« Anasayfa | Künye | Arşiv 19 Nisan 2024, Cuma
Gündem: Kültür-
Sanat
Gündem: Hayat
40i Gündem Nöbetçi Köşe
40PENCERE
Edeb Yahu
Nedret Kudret
Erdem Bayazıt Ey!

Gölgelik
Köksal Alver
Tek Söğüt

Dil Ağacı
İbrahim Demirci
Kafı Yutanlar

Kelimeler ve Şeyler
Abdullah Harmancı
Seni Ne İhtiyarlattı?

Mızrak ve İlmihal
Ahmet Murat
İmamın Hatırlanışı

Saksağan
Osman Özbahçe
Dünya Aklıma Yatmıyor

Şiir Çıkmazı
Mehmet Solak
Kimi, Nereye Götürür Şiir?

[ Edebiyat -> e-sohbet ]

Rasim Özdenören: "Herkes Yaptığı İşin Hakkını Vermeli"

Söyleşi: İslam Doğan - Ahmet Biçer - Mehmet Emre Küçüktürkmen

08.01.2012 - 14:53

Cahit Zarifoğlu bir söyleşisinde: "Yazar, yazar olarak yazdıklarından sorumludur elbet ve bunlardan da sorulacaktır. Yazmanın, hangi sahada olursa olsun vebali vardır. Büyük bir mesuliyet... Yazarken pürdikkat olmalı." diyerek önemli bir mevzuya değiniyor. Bu anlamda sizin düşünceleriniz nelerdir?

Cahit doğru söylemiş. İnsan bütün amellerinden sorumlu olduğuna göre, yazmasından da sorumludur; bundan daha tabiî bir şey olamaz. Dolayısıyla sorumluluğunu üstlendiği bir ediminin, bir eyleminin gereği neyse onu yerine getirmek zorundadır. Bu cümleyi biraz daha geniş manada da kabul etmemiz mümkün; şair şiirinin hakkını vermek zorunda, öykü yazarı öyküsünün hakkını vermek zorunda, her ne yazıyorsa onun hakkını vermek de yazarın sorumluluğu altına girer. Bu cümleyi sadece onun muhteviyatı ve insanları yanlış yerlere sevk etmemesi bağlamında değil, yaptığı işin hakkı neyse o işin hakkını vermesi bağlamında da algılamamız mümkündür.

Öykü ve denemedeki haklı ününüzü biliyoruz, peki, hiç şiir yazdınız mı veya yazmaya çalıştınız mı? Şiirle ilgili görüşünüzü sorsak?

Şiir yazmadım, yazmaya da çalışmadım. Şiir edebi bir tür olarak benim için saygı değer bir uğraştır. Ama benim anlayışım açısından, ontolojik açıdan baktığımızda, benim indimde insan zihninin ürünü olan her şey, yazıya dökülebilecek her ürün aslında şiir demektir.

"Müslümanca Yaşamak"ta şöyle bir soru soruyorsunuz: "Dinin sahibi ve koruyucusu Allah'tır. Fakat onun emaneti Müslümanların üzerindedir. Halen yeryüzünde yaşayan Müslümanlar bu emaneti ehliyetle koruyabiliyor mu?" Bu soruya sizden bir cevap istesek...

Müslümanların hali hazırdaki yaşantı tarzına baktığımızda, en azından görünür olanlara baktığımızda bu emaneti ne ölçüde ve hangi ehliyetle kullandıkları ortada değil mi? O emanete sahip çıkılamıyor diye düşünüyorum. Hatta ihanet edildiğini bile söyleyebiliriz. İyi niyet işe yaramaz burada. İnsan komşusunun kendisine bıraktığı basit bir ariyet üzerinde bile emanetçi olarak ona sahip çıkacaksa, onun gereğini yerine getirmek zorundadır. Emanet mal üzerinde gelişigüzel işlem yapılamaz. Mal sahibinin bilgisi dışında, rızası dışında onun üzerinde bir işlem yapılamaz. Ama Müslümanların haline baktığımızda sanırım emanete sahip çıkma konusunda hassasiyet görünmüyor.

"Müslümanca Yaşamak"ta da elzemliliğine işaret ettiğiniz farklı bir üslupla İslam'ı anlatma, düşüncenizin bir yansıması mıdır İslamî edebiyat üzerinde yoğunlaşma?

Bu tartışmaları biz yıllar önce Mavera Dergisi'nde tartışmaya açmıştık. İslâmî edebiyat var mı, yok mu, olmalı mı, olması gerekli mi, olursa nasıl bir edebiyat olur gibi konular üzerinde bir tartışma başlatmıştık. Bu soruların bir kısmını yazılarımızda cevaplandırmaya çalıştık. O yazıların önemli bir kısmı da Ruhun Malzemeleri adını taşıyan kitabımızda yer aldı. Şimdi İslâmî edebiyat, Müslümanların içinde yaşadığı İslâm kültürüyle ilgili yansımayı kendi edebî ürünlerinde bulmak ise, Türkiye şartlarını düşündüğümüzde, hali hazırda zaten böyle bir toplum içinde yaşamadığımız besbelli. Münferit Müslümanlar var, tamam. Münferit Müslüman olarak bu ülkede yetmiş küsur milyon insan yaşıyor. Ama bunların her biri, İslâm'ın hükümlerini topluca hayata geçirme; onun etiğiyle, hukukuyla iç içe yaşama ortamı söz konusu değil. Hali hazırdaki anayasanın öngördüğü laik düzen içinde böyle bir şey zaten söz konusu olamaz. Ama Müslümanların edebiyatını dile getirmek istiyorsak o zaman bu edebiyatın İslâm toplumunun yürürlükte olduğu, diyelim ki Selçuklu ve Osmanlı dönemi gibi daha önceki dönemlerde meydana getirilmiş edebî ürünlerle bugünün Müslümanının edebî ürünlerini karşılaştırmamız gerekir. Aralarında fark var mı, sorusu ortaya çıkacak. Elbette kabil-i kıyas olmayacak ölçüde farklılıklar var. Bir Yunus Emre'nin, Hz. Mevlana'nın yaşadığı dönem bin ikiyüzlü yıllar, her ne kadar o yıllar da bir fetret dönemi gibi görünüyor ise de, aslında zemin İslâm'ın zeminiydi. Müslümanların kurduğu bir zemin üzerinde konuşuyordu o "şairler." Onların şairlikten başka misyonları da var; ama biz edebiyat açısından konuştuğumuza göre onların şair yanını öne çıkartıyoruz şu anda. Gerek Hz. Mevlana, Yunus Emre gerekse daha sonraki Divan Edebiyatı şairleri, bunlar eğrisi, doğrusu, yanlışı, hatası, savabıyla İslâm hukukunun yürürlükte olduğu bir dönemin şairleri ve o dönemin ürünleridir. Fakat bugün, Türkiye bağlamında konuştuğumuzda, o ortam söz konusu değil. Ama münferit Müslüman yazarlar, Müslüman şairler var. Bunların eserlerinin eski dönemdeki İslâm toplumunun içinde yaşayıp da ürünlerini o dönemde vermiş olan şairlerinkinden farklı olacağı da besbelli bir şeydir. Nitekim bu olay o kadar böyle ki, bazı edebiyat tarihçileri, bazı eleştirmecileri bugünkü Müslüman yazarın verdiği ürünü yadırgıyorlar. Hatta Erdem Beyazıt'ın şahsında konuşursak, bu ürünler Yunus Emrelerin, Hz. Mevlanaların yoluna ihanet olarak bile değerlendirildi. Hâlbuki olay şu: bugünün Müslüman şairi kendi çevresine eleştirel bir açıdan bakıyor, bir tepkisi var. Bu tepkiyi Fuzuli'nin tepkisinden ayırmamız lazım. Fuzuli'nin de bir tepkisi vardı kendi yaşadığı döneme. Fakat onun tepkisi şu: rüşvetten bahsediyor bir mektubunda, Kanuni'ye hitaben yazdığı mektupta: "selam verdim rüşvet değildur diye almadılar..." şeklinde başlayan mektubunda. O bir Müslüman toplumu eleştiriyor. Biz ise Müslüman insanın Müslüman olmanın hakkını veremediğini eleştiriyoruz. Değinmek istediğim bu iki tepkinin bağlamları farklı. Dolayısıyla bugünün Müslüman yazarının da bir eleştirel tavrı/tepkisi söz konusu. Ancak bu tepki yine de eski dönem Müslüman şairlerin tepkisinden farklı...

"Müslümanca Yaşamak", "Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler" ve "Yeniden İnanmak" isimli eserlerinizi yazma ihtiyacı nasıl oluştu? Yazılma hikâye ve süreçleri nedir? Niçin böyle eserler yazma gereksinimi duydunuz?

