biraz önce söylediğiniz gibi bunların çoğu da birbirini üç aşağı beş yukarı kopya eden filmler, birbirini tekrarlayan filmler. Seyirci sayısında da ciddi bir artış var ama nitelikte çok fazla bir değişiklik ne yazık ki olmuyor. Bir sıçrama ne yazık ki yakalanamıyor. Bir kaç film sayılabilir bu anlamda nitelik olarak kendini gösteren. Bu nereye kadar gider, yeni bir tıkanma süreci ufukta Türk sinemasını bekliyor olabilir mi?

DZ: Artık kimsenin benim sinemam, benim yöntemim mutlak ve en doğru yöntemdir dememesi gerekiyor. Beraber büyümeyi, beraber gelişmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Yani bu anlamda da diyaloji, karşılıklı konuşma, birbirini dinleyerek beraber gelişme kavramlarının önemli olduğunu düşünüyorum. Türk sinemasında bir merkezin olması gerekir. O merkezin güçlü olması, sürekli olması, sistematik olması gerekir. Ama bunun yanı sıra bu merkezin başka üretim biçimlerini tahakküm altına almaya kalkışmaması gerekir. Dolayısıyla yan yana bulunan birçok kulvarın hep beraber yürüdüğü bir modelden bahsetmek en uygun modeldir diye düşünüyorum. Bu modelin sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Farklılıkları içersinde yan yana büyüyen, gelişen, sırasında birbirine omuz veren, kol veren bir sinemanın bizim için en önemli kurtuluş çarelerinden birisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü eğer biz kurtulacaksak, daha iyi bir yere gideceksek hem anlatım biçimi hem seyirci sayısı hem konuların çeşitliliği, zenginliği, bunların ele alınış biçimi, kavramsallaştırma biçimi vs diye sayabileceğimiz birçok kategoride ileriye gitmek istiyorsak, bunları merkezdekiler ve çevredekiler olarak hep beraber yapmamız lazım. Yani merkezdeki ana akım, dominant sinemanın temsilcilerinin de güçlü olması lazım hatta belki onların önce kendilerini daha da güçlü kılması, sistematik kılması lazım, ondan sonra yan taraftakilerin, alternatif diskurları savunanaların benzer mantalitede olmaları lazım. Birbirimizle konuşmayı becermemiz lazım. Bu belki de en önemli şey. Diyaloji kurulmasını sağlamak lazım. Böyle bir model sağlıklı bir modeldir. Böyle bir modelin içerisinde er ya da geç çok sağlıklı bir atmosfer ortaya çıkacaktır. Yani canlı, işlek, sokağı yansıtabilen, sokağı eğitebilen, kendi seyircisini yaratabilen, kendi seyircisini başka kulvarlara çekmeyi başarabilen bir sinemanın imkanları böylesi bir atmosferde çok daha mümkün hale gelebilecektir.

AA: Bu anlamda son dönem Türk sinemasında en çok beğendiğiniz yönetmenleri ve filmleri sorsak?

DZ: Ben Ahmet'in filmini beğenmiştim.

AA: Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak.

DZ: Evet, o filmi verebilirim.

AA: Peki, Babam ve Oğlum gibi gişe başarısı oldukça yüksek olan, Yeşilçam'a da ciddi anlamda göndermelerde bulunan, Yeşilçam estetiğini bir anlamda günümüze taşıyan filmlere nasıl bakıyorsunuz?

DZ: Yanıt yukarda var aslında. Olumlu görmek gerekiyor. Onlar merkezi bir şekilde harekete geçiriyorlar. Öyle filmlerin yapılması ve bunların seyirci ve medyada karşılık bulması beni sevindirir. Çünkü biz istesek de istemesek de bu halkın popüler bir sinemaya ihtiyacı var. Biz Türk sineması olarak halka popüler filmleri vermeyi başaramazsak başkaları verecektir.

AA: Doğru, çok doğru.

DZ: Yani merkezden kastım o. Merkezde düzgün, sistematik, dilini oluşturmuş, kekelemeyen, altyapısını büyütmeyi başarabilen, önünü görebilen, bunu bir başı, sonu, ortası, geleceği belli bir çizgi içerisinde devam ettirebilen bir sinemanın olması herkesin işine yarar. Alternatif sinema, sistem dışı sinema yapmak isteyenin de işine yarar böyle bir merkezin bulunuyor olması. Üstelik böyle bir merkez ve çevre, birbiriyle diyaloji kurmayı da becerebiliyorsa, platform çok daha sağlıklı hale gelir. Merkezde ne yaptığını bilen, belli ahlaki çizgilerin asgarisinde iş yapan insanların bulunuyor olması beni mutlu eder. Sözgelimi, şiddeti kutsallaştırmayan, ne bileyim, çocuk pornografisine dalmayan ya da başka konuları sömürmeye yaklaşmadan işlerini düzgün yapan insanların bulunuyor olması mutluluk verici bir şeydir. Ben o filmlere katılayım ya da katılmayayım.

AA: Hollywood'da da son dönemde biçimsel denemeler olduğunu görüyoruz. Özellikle çizgi roman estetiğine yaklaşan filmler yapıldı. Fakat bizdekinin tam aksine Hollywood'daki bu biçimsel denemeler seyircide de karşılığını tam olarak buldu diyebiliriz. Önemli gişe başarılarına ulaştı. Bizim seyircimiz, ülkemiz insanı bu tip biçimsel denemelere, farklılıklara, yeniliklere kapı açan çalışmalara neden yeterince sıcak bakmıyor?

DZ: Ben filmim ortaya çıktığı sıralarda onun sadece biçimsel bir deneme olarak algılanmaması, algının bu yönde olmamasını sağlamak için elimden geleni yaptım. Pazarlama stratejilerimizin arasında bu böyle sunulmuyor. Pazarlama stratejimiz çok daha farklı bir strateji. Sokaktaki insanları, üniversite öğrencilerini sinema salonlarına davet etmeye çalışan bir stratejimiz var. Tanıtım stratejimizin filmin "deneysel" diye nitelecek ögeleri üzerine çok fazla kurmamaya çalıştık. Eğer böyle bir algı oluşursa bunun filmin seyirci performansı için riskli olabileceğinin farkındaydık. Bu olmadı. Amerika'da bunun gerçekleşiyor olmasının altında başka nedenler var. Amerikan endüstrisinin pazarlama ve dağıtım koşullarıyla benim Derviş Zaim olarak tek başıma yapmaya çalıştığım bu filmin pazarlama ve dağıtım koşulları arasında dağlar kadar fark var. İkincisi; seyircinin doygunluğu diye bir kavramdan bahsetmek gerekir. Seyirci nasıl filmler bekliyor, nasıl filmler talep ediyor. Türk seyircisi daha çok komedi ve melodram ister. Komedi daha ağırlıklıdır. Melodrama ancak belirli koşullar altında ilgi gösterir. Eğer sosyal konularla, kendisini ilgilendirecek konularla ilgili film yaparsanız onun belli oranda çikolataya bulanmasını ister, yumuşatılmasını ister. Bu asgari koşulları sağlamayan bir filmin gişede büyük kitleye ulaşması mümkün değildir, kolay değildir. Ama biz her şeye rağmen elimizden geleni yaptık. Önemli bir bütçe söz konusuydu tanıtım için daha önceki filmlerimle kıyaslandığı zaman. Bunu efektif biçimde kullanmaya gayret ettik.

AA: Şuraya da geliyor aslında birazcık mesele. Türk sinemasında ciddi bir yapımcı ve dağıtım ağı problemi olduğundan da söz edilebilir aslında.

DZ: Gelişiyoruz. On, on beş sene öncesiyle kıyaslandığı zaman daha aklı başında adamların sayısının arttığını söylemek gerekir. Değerlendirmeleri yaparken ne kendimizi batıralım ne de göklere çıkaralım. Serinkanlı değerlendirme her zaman en değerli olan şeydir. Serinkanlı değerlendirme bizi bir yerlere götürür.

AA: Peki eleştiri kurumuna nasıl bakıyorsunuz? Eleştirmenleri ne ölçüde dikkate alırsınız?

DZ: Aklı başında, ağzından çıkan duyar dediğim ve bu nedenle takip ettiğim adamlar var. Yani, benim de herkes gibi, kendime göre ne söylüyor diye merak ettiğim insanlar her zaman vardır. Daha az takip ettiğim insanlar da vardır. Bu da doğal bir şeydir. Nasıl ki her eleştirmenin gözdesi olan yönetmenler varsa benim de rezervasyonlarımın olduğu, daha az rezervasyonlarımın olduğu insanlar vardır. Olması da normaldir. Böyle bakmak lazım. Eleştiri olması gereken bir kurumdur ve bazen bu kurum sizin hoşunuza giden ya da hoşunuza gitmeyen şeyleri söyler. Bunu hazmedecek şekilde olaya yaklaşmak lazım. Bir insanın özellikle bu işlere soyunan bir insanın hazımsızlığı bırakması gerekir. Çünkü gerçekten değerli bir iş yapan bir insan bazı insanları rahatsız edecektir. Hayat gri bir şeydir. Hayatta siyahlar ve beyazlar yoktur. Hayatta siz bir film yaparsınız, onun hem seveni olur hem sevmeyeni olur. Siz de hayat kadar karmaşık bir şey yaptığınızı, bir sanat eseri yaptığınız söylüyorsunuz. O sanat eserini çoğu insan seviyorsa o işte bir yanlışlık var demektir. Tersi de doğrudur. Eğer sanat eserini çoğu insan beğenmiyorsa, birçok insan beğenmiyorsa yine bir yanlışlık var demektir. Bunun ideali yarı yarıya olmasıdır. Bir kısım insanlar beğenecek bir kısım insanlar beğenmeyecek ve bunların oranı da hemen hemen aynı olacak. İşte böyle algılanan bir sanat eserinin gerçekten değerli bir eser olduğunu düşünürüm. Bir işi beğenen kadar beğenmeyenin de olması lazım. Çünkü siz hayata dair bir şeyi hayat metaforu olacak şekilde değerli ve etkileyici biçimde söylediğiniz zaman onun beğenenleri ve beğenmeyenleri olacaktır. Öyle düşünüyorum. Bunu eleştirmenler için de genelleştirebilirim.

AA: Siz kendi sinemanıza dönüp baktığınızda en yetkin filmim Cenneti Beklerken mi dersiniz, yoksa Tabutta Rövaşata, Filler ve Çimen ya da Cenneti Beklerken arasında nasıl bir değerlendirmede bulunursunuz?

DZ: Çok tercih yapmam. Yapsam bile bunu size söylemem.

AA: Anladım.

DZ: Onlar benim çocuklarım, çocukların arasında...

AA: Hepsinin mutlaka ayrı bir yeri vardır.

DZ: ...ayrıma gitmemek lazım.Farklı zamanlarda, farklı duyarlılıklarla ve düşüncelerle yapılmış şeyler. İnsanın farklı dönemleri, farklı duyarlılıkları olabilir. Öyle bakmak gerekiyor. Değerli olan da bu. Hayat değişir, insan değişir, insanın hayata bakışı değişir. İnsan evrilir, hayat evrilir. Böyle bakmak gerekiyor. Bunlar son derece heyecan verici süreçler. Zenginleştirici süreçler.

AA: Çok teşekkür ederim.

DZ: Ben teşekkür ediyorum ilginiz için.

Yaptığı birbirinden değerli çalışmalarla sinemamıza farklı bir soluk getiren Derviş Zaim, son filmi Cenneti Beklerken'in Aşkın Film Festivali'ndeki gösterimi nedeniyle Konya'daydı. Kendisiyle Cenneti Beklerken'i ve Türk sinemasını konuştuk.  
EkstraTümü »

» Küçük Arap'ın Fendi Önyargıları Yendi / Hale Sert
» Edebî Eserlerin "Filim Diline" Tercümesi / Erol Güney
» Sinema Sanatıyla İlgili Kitaplar
» Çürüyen Sinema / Susan Sontag (Çeviren: Ahmet Yurtkul)
VizyondakilerTümü »

» Zoraki Kral
» 127 Saat
» Kaçış Planı
» Ya Sonra
» İz Peşinde
Haber-Veri-YorumTümü »

» Mithat Bey'in Biriktirdikleri / Sedat Palut
» Karanlıktan Yalnızlığa... / Sedat Palut
» Recep İvedik Sendromu / Sedat Palut
» Dünyanın Orta Yeri Sinema / Sedat Palut
» Süt ve Yalnızlık / Sedat Palut

Yorum yazabilmeniz için üye olmanız gerekiyor. Üye olmak için tıklayın.

(Üye iseniz sayfanın en üstünde sağ tarafta yer alan kısımdan giriş yapmalısınız.)


Henüz yorum yapılmamış.

Üye Girişi
Kullanıcı adı
Şifre
Beni hatırla
Şifremi unuttum!
Ücretsiz Üye Olun!
Son 10 Yorum
toplantı (10.12.2013 - 17:25)
tek söğüt (26.02.2013 - 01:08)
yok var, var var (26.02.2013 - 01:06)
Hoş bir yazı (17.08.2012 - 00:19)
beklerken (27.05.2012 - 21:07)
bir yorum (21.12.2011 - 20:20)
bir yorum (21.12.2011 - 20:13)
işte tam da böyle (18.11.2011 - 20:37)
Gitmek (18.11.2011 - 19:53)
ELİF LAM RA (28.10.2011 - 00:02)
Yorum için üye olun!