Aralık ayındayız, kar yağmakla yağmamak arasında tereddüt ediyor. Şapkalarımızdan kaşlarımız, atkılarımızdan ağzımız görünmüyor. Kaygan Yeşilbaş Bayırı'nın sessizliğini tesbih şıkırtıları ve topuk gıcırtılarımız bozuyor. Saat yedi olmuş, Selmanipak Caddesi'nde insan yok. Kışın lanetinden midir, herkes evine çekilmiş.
Kafamızda planlar kuruyoruz. Ceyhan Ağabey'in kahvesine gidip hesabına batak mı çevirsek? Yoksa Hızlı Halil'in arabası ile Nakkaştepe'ye çıkıp kanyak mı içsek? Herkes huzursuz, neşemiz yok. Bu akşam kimse gülmüyor. Üsküdar bu akşam hüzünlü ve sıkıntılı. Halbuki kimse de ölmedi semtimiz eşrafından. Peki nedir bu üstümüze çöken karabulutun hikayesi?
Sessizliği Doktor bozuyor:
- Hadi dağılalım bugün bize eğlence yok. Her mahalle, her sokak uyuz köpek gibi, yarın akşam takılırız.
Selamlaşıyoruz, herkes birbirini Allah'a emanet ediyor. Bütün tayfa ayrı yollardan kabuğuna çekiliyor. Biz Doktor ile aynı yoldan gidiyoruz.
Doktor bugün çok huzursuz, çok sinirli. Ben daha sormadan başlıyor anlatmaya:
- Bu akşam içimde bir sıkıntı var Komiser, sabahtan beri içim içimi yiyor. Var bir uğursuzluk.
- Ne oldu, ne takıldı kafana?
- Vallahi bir şey takılmadı kafama ama içimde pis bir sıkıntı var.
Cevap vermeden yavaş yavaş yürüyorum yanından, Salacak'ın ayazı suratımıza vuruyor. Doktor'a bir sigara veriyorum, almıyor. İçimden "Allah Allah" diyorum, "var bu çocukta bir şeyler." Arka caddeden siren sesleri geliyor. Ama ne siren sesi, yıkıyor Üsküdar'ı. Harem'e kadar inletiyor bütün sahili. Bakınıyoruz etrafa polis mi, ambulans mı yoksa itfaiye mi? Mavi kırmızı ışıkları gözümüzü alıyor, yanımızdan geçerken anlıyoruz ki bu çığırtkan araç ambulans. Sessizce mırıldanıyorum: "İçinde kim varsa Allah şifasını versin."
Birden Doktor koşmaya başlıyor, ben de arkasından. Doktor koşa koşa bağırıyor:
- Komiser! Ambulansın arkasındaki araba Muratlar'ın, diyordum sana var bir uğursuzluk. Allah bin kere kahretsin, koş hızlı koş.
- Koşma Doktor, nereye kadar koşacağız. Yakala şuradan bir taksi, sana diyorum.
Doktor hemen bir taksi çeviriyor. Acele acele biniyoruz. Doktor telaşlı telaşlı taksici ile konuşuyor:
- Ağabey, bas basabildiğin kadar demin giden ambulansı yakalamamız lazım, gözünü seveyim yetiştir bizi. Hangi hastaneye gidiyor öğrenmemiz lazım.
Şoför olabildiğince hızlı gidiyor. Doktor çok telaşlı eli ayağı zangır zangır titriyor.
- Emin misin Doktor, Muratlar'ın araba mıydı o?
- Gördüm, tabii ki onların arabaydı. Ne oldu acaba meraktan ölücem?
Murat, Doktor'un çok yakın arkadaşıydı, karşı karşıya oturuyorlardı. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Bizden biraz farklıydılar. Daha sıkı fıkıydılar. Aklıma Murat'ın cebini aramak geliyor.
- Doktor, arasana şu Murat'ın cebini ne var ne yok öğrenelim.
Doktor cep telefonunu bulmaya çalışıyor. Montunu parçalayacak neredeyse, saati kolundan düşüyor, tesbihi, çakmağı bir yana, cüzdanı bir yana fırlıyor.
- Yok işte Allah'ın belası telefon yok. Çıldıracağım, bugün her şey aksi gidiyor, lanet olsun.
Benim cep telefonum evde, şansa bak ki şoförün de cep telefonu yok. Saat on biri geçiyor, eve de geç kaldık. Bir iki dakika daha yol aldıktan sonra anlıyoruz ki ambulans Koşuyolu Kalp Hastanesi'ne gidiyor. Daha çok moralimiz bozuluyor.
Ambulansın peşinden acil kapısına dalıyoruz. Ambulans arka kapısını acile doğru çevirmiş, içinde kim olduğunu göremiyoruz. Muratlar'ın arabadan babası iniyor. Bir bakıyoruz Murat da arabadan iniyor. Biraz rahatlıyoruz, Doktor koca bir "oh" çekiyor.
Rahatlamamız çok kısa sürüyor. Arabadan Doktor'un babası da iniyor. Doktor olduğu yerde donup kalıyor. Kelimeler ağzıma düğümleniyor. Doktor bir çığlık atıyor:
- Annem, annem! Allah kahretsin! Annemmmm.
Doktoru yatıştırmamız sabahın dördüne kadar sürüyor. Saat dört buçuk, Doktor hiç konuşmuyor sadece yere bakıyor. Saat beş, artık acil kapısında değiliz. Hastanenin yedi kat dibindeki morga inen merdivenlerin başındayız.
Bugün var bir uğursuzluk!
Aralık ayındayız, kar yağmakla yağmamak arasında tereddüt ediyor. Şapkalarımızdan kaşlarımız, atkılarımızdan ağzımız görünmüyor.