Vaktiyle Yeni Devir diye bir gazete çıkıyordu, 1977'den itibaren uzun yıllar da çıktı. Söz konusu kitaplarda yer alan yazılar bizim o gazetede yazdığımız yazıların toplamıydı. Yalnız biz, o yazıların kitap haline geleceğini öngörerek, başlangıçta kitaplaştıracağımızı düşünerek, yazıyorduk. İtiraf etmeliyim ki, ben o yazılarda dile getirilen düşüncelerin herkes tarafından bilindiğini düşünüyordum. Bir süre sonra da sıkılmaya başladım, herkesin bildiği şeyleri niye yazıyorum diye. Bu sıkıntımı Erdem Beyazıt gibi Cahit Zarifoğlu gibi yakın arkadaşlarıma açtığımda onlar devam etmemi istediler. Cahit Zarifoğlu'nun tepkisi şöyleydi: "Sen ne diyorsun Rasim! Sen her gün kafamızda bir putu kırıyorsun bu yazılarla. Devam et!" dedi. Böylece o yazıları yazmaya devam ettik. Şunu söylemek istiyorduk o yazılarda: Şimdi "Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler" ismiyle toplanmış olan yazılarda, çevremizdeki birçok kurumu/kavramı İslâm'ın açısından değerlendirmeye çalışıyoruz; ama o kurumun, o kavramın kökeni İslâmî değil. Mesela "cumhuriyet" kelimesi siyasî bir deyim. İslâm'ın istişare müessesesini/uygulamasını, bugünün cumhuriyetine adapte etmeye kalkışırsak büyük bir yanlış yapmış oluruz. Niye? Çünkü söz konusu olan Türkiye Cumhuriyeti ise, o kendisini laik olarak tanımlamış. Dolayısıyla istişare kurumunu İslâm'ın bir kavramı olarak laik düzene uyarlamaya kalkışarak İslam dışı bir kurumu Müslümanların kafasında meşrulaştırma sadedinde kullanmış oluruz. Faiz yasağı, tamam İslâm'da var. Faiz yasağını sen bugünkü bankacılık düzenine uygulamaya kalkıştığın anda bugünkü bankacılık düzenini berhava edersin. Onu berhava etmek bir şey değil. Tek başına onu berhava ettiğin takdirde bu iskambil kâğıdından yapılan şatolar gibi bütün bir sistemin altüst olmasına neden olur. Yerine de yeni bir şey teklif etmiyorsan şayet, farklı bir kargaşanın yolunu açmış olursun. Bu günün kurumlarını ve kavramlarını eleştirmeyelim anlamında söylemiyorum bunu; tam tersine, eleştirme adına bunlara İslâm indinde meşruiyet zemini açmayalım diyorum. Yakınlarda, birkaç sene önce, Türkiye'de bir mesele söz konusu oldu ve Müslümanların kafa karışıklığı o olay çevresinde bütün berraklığıyla ortaya çıktı. Olay şuydu: zinanın suç olmaktan çıkartılmasıyla ilgili yasal bir düzenleme konuşuluyordu. Kimliğini Müslüman olarak belirlemiş olan insanlar nerdeyse tek ağızdan bunun yanlış olduğunu, zinanın suç olmaktan çıkartılmasının yanlış olduğunu ileri sürdüler. Hâlbuki bu tepki isabetsizdi. Niye? Çünkü zinayı suç sayabilmen için ilkin zina ortamını ortadan kaldırman lazım. İslâm hükümlerinin evrenselliği var, ama bu evrenselliği şöyle anlamamamız lazım: Bu Gâvur-Müslüman bütün toplumlarda uygulanır ve nerede uygulanırsa hakka yol açar, hakkın tecellisi olur. Böyle bir şey yok. Nitekim bugünkü Suudi Arabistan'da bileği kesik birçok insan görülüyor sokaklarda. İlkin insan yadırgıyor bu insanların bilekleri niye kesilmiş diye. Kiminin bir bileği, kiminin ikisi birden kesilmiş; hırsızlıktan dolayı. Güya şeriatı uygulamışlar. Senin bunu uygulayabilmen için, o insanın elini kesebilmen için ilkin o insanı aç bırakmaman lazım. Adaletli bir gelir dağılımını yapman lazım. Hırsızlık ortamını ortadan kaldırman lazım ki, bileğini kesme hakkını devlet olarak, kamu olarak kendinde görebilesin. Zinanın ortamını ortadan kaldırmadan zina suçunun yaptırımını uygulamaya kalkışırsan ortada cezalandırmadığın çok az kişi kalır. Yani İslâm'ın hükümlerini uygulamaya hak kazanabilmen, hatta ona layık olabilmen için ilkin İslâm'ın hükümlerinin yaşandığı zemini oluşturman lazım. Yoksa zina cezası Kur'an'da veya Sünnette, daha genel anlamıyla şeriatta öngörülen ceza her ne ise, bunu gelişigüzel her yerde uygulayayım dersen hakkı teslim etmiş olmazsın. Bilakis haksızlığa yol açmış olursun. Yine aynı şekilde zânîyi İslâm'a göre cezalandırabilmen için zina fiilinin işlenip işlenmediğini İslâm'ın ölçülerine göre belirlemen lazım. Dört tane şahit olması lazım. Fiil esnasında bu dört şahidin aynı anda ve aynı şekilde görüyor olması, yani şahitlik etmiş olması gerekir olayı. Yoksa bugünkü uygulamada bütün bu şartlar ortada yokken kalkıp zinanın cezalandırılmasını istersen, kaş yapayım derken göz çıkarırsın. Şimdi buralardan hareketle günümüzün siyasal, toplumsal kurumlarına ve kavramlarına İslâm'ı adapte etmeye kalkıştığımızda bugünkü kurumları ve kavramları İslâm açısından meşru hale getirmiş oluruz. "Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler"de daha çok bunları anlatmaya çalıştık. "Müslümanca Yaşamak"ta bunun hayata nasıl geçirilebileceğini anlamaya çalıştık. "Yeniden İnanmak"ta da İslâm'ı kavrayabilmemiz için ne yapmamız lazım gerektiğini söylüyorduk.

Asr-ı Saadet Müslümanlarının yani sahabîlerin ne yaptığını örnek almamız lazım. Sahabîler ne yapıyordu? Rasulullah'tan öğrendiklerini anında hayatlarına geçiriyorlardı. Faiz yasak mı edilmiş. Tamam, onlar için bitmiştir. İsterse faizden bir servet veya on servet devşirecekleri varidat olsun. Onu kaale almıyor. Şarap yasak mı edildi? İsterse en kıymetli, yıllanmış şarapları olsun, mahzenlerden kaldırıp sokaklara dökebiliyorlardı. Namaz emri mi geldi? Tamam, bitmiştir o insanlar için. O andan itibaren bunun getirisi nedir, götürüsü nedir, bunu düşünmeksizin, madem bu böyledir anında uyguluyorlardı. Hatta buradaki hassasiyet o ölçüde idi ki, bu daha çok Hz. Ömer'in şahsında ortaya çıkıyordu, zaman zaman Rasulullah'a soruyordu: "Ya Rasulallah bu Allah'tan gelen bir emir/vahiy midir yoksa zat-ı âlinizin reyi mi bu istikamette?" Allah'tan dediği anda orada mesele bitiyordu. Şayet o benim özel görüşümdür demişse Rasulullah, o zaman Hz. Ömer veya o soru sahibi her kimse şöyle de bir şey düşünülemez mi diye kendi fikrini de söylüyordu. Rasulullah tarafından tasvip edilirse ki çoğu zaman tasvip de görüyordu, tasvip edildiği andan itibaren de o mesele orada bitmiş oluyordu. Sadece o kişi için değil bütün Müslümanlar için artık o mesele orada bitmiş oluyordu. Ve bu konuyla ilgili hükümler Müslümanlar için ebed müddet bağlayıcı kalıyordu. İslam Hukuku'nun bazı özellikleri var, İslâm'da içtihat yapmanın bazı özellikleri var. Seküler hukuk gibi değil. Seküler hukuka benzer yönleri de var ama benzemeyen yerleri de var. Bunlar nas kabul edildiği için bir daha değiştirilmesi söz konusu değil. Seküler hukuk insan zihninin üretimi olduğu için o zihin başka bir hüküm de koyabilir. Fakat naslarda böyle bir şansımız yok. Yorum getirebiliriz, başka hükümlerden yararlanmak suretiyle yeniden yorumlamaya açık yanları varsa onlara dayanmak suretiyle yeniden yorumlayabiliriz. Fakat nassın kendisi değişmez olarak kalır. Bu da seküler hukuk ile İslâm Hukuku'nun arasındaki farklardan birisi. Burada şunu da söyleyelim, madem yeri geldi. Şimdi seküler hukuk dediğimiz hukukun da aslında kökeni vahiydir. Fakat bu, tahrif edile edile aslından o kadar uzaklaştırılmış ki, vahiyle olan nispetini kaybetmişiz. Yoksa onun kökeni de vahiyden geliyordu. Zannetmeyelim ki, insanların kendi "deha"sının icat ettiği bir hukuk. Nitekim İslâm Hukukuyla yahut Musevilik ile seküler dediğimiz hukuku karşılaştırdığımızda birbirinin aynı olduğunu görüyoruz. Seküler tabiri Avrupa'ya mahsus olduğu için Avrupa hukuku anlaşılıyor. Fakat Çin hukuku olsun başka hukuklar olsun veya Afrikalı insanların hukuku olsun, oraya da baktığımızda temel kavramların birbirinin aynı olduğu veya benzeri olduğunu müşahede ediyoruz. Bundan da anlaşılıyor ki, bugün seküler veya dinî dediğimiz hukukun tamamının kaynağı ilahîdir. Yeniden inanma konusuna dönersek, yapılabilecek olan şey şudur: Kendimizi Asr-ı Saadet Müslüman'ının yerine koyarsak onların yaptığını yapabilirsek, biz de bugün imanımızı tazelemiş, yeniden inanmış hale gelmiş oluruz.

Günümüzde Müslümanların temel sorunlarından biri de hiç kuşkusuz birlik içinde olmamalarıdır. Böylesine birbirinden koparak parçalanmış olmaları, kontrol altında tutabilmek adına Batı'nın işine geliyor diyebiliriz. Müslümanların birlik içinde olabilmeleri için şu modern zamanda neler yapılmalıdır?

Aslında bu birlik olma konusu çok şaibeli bir sorundur. Parçalanmışlık diyorsun, parçalanmış olan bir şeyi mi kontrol altında tutmak kolay, yoksa bu insanlar birleşmişler, bir tek başa bağlanmışlar, o durumda mı kontrol etmek daha kolay? Bu soruda böyle bir muhatara var, bu bir. İkincisi, bir olmak, beraber olmak çok da matlup bir şey değil. Bir olacağız ama kimin şemsiyesi altında bir olacağız? İmam-ı Azam'ın şemsiyesi altında mı, yoksa imam Şafi hazretlerinin şemsiyesi altında mı, yoksa İmam Hanbelî'nin veya İmam Maliki'nin şemsiyesi altında mı birlik olacağız? Eğer böyle bir birlik matlup idiyse niye topluca İmam-ı Azam'ın -hani bilinenler bunlar olduğu için böyle diyorum, böyle yüzlerce görüş farklılıkları var- veya onlardan birinin etrafında toplanılmadı? Görüş farklılığının olması mı acaba rahmete vesile olur, yoksa hepimizin aynı çarktan çıkmış gibi rap rap askerî bir düzende yürüyor olmamız mı rahmete vesiledir? Yani bu birlik beraberlik lafı bence çok da matlup bir laf değil. Birlik beraberlik konusunda yazdığımız yazılarda hep bu yaklaşım içinde oldum ben.

Bizim bu düşüncemiz sanırım geçmişe özlem olarak yorumlanabilir.

Geçmişte de böyle bir şey olmadı, olması da gerekmez. Bunda illa olsun diye ısrar ettiğimiz takdirde parçalanma tam da orada başlar. Herkes kendi şemsiyesini tutacaktır, benim şemsiyem altında birleşelim diye. İhtilaf aslında o zaman başlayacaktır. Farklı olma İslam'dan ayrı düşme demek değildir. Hicri ikinci yüzyılda başlamış olan bu farklılaşma, aslında Rasulullah zamanında da vardı. Biz zannediyoruz ki, onun zamanında yoktu. Fakat onun zamanında onun fikri, kanaati, reyi esas olduğu için insanlar onun etrafında toplanıyordu. Fakat buna rağmen farklı reyler yok muydu, vardı. Bedir savaşının sonundaki müzakere ortamını düşünelim. Kureyş'li esirlere yapılacak muamele üzerinde Hz. Ebubekir'in farklı Hz. Ömer'in farklı ve başka farklı fikirler vardı. Netice itibariyle o farklı fikirlerin her biri saygıyla anılıyor, ama neticede Hz. Ebubekir'in fikrine rağbet ediliyor. Peygamber efendimiz ona rağbet ediyor. Esirlerin öldürülmemesine karar veriliyor. Her bir esirin okuma yazma biliyorsa on Müslüman'a okuma yazma öğretmesi şartıyla esirler serbest bırakılıyor. Ama bilahare gelen vahiy ne diyor, Hz. Ömer'in dediğine işaret ediyor. Fakat orada da ilginç bir hikmet var, bu hükümler uygulandıktan sonra geliyor vahiy. Yani eğer büsbütün uygulanma istenmeseydi bu daha öncede gelebilirdi. Yani böyle bir çağrışım da geliyor insanın aklına. Kısacası şunu söyleyelim, İslam'ın her yüzyılda bir yenilendiğini biliyoruz. Her yüzyılda bir yenilenen İslam bir önceki yüzyılın tekrarı değil. Adı üstünde yenilenme, tecdit diyoruz. Yenilenmediği takdirde ne olur? Kireçleşir, kabuklaşır, kırılır, işe yaramaz hale gelir; kullanılmaz hale, kullanışsız hale gelir. İslam'ın yenilenmesini de bu bağlamda düşünmemiz lazım. Yani herkesin aynı şartlarla yenilenmesini öngörmüyoruz. Türkiye'de ki Müslümanlar bir türlü, Suudi Arabistan'dakiler başka bir türlü, Endonezya Müslümanları bir başka türlü yenilenebilir. Bizim şartımızla onların şartı aynı olmayabilir.

Siz kendisine "Müslüman"ım dediği halde Müslümanlıkla hiçbir alakası olmayanlara İslam'ın yeniden, farklı bir üslupla anlatılmasının gerekliliğine dikkat çekiyorsunuz. İslam'ı yeniden farklı bir üslupla anlatma görevini mesela ilahiyatçı nasıl yerine getirebilir? Ya da kimler yerine getirebilir? Üslup hususunda bir öneriniz var mı?

Bunun apriori bir reçetesi yok. Yani önsel olarak şu reçete uygulandığı zaman bu işin çözümü vardır desem bu, bu anda ve burada geçerli olabilir ama bu anda bir başka yerde geçerli olmayabilir. Bu andan sonraki anlarda yine burada geçerliliğini yitirmiş olabilir. Bizim orada söylemek istediğimiz kendisine Müslüman'ım demiş olmasına rağmen, kendisini Müslüman'ım diye tanımlamasına rağmen İslam'dan uzaklaşmış, İslam'la alakası kalmamış olanlaradır. Yani sokaktaki insana sorduğumuzda elhamdülillah Müslüman'ım diyor. Fakat buna rağmen seküler bir düzenin bütün müesseselerini de benimsiyor. Gayri İslamî müesseseleri, gayri İslamî uygulamaları, teamülleri benimsiyor. Bizim hedef aldığımız insan bu insan. Onun ön yargılarını mutlaka bir yerden kırmak lazım. Fakat bunu yapayım derken adamı rencide etmek ve kendi yanlışında ısrarlı hale getirmek de söz konusu olabilir. Yani kaş yapayım derken göz çıkarmak da mümkündür. Biz o insanın önyargılarından, tabularından arınmasının zeminini hazırlamalıyız. Yoksa cepheden tartışmaya girildiğinde kişi kendi fikri sabitlerinde kemikleşip dönüşsüz bir noktaya gelebilir. Bu hassas bir konu.

Biraz konuyu değiştirelim. Maraş'ta öğrenci iken Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Akif İnan, ikiziniz Alaeddin Özdenören ile nelerle meşgul olurdunuz? "Yedi güzel adamı" günümüz gençliğine biraz anlatsanız?

Akif İnan bize daha sonra katıldı. Maraş'taki o arkadaş sohbetlerine geç katıldı. Bizim o arkadaş grubu daha çok edebiyat ekseninde bir araya gelmişlerdi. Burada sayılan isimlerin dışında başka arkadaşlarımız da vardı. O dönemde şiirle, öyküyle, genel olarak edebiyatla meşgul başka arkadaşlarımız da vardı. Genelde bizim evde toplanırdık. Gecenin bir vaktine kadar sohbetlerimiz olur, belli bir saatten sonra da dışarıya çıkardık. Erdem'in sesi gürdü ve güzel de şiir okurdu, hakkını verirdi şiir okumanın. Alaeddin'in de ezberinde çok şiir vardı, benim biraderin. Onlar şiirler okur, ben de onlara şiir keşfinde yardımcı olmaya çalışırdım. O ayın dergilerinde gördüğüm, beğendiğim şiirleri onlara gösterirdim, onlar da bize gösterirlerdi; böyle bir ortamımız vardı. Mahalli gazetelerde sanat-edebiyat sayfaları düzenliyorduk. Ben ve Ali Kutlay, Gençlik gazetesinde sanat-edebiyat sayfasını çıkartmaya başladık. İlkin biz başladık. Bilahare Cahit ile Alaeddin bir başka gazetede, Hizmet gazetesinde sanat-edebiyat sayfası çıkarttı. Erdem ise zannediyorum Sait Zarifoğlu ile buluşarak Engizek gazetesinde -Engizek: Maraş'ta bir dağın ismi- edebiyat sayfası hazırladılar. Daha sonra veya o arada lisenin yayın organı olan Hamle dergisini birkaç sayı çıkarttık. Böyle bir ortamımız vardı. Aslında Maraş entelektüel hayat bakımından çorak bir yerdi. Dergi gelmezdi, günlük gazeteler de birkaç gün sonra gelirdi. Bayi koltuğunun altına sıkıştırdığı gazeteleri, gazetelerin isimlerini, manşetini bağırarak sokak aralarından geçer, o şekilde gazetelerini satardı. Bu gazeteler de birkaç günlük gecikmeyle gelirdi. Biz edebiyat dergilerine aboneydik. Ben, Ankara'da, İstanbul'da çıkan bütün dergilere aboneydim. Fikrini beğeneyim beğenmemeyim, abone olmadığım takdirde Maraş'ta bulma imkânımız yok. Kitapçının kapısının önünde dergiyi alıp şöyle bir karıştırma imkânımız olmadığı için, muhabbet etmediğim dergilere bile abone olmuştum. Dergileri böyle takip ederdik. Bugün bile özlemle anılabilecek bir dönemdi o 1955-1958 yılları arasındaki birkaç yıllık süreç.

Mesela bu okuduğunuz dergilerde, o zamanlar sizin düşünce dünyanızı etkileyen yazarlardan kimler vardı?

Etkileyen deyince bunun illa müspet etkilemesi şart değil. Biz Varlık dergisini etkilenerek okurduk. Ayrıca heyecanla da beklerdik; çünkü Varlık dergisine kendi öykülerimizi gönderiyorduk. Acaba yayınlanacak mı yayınlanmayacak mı diye beklerdik. Ben dergiye gönderdiğim yazılarda adres vermezdim.. Şunun için adres vermiyordum, lise birinci veya ikinci sınıftayken o sınıfta okuyan bir öğrenci ne yazabilir diye küçümserler, belki de yazımızı okumadan çöpe atarlar diye okulun adresini vermezdim. Evin adresi de muhatabın garibine gider diye onu da yazmıyordum. Dolayısıyla onlara bir yazışma ortamı sağlamamış oluyorduk. Yazımız yayınlanmadığı zaman bir sonraki dergiyi beklemenin heyecanı başlardı. O dergideki yazarların hemen tamamından etkilenmişimdir. Etkilenmeyi taklit manasında almamak lazım; etkilenme ayrı bir şey, taklit ayrı bir şey. Benimseme de söz konusu değil, ama etkilendik. Mesela Yaşar Nabi'nin -Varlık dergisinin sahibi ve başyazarı o dönemde- ilk sayfada onun yazıları yayınlanırdı. Bazı yazılarını benimseyerek okurdum, bazı yazılarını da benimsemeden okurdum. Yaşar Nabi'nin bir kitabı elime geçti o kitapçıda. Onun Nereye Gidiyoruz diye bir kitabı... Heyecanla aldım, okumaya başladım. Fakat bir yazı sukutu hayale uğrattı beni. Peygamber efendimizden baldırı çıplak çöl bedevisi diye bahsediyordu. O cümle benim hayatımın dönüm noktalarından biri oldu diyebilirim. Etkilendiğimiz yazarlardan bahsediyoruz, soru o. Dedim ki, bizim salâvatsız ne evimizde ne etrafımızda anılmayan böyle bir Nebiye, bir Rasul'e bu nasıl bir dil uzatmadır. Bu cümleden sonrasını okuyamadım. Kitabı kapattım. Bu nasıl olur, bu dergi bu saatten sonra çıkmaz diye düşündüm. Her ne kadar bu kitabın baskısı 1948 yılı olsa da ve 1956'da aradan sekiz sene geçtikten sonra bu kitabı okumuş olsam da, bu dergi herhalde bu saatten sonra çıkmaz diyordum. Ben o cümleyi öğrendikten sonra o derginin çıkmaması gerekiyordu. Fakat dergi on beş gün sonra tekrar çıktı ve biz de aboneyiz. Elimize geçti dergi. O zaman farklı bir düşünce geldi hatırıma. Demek böyle şeyler de söylenebiliyor ve bir şey lazım gelmiyor, dedik. Burada şeytanî bir iğva söz konusu. Bunları danışabileceğim kimse yok etrafımda. Kendi kendime düşünüyorum. Ve kimseye de bahsetmiyorum kafamın içinde olup bitenlerden. O arada, bir 29 Ekim tarihinde her zaman olduğu gibi Onuncu Yıl Marşı söyleniyor: "Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan"... Dedik ki demir ağlar nerden ana yurdu dört baştan örmüş? Benim bir İstanbul seyahatim vardı altı yaşında. 1946 yılında amcamızın -bizim baba tarafı İstanbullu- öldüğü haberi geldi telgrafla. Onun cenazesine gidiyoruz. Tren yoluyla, posta treniyle üç gün üç gece yolculuktan sonra İstanbul'a ulaştık. O aklıma geldi, ana yurdu dört baştan demir ağlarla böyle mi örmüşüz? Haritaya baktığında bir Ankara-Sivas demiryolu var, Ankara-İstanbul demir yolu var; öbür yollar zaten daha önceden yapılmış. Ağ mağ diye bir şey yok. Burada bir sahtecilik söz konusu. Bunları paylaşabileceğim kimse yoktu. Olsa olsa gene yakın arkadaşlarımızla konuşabilirdik. Erdem Beyazıt'a, Erdem ne diyorsun bu ana yurdu demir ağlarla dört baştan ördük, söylemine dedim. Erdem dedi ki: o günün şartları öyleydi, hatta o günleri yüceltmek için şöyle de bir cümle kullandı 'o raylar insan kemiklerinin üzerine döşenmiştir'. O tarihteki yol vergisini kast ediyor. Böyle bir vergi konulmuş, vergiyi verebilenler veriyor, veremeyenler bedenen çalıştırılıyor, angarya yükleniyordu insanlara. Kast ettiği de buydu 'yollar insan kemikleri üzerine döşenmiş' derken, onu yüceltiyordu kafasında. Beyazıt ailesinden Erdem, her ne kadar bir imalat hatası olarak o ailenin içinden çıkmış ise de, o tarihte ailenin etkisi altındaydı. CHP'yi tutan, devletin yanında duran bir aile Beyazıt ailesi; daha doğrusu o tarihte öyleydi. Onu yüceltti velhâsıl, o da benim kafama yatmadı. Fakat fazla münakaşa, müzakerede etmedik. Benim okumalarım farklılaştı o tarihten sonra. İslam'ı henüz bilmiyoruz, kendimizi Müslüman olarak tanımlıyoruz ama bunun bilincinde değiliz. İslam kendi başına bir önder olarak görünmüyor gözümüze, herkes zaten Müslüman diye düşünüyoruz. Farklı okumalara açılmak istedim. Peyami Safa'yı okudum, tatmin etmedi, Mümtaz Turhan'ı okudum tatmin etmedi: Mehmet Kaplan'ı okuduk, kitabı yoktu, yazıları yayınlanıyordu İstanbul dergisinde. O da tatmin etmiyordu, kafamdaki soruların cevabını bulamıyordum. Kemal Tahir'in romanlarını okudum, o dönemde cıkmış olarını Sağır Dere, Köyün Kamburu gibi kitapları vardı. Oralardan da fazla bir feyiz alamadım. Velhâsıl okumalarım devam ediyor ama bir çıkış yolu bulamıyorum. Bizim evdeki dergileri görüp işte bunları komünistler, masonlar çıkartıyor diyen bir ağabeyimiz vardı, o da Beyazıt ailesinden -Allah rahmet etsin- Mehmet Beyazıt. Ondan sordum. O da doğru dürüst bir şey söylemedi, söyleyemedi. Bana bazı dergiler gösterdi, o dergilerde de entelektüel bir çizgi göremedim. Velhasıl oradan da bir ipucu bulamadık. Arayışımız öyle devam etti.

Peki, efendim Erdem Beyazıt bir söyleşisinde Müslümanca bakan şair ve yazarların çıkmasının Sezai Karakoç'la başladığını okumuştuk. Siz de Sezai Karakoç'la başlayan bir zincirin halkasını oluşturuyorsunuz. Bir düşünür, şair, yazar olarak Sezai Karakoç sizi nasıl etkiledi?

Biz Sezai Karakoç'la tanıştığımızda bu şimdi bahsettiğim arayışın içindeydik, o arayışımız henüz neticelenmemişti. İlk tanıştığımız gün sohbetin sonunda, keşke bir dergimiz olsaydı da bunları yazsaydık dergimizde dedi. Bize Maraş'tayken abone olduğumuz dergilerden biri olan Türk Sanatı dergisi geliyordu, kapanmıştı. Derginin sahibi, yönetmeni, editörü, her neyse Abidin Mümtaz Kısakürek; en yetkili, en üstteki şahıs oydu. Onunla bir ortamda karşılaştığımızda derginin niçin kapandığını sormuştuk. Çıkartan, uğraşan yok; siz çıkartırsanız size verelim, siz çıkartın, demişti. O olayın üzerinden bir yıla yakın bir zaman geçmişti. Sezai Bey'e onu hatırlattım, Türk sanatı dergisinin çıkartılmasını bize teklif ettiklerini söyledim. İstersek o dergiyi çıkartabileceğimizi söylediğimde, Sezai bey: "Ama biz Müslümanız" cevabını verdi. İşte bu cümle bizim yıllar boyu arayışımızın anahtarını verdi. Hayatımın dönüm noktalarından bir başkasının başlangıcı bu cümle oldu. Kafamdaki bütün o dağınık fikirler birden yerli yerine oturdu. Hani bir filmi tersinden seyrettiğin zaman o dağınık olan bir sürü tablolar birdenbire yap-boz bulmacalarda olduğu gibi kendiliğinden yerini bulur, aynen öyle oldu, tablo kafamda tamamlandı. Bu söz, aradığım manayı derinden idrak etmemin yolunu açtı. O konu üzerinde bir daha bir şey sormadım ben Sezai Bey'e. "Ama biz Müslüman'ız" cümlesi, zihnimin dağınıklığını bir anda giderdi. Daha önemlisi, artık, Sezai Bey'in nasıl yazı yazdığını anlamıştım. Bizim için bir filozoftan bahsetmek, o tarih itibariyle konuşursak, onların fikirleri öğrenmekten, yeri geldiğinde de onların cümlelerinden iktibaslar yapmaktan ibaretti. Kısacası onlar fikirlerinden istifade edebileceğimiz kişiler olarak duruyordu önümüzde. Fakat Sezai Karakoç onları yorumluyordu, yorumlarken de kendisinin bir arkadaşı, yakını gibi, onların zamirine vâkıf bir edayla yorumluyordu. Mesela Camus'den bahsederken, Camus şunları söylüyor ama o cümlesinin altında şu var veya şunu kastediyor, diyordu. Bu benim için yeni bir yaklaşım tarzıydı. Mesela Albert Camus'nün ölüm haberini: "Hayatı boyunca İslam'ı aramış bir filozof" diye veriyordu. Hâlbuki biz zahirine baktığımızda Camus'nün İslam'la uzaktan yakından bir alakası yok, İslam'ı aradığına dair bir işaret de yok diye görürdük. Fakat onun arayışının anlamını Sezai Karakoç öyle yorumluyordu. Hayatı boyunca İslam'ı aramış ama bulamamış biri... Oradaki o derin anlamı kavramak lazım. Ben onun imgelerini çok iyi anlayabiliyordum. Yani hiçbir zaman şöyle bir soru aklıma gelmedi: Ağabey, adamın hiç bir yazısında ne İslam lafı var ne İslam'ı aradığına dair bir işaret var, ne de İslam hakkında bir bilgisi var. İslam'ı hatta Camus'nün kendisine sorsan, Yaşar Nabi gibi çöl bedevilerinin itikat ettiği bir din biçiminde de görüyor olabilir. Ama Sezai Bey'in kastı o değil, çok derinden kavradığı bir kastı var onun. Bu ifadeler benim nasıl düşünebileceğimin yollarını açıyordu. Fakat bendeki etkisi, benim yazı hayatımdaki asıl etkisi şu oldu, fikrin üstadı halen yaşadığına göre, bundan sonra bize yazı yazmak, elimize kalem almak caiz değildir, sonucuna vardım. Ve yıllar yılı yazı yazmadım. Nasıl olsa o yazıyordu, bense onun her yazdığını emerek, içerek okuyordum, onu derinden idrak ediyordum, sohbetlerinden de istifade ediyordum. Yıllar sonra, 1965 yılında benden bir dergi için yazı istedi, kendisi bir şiir vermiş o dergiye, Soyut dergisine. Dedim ki ağabey ben yazı yazmıyorum, hikâye yazmıyorum. Niye yazmıyorsun, dedi. Sizin yazdığınız yerde, zamanda, dönemde bize yazı yazmanın caiz olmadığını düşündüm ve yazmamaya karar verdim, yazmıyorum, dedim. Sezai ağabey uzun uzun sesini çıkartmadı, düşündü, sonra dedi ki: "Desene biz sana bilmeden kötülük etmişiz; sen hikâye yaz ve verelim" dedi. Onun talebi benim için buyruk sayıldı ve sırf o talep etti diye -yoksa öyle yazı mazı aklımdan geçirdiğim yoktu- yazdık ve verdik. Ondan sonra aynı dergiye başka öyküler istediler, istendikçe yazdık. Böylece yeniden başladık yazmaya. İşte Sezai Bey'in etkisi buydu benim üzerimde.

Sezai Karakoç'un diriliş nesli özlemi hakkında neler düşünüyorsunuz? Yani günümüzde Arap baharı ve Müslümanların son zamanlardaki hareketliliklerini bu özlemle bağdaştırabilir miyiz?

Sezai Bey diriliş nesli derken yeni bir Müslüman neslini kast ediyor. O nesil tabiî bir defada çıkacak bir fenomen değil, burada bir sürece atıfta bulunuluyor. Bahsi geçen Arap baharının ne olduğunu henüz açık seçik bilmiyoruz. Bir güdümleme midir? Öyle diyenler var, yoksa kendi iç dinamikleriyle oluşmuş bir hareket midir? Bu da mümkün, diğeri de mümkün. Müştereken de imkân dâhilinde bunlar. Hem dış müdahale söz konusu olabilir, hem iç dinamiklerin kendi başına hareketi söz konusu olabilir. Bekleyip göreceğiz. Ama biz istiyoruz ki, bu hareket kendi iç dinamikleriyle oluşmuş olsun. Ancak şunu göz ardı etmemiz mümkün değil, bugün artık dünya sistemi enteraktif biçimde işliyor. Yani hiç kimse komşusundan müstağni değil, hiç kimse komşusundan bağımsız bir harekette bulunamaz. İnternet dediğimiz olay burada da geçerli. İnternet yani ağlar arası ilişki burada da söz konusu. Yunanistan'a el attığın zaman onun sesi Brezilya'da çıkabilir, Brezilya'ya el attığın zaman bunun sesi Katanga'da duyulabilir, Katanga'ya el attığın zaman bunun sesini Sibirya'nın en ücra bir köşesinde duyabilirsin. Yani ağ ilişkileri bugün her zamankinden daha fazla yürürlükte. Dolayısıyla bu gibi hareketlerde Arap baharı denilsin, Türkiye'deki kabuk değiştirme olayı olsun, mutlaka kendi iç dinamiklerinin etkisi olduğu kadar, dış etkiler de söz konusudur. Öyle saf bir hareket artık beklenemez. Hiç bir zaman olmadı, olması söz konusu da değil. Asrı Saadette de böyleydi. Peygamber Efendimiz Mekke'de tebliğini yaparken Medine den birtakım insanlar geldiler, seni biz misafir edelim dediler. O da oraya gitti, tebliğini orda yapmaya başladı. Bu da, o günün şartlarında ve ölçülerinde enteraktif bir hareketin sonucunu gösterir. Dolayısıyla öyle saf bir hareket beklediğimiz takdirde yanıltıcı olur. Bu hareketlerin veya bu olayların saf olmadığını teşhis ettiğimizde de ondan soğumamız gerekmez. Kendi sorumluluğumuzu yerine getirme borcunda olduğumuzu hatırlatmalı bu bize.

Bir duyarlığın inşasında, Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat ve Mavera dergilerini nasıl değerlendirirsiniz? Bu bağlamda dergi çevrelerinde geçen zamanlarınızdan ve hatıralarınızdan bahsetmek ister misiniz?

Bu bahsi geçen dergileri herkes belli bir süreç olarak değerlendiriyor. Biz de belki bunun bir halkasıyız, yalnız bu halkayı şöyle düşünmemek lazım: Büyük Doğu ne söylemişse Diriliş onu tekrarlamış, Diriliş ne söylemişse Edebiyat dergisi onu tekrarlamış, Edebiyat ne söylemişse Mavera da onu söylemiş biçiminde bir anlayış ve algılayış söz konusu değil. Mavera dergisine gelinceye kadarki dergiler belirli kişilerin, sırayla sayarsak Necip Fazıl'ın, Sezai Karakoç'un, Nuri Pakdil'in inisiyatifinde çıktılar. Bunların yazısı ve parası olduğu sürece bu dergiler çıkıyor, yazısı ve parası olmayınca da dergiler tatile giriyordu. O dergilerin üzerlerinde her ne kadar haftalık, aylık periyotlar yazılmış olsa bile nadiren düzenli çıktılar. Gene en düzenli çıkan belki Büyük Doğu'ydu. Haftada bir diyor ise, diyelim ki işte Cuma, o gün çıkardı dergi. Ama hoşafın yağı kesildiğinde birdenbire bakardık ki dergi kapanmış. Üstat bunu bildiği için prensip olarak ilan almaz, abone kabul etmezdi. Abone yaptığı zaman borçlanacaktı aboneye. Ya dergi kapanırsa? Onun için abone yapmazdı, piyasa satışına önem verirdi. Diriliş dergisi sloganlarını değiştirdi. Büyük Doğu sloganına karşı o Diriliş sloganını benimsedi, medeniyet anlayışını öne çıkarttı. Biz, Edebiyat dergisinin kurucuları arasındaydık. Nuri Pakdil, Erdem Beyazıt, Akif İnan, ben beraberce dergiyi çıkartmaya başladık. Nuri ağabey bizlerden büyük olduğu için biz yardımcı konumda durmayı tercih ettik. Edebiyat dergisi de kendisine edebiyatı, kelamı, yerli düşünceyi şiar edinmişti. Biz Mavera dergisini çıkarmaya başladığımızda dergi yönetiminde solo dizgesinin yanlış olduğunu gördük. Çıkartacağımız derginin solo değil, koro dergisi olmasını hedefledik. Ne ölçüde başarı sağladık, onun takdirini ben yapmamalıyım. Mavera dergisi bütün bu tecrübelerden sonra derginin muntazam çıkmasını, her ayın birinde çıkacaksa mutlaka birinde piyasaya ulaşmasını, abonelerin eline ayın birinde mutlaka geçmesini hedefledi. Bunu başardık. Bir başka ilkemiz dergi bir tek kişinin inisiyatifinde bulunmasın