Metaforların ve mecazların içinde kendimi kaybettiğimden beridir böyleyim. Cereyan eden başka hiçbir vakıa ilgimi çekmiyor. Bu ne kadar sürecek? Bütünüyle bir ruh ve beden olarak bu mekânın imkânına kaptırılmış bir zihin ile başka ne düşünülebilir ki? Dikkatim iki ya da fazla olgunun idrak edilebilmesi için yeterli değil. Tek şeye odaklanıp düşünmek... Bu, tramvayın dilini çözmeye neden ve nereden başlamalıyım sorusuna da cevap verir: duraklara monte edilmiş elektronik kartları kabul eden esrarengiz bir cihaz. Sevimli ve eskilerden kalma tahta radyolara benzeyen bu alet, her zaman bizi soğuk bir Konya sessizliğiyle karşılar. Cihazın da kontrolü mini bir kulübeye sığdırılmış belediye memuruyla sağlanır. Memurun saatlerce bekleyişine bakıp bakıp, bunu neden yaptığını kavramaya çalışmak uzak bir düşüncedir. Hayatını idame ettirmek mi? Geçiniz. Hiçbir sosyal olgunun sebebi akla ilk gelen şey değildir. Soğuk bakışlarından anlaşılması zordur. Soğukluğun resmiyetten mi ya da bu metropol bozkırdan mı olduğunu kestiremeden cihaz kuruşlarınıza hakim olmuştur. Bir müddet bekleyiş... Dit dit. Lisanı hal ile geçiniz dercesine. Bu kelime kabul edilişin simgesidir. Bu sesin çıkardıkları bir müddet oranın kurallarının tahakkümüne girişinin elektronik dilde manasıdır. İçeriye yavaşça iki basamak çıkıp süzüldükten sonra belki ellerin yukarıya mahkûm olduğu ayakta durmanın bel ağrıları... Ya da önce boş yer arayışında koridorda boydan boya bir düz serüven. Donuk bakışlar, tanınmayan yüzler, ilgisiz tavırlar, baş çevirmeler, bakmıyor gibi yapmalar, boşluklar... Her bir gözde farklılıklar karinesi. Matrix sayılarından bir beyin üstü kıvılcımları gibi başlar her an nazarlarını değiştirerek... Kulaklarında garip bir iki çizgi, kafaları sallanırken ötekilerin müzik dinler vaziyette olduklarına karar verişler... Bir başkasının bir başkasına doğru üfürdüğü garipsemeler, benzetmeler, vicdani anılar... Başka bir başkasının bir başkalarına karşı öfkesiyle karışık gülüşmeler... Kadın kahkahaları ardı gelen derin utanmalar, yüz asışlar... Çocukların masum tebessümlerine katrana bulanmış nazarların sorduğu "senin adın ne minik" gibi çaresiz bir bekleyişin avuntusu sorular... Bilmiyorum diyorum. Arkalarda bir boş var. Oturuyorum. Yanımda iri yapısında burun kılları arası zor soluk alıp verdiğiyle caiz bir fısıltı iklimine girmiş silindirden mülhem bir üniversite kızı. Terlemelerinin sesini duyabiliyorum. Yoğun bir deodorant kokusunun beynimi bunalttığı o yerde durmak istemem elbette. Ancak bir müddet bekliyorum. Sonra oturmanın derin sükûtu beni bu kasvetli et ve yağın oynaştığı koca vagon sallantıları arasında derin bir sinema hayaliyle bir başka perdeye çıkarıyor. Raylardan gelen sesi duydukça heyecanlanıyorum. Rayların mekân imkânını düşünmeye başlıyorum. Onun söylediklerine itibar etmem gerek.
Müsaade isteyen rahatsız ediyor: Şişman kız. Galiba inmek istiyor. Kalkıp yer verdikten sonra pencere kenarına oturuyorum bu sefer. Başımı buzdan camın sertliğine bırakıp uyumayı bekler beklemez dalıyorum sür-git rayların çark atışına. Raylar arzın üzerinde dolandığı yörüngeyi andırıyor. Bu, hayatın başlangıcıdır. Her bir çizgisinde göz ardı edilen ve geçip giden esrarengiz pabuçlar* ise çoğu yaktığımız bir tomar kâğıdı mı, yoksa parçaladığımız bir çift ayakkabıyı mı andırır? Zordur düşünmek. Hayat böyle değil midir? Sıra sıra dizili bir dolu günün bitip bitip yeniden başlaması değil midir? Şimdi hakikati verebilmek isterdim. Uzanmış sere serpe yerlerde bizlere kendisini feda eden bu paslanmaz parlaklığa dalışım beni ağlatsa, içtimai gözlerin manasızca nazarlarına gelemem. Dümdüz bir çizgi değildir. Yalpalı ve kıvrıktır, insanın görebildiği kadarın ötesine uzanır. Ancak paralelliğini hiçbir zaman bozmaz. Paralel çizgiler bozulursa bu, insana tehlikedir. Onun akışkan demirden yapıldığını da nereden çıkardınız? O üzerinde binlerce kez geçen tramvayın renklendirdiği gümüşten korkuluklara benziyor. Yani yörünge çizgisinin gerçekte insan zihninin algıladığı gibi olmayabilirliğini diyorum. Belki de her zaman uzayın aynı yerinde dolaşmıyor dünya. Uzayda zemin var mıdır? Kim bilir?
Sosyo-kültürel konuşmalardan bıkarcasına daldığımdan beridir bu asabi demir, uzandığı bazı yerlerde toprağın kirlenişinden söz ederken insanın aldanışıyla; kenarda aniden parçalanmış bir ceset bulmamak için kafamı kaldırmıyorum. Korkuyorum. Buna rayların hıncı denebilir. Böylesine düşüncelerle haşır neşir oluşumun saatleri bile zamandan sayılmaz. Çünkü bu demde tramvayın zamanla yarıştığını duyumsarım. Ne gariptir ki yolculuk ya da gidiş-gelişler hep zamanın argümanlarıyla ölçülüyor. Kimse zeminin üzerine döşeli pabuçlar natürmort çizgisine bakıp esrarengiz diline aşina olamıyor mu? Yavaşça tek tek kesilircesine seslerini görünmez olmalarına kadar duyabilenlere fısıldarlar, tıpkı demirden bir çubuğu pencere korkuluklarına sürerken çıkan ses gibi. Bu tamamıyla ahenktir, musikidir. Dans eden cambaz böyle ikili bir çizgide saatlerce eğlenişine ayrı bir tat bırakıp ayrı bir paradoksu çözdürüyor bana: "yaşamak bir ağaç kadar tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine". Ama toplum bu kadar tek tip ve düzenli değildir. Yine de anlamları bana beşerin hamallığını hatırlatıyor. Elden ele taşıdıklarına bakıversene, ne de ağır bir yükün altındalar. İnsanı taşıyorlar. Ne ala. Tıpkı insanın sırtında taşıdıkları gibi... Demir cevherinin koca kapitalist kalıplara dökülmesiyle şekillenen bu düz çizgi ve çimentonun sıkı bir kontrolüyle birleştirilen betondan pabuçlar belki yüklerinin farkında değillerdir. Naçizane yılların yalnız kalışlarına sembol olurlar bire bir. Müziği iliklere kadar hissedilen anlarda teselli etmelerin şahıdırlar. Nefes alışlara sebep olurlar kimi, kimi ağıtlara. Düşünsenize; ne ıstıraplar, ne sevinçler, ne umutlar, ne karanlıklar... Teşekkürü katran bakışlılar hak etmiyor efendim. Taşları, demirleri es geçiyoruz.
İkiz yörüngemize bir de atmosferi olan bir arş gerekli: tramvay. Her sefer yapışında bile her bir tramvay ayrı bir kâinatı ya da asrı temsil edercesine gururludur ve insanın tarih boyunca ilerleyişini ya da gerileyişini mahzun süzülmeleriyle ilham eder. Mekân, hayat, dönüşümlülük, yıllar, çağlar, kuşaklar... Hiçbir mekân, dünya hayatına bu denli benzeyemezdi. Aktığı çizgiden bir zerre an dahi ayrılmaması buna kanıt değil midir? Dön dolaş yine başladığın yerdir hareket ettiğin. Öyle ki, bütün düşlediklerimiz, hissettiklerimiz, düşündüklerimiz eskinin bir başka inikâsıdır. Yaşadıklarımız da... Gündelik kaygıların alengirli sofralarında teselli bulduğunuz küçük ve yaşaması kolay iklimlerin basit sınırları; şekil olarak değişim geçirdiği görülebilse de, içinde öz olarak yedi ceddin kaygıları, umutları, sevinçleri, kederleri yaşandığı için sabittir. Oturma grupları gelir, televizyonlar bir köşeye tüner, halılar en modern dokumacılığın katmerli hızında işlenmiştir, hatta tümüyle bir başka "yer"e konaklanılabilir; ancak hiçbir şey muhtevanın derinlemesine hissini değiştirmez. Buna "beşerin kaygıları" diyorum. Tarih boyunca değişmemiş kaygı. Elbiselerini değiştirir, makyaj yapar, pudra sürer, palyaço gibi gelir, kral gibi kuşanır; ama onun ruhunda bir değişme olmaz. Her şey bir kaygıyla başlar, bir çekinmedir, bir geri duruştur. Sonra ürkek bir adımdır. Teşebbüstür. Başarıysa sevinç olur. Kayıpsa keder. Çaresizlikse hüzündür. Tramvayın kalkışı ve gidişinde bunu hissedebilirsiniz. Hareket edişin yavaş yavaş hızlanması ve iki durak arası mesafe cambazın müziğiyle alabildiğine raksa yelkendir. Mesafe biter de durursa azıcık bir eseftir durum. Çaresiz bekleyişlere hayıflanılır. Yeniden başlayışlar diyarı... Bu devamlı silsile ineceğin durağa kadardır. Sevinç, keder ve hüzün arası gider gelirsin. Fakat konuşabileceğin bir insan yanında ise bunların bir manası yoktur. Yalnızsan tümüyle bu döngüye hazır olmalısın. Her şey yolunda ise sevmek vardır, sevinç vardır. Durgun sularda sandallar bile ağlar. Keder ve hüzün durgunluğun sarsılmaz ifadesidir. Buna bazı öfkelenilir de. Ancak öfkenin de sonu sebep olduğu tarumara pişmanlıktır. Pişmanlık durgunluktur. İneceğin durak yeni bir hayata başlangıçtır, kalanlara ise yeni bir keder. Zira ölüm durgunluktur.
Uyanıyorum. Elimde bir ansiklopedi... Okuyorum: "Bir toprak yolda, arabaların geçmesiyle açılmış olan izler, taşıtları, sürücünün karışmasına gerek kalmaksızın doğru yoldan götüren, gerçek rayların görevini yapar. Bununla birlikte birkaç günlük yağmur bu izleri silmeye yetecektir. Bunun için eski çaplarda, bazı Yunan yollarında tahta raylar döşenmişti. Bunlar araba tekerleklerine sağlam birer dayanak olan bir tür oluk gibiydi. Daha yakın dönemde 1670'te, İngiltere kömür madenlerinde (New Castle) aynı türden raylar kullanıyordu. Maden ocaklarının yumru yumru zemininde bu sistem, maden filizi dolu ağır arabaların yürümesini kolaylaştırıyordu. Tahta raylar çabuk aşındığından, onun yerine madeni ray döşemek tercih edildi (1776), sonra bu ilk demir yolları maden ocağından uzaklaşamaya, kömürü komşu fabrikalara kadar taşımaya başladı (1801). Ama vagon yerine geçen el arabaları hâlâ kol gücüyle itiliyor veya atlarla çekiliyordu..." (Meydan-Larousse Ansiklopedisi) Rayların imkânı Konya'ya neden haiz olmuş? Neden Konya böyle bir gereklilik içerisinde bu çift sarmaşığı örmüş bozkır bağrına? Ansiklopedi ilginç gerçekler sunuyor rayların bulunuşuna. Ancak söyledikleri sanayi inkılâbının ilk devrelerinde hızlı üretim biçimlerinin gelişmesiyle ortaya çıkan bir ihtiyaç olduğudur. Aynı zamanda izlerin belirtisi adına, sürme ve yolculuk kolaylığı için böyle bir şey öngörülür. Bu gerekçeler Konya için tam manasıyla geçerli değildir. Temel olarak baktığımızda bir nebze hak vermekte yarar var. "Konya bozkırın saf çocuğudur" der Ahmet Hamdi Tanpınar. Öyle ki Tanpınar'dan bu yana seneler aktı, geçti. O bozkırın saf çocuğu olan Konya şimdilerde saflığını yitirmeye vardığı konuşuluyor. İnanmak görecelidir. İlk kurulan ray sisteminden bu yana hattın çok fazla bir değişikliğe uğramamasını ben de Konya'nın saflığına veriyorum. Klasik bir bozkır alışkanlığının dirençli yapısı Konyalının vücut hatlarında kimi belirir. Bunun ise hattın görünüşüne sirayet etmesi mukadderdir. Konya'ya neden tramvay? Cevabını bulmak zor olsa gerek. Yol imkânlarının artması için teveccüh, insanların istedikleri yerlere rahatça ulaşabilmesi için çabalar, nüfusun arzusu, belki de "hadi bir de tramvay olsun Konya'ya(!)" anlayışı... Bütün bunlar ucuz bir cevap olabilir. Metodolojinin derinlemesine irdeleme mantığıyla daha net yanıtlar alabilme ihtimali var. Tek tek hepsi ya da teki. Ama şunu söylemeliyim ki bu araç karakteristik olarak bozkırın diline aşina olmuş gibidir. Her ne kadar belediye fotoğraflarındaki yeşil Konya'ya yakışmasa da gerçek Konya'nın vazgeçilmezi... Hayatın bu serkeş cambazlarda sürdüğünü görmek için çok derin bir bakışa gerek yok. Bir koşuşturmaca içerisinde insanlar ve bir cambaz içi koşuşturmacalar...
İnme zamanı mıdır? Daha fazla düşünebilirdim. Daha fazla yazı... Ama haziran durağıdır "sanayi". Ötesinde hiçbir şey yok. Şimdi ölümü daha iyi anlayabiliyorum. Bir yatağan yıldırımın kırılması gibi indiği yer bir başka grafik çizgisine taşır seni. Bütün hayat bu çizgilerle oluşturduğun bir resimdir adeta. Renkler cebimizde. Yeşiller ve morlar; sayılar ve rakamlar... Matematiğe mahkûmuz. Her insan bir mimardır. Yaz başlar okul biter. Dördüncü haziran durağıdır "sanayi". Apar toparlığın böylesine can kurban. Bir yolcu arbedesi içinden müthiş bir cambazlıkla sıyrılıp kapı önüne geliyorum. Düğmeye basıyorum. Bu inmek istiyorum demek. Neden dilimizi kullanmıyoruz ki? Önemli mi? Bilmiyorum. Tramvay duruyor. Yalnız ben iniyorum. İşte bütün yolculuklar böyle kısa diyerek ufukta kalan tramvayın son kızıllığını da seyrettikten sonra yüzümü çeviriyorum hayata. Bütün çağların konuştuğu lisanları düşünerek... Hangisiyle konuşmalıyım seni? Elveda hüznün bekçisi.
Sırada seni yazmak var, yetersiz kelimelerimle.
Metaforların ve mecazların içinde kendimi kaybettiğimden beridir böyleyim. Cereyan eden başka hiçbir vakıa ilgimi çekmiyor. Bu ne kadar sürecek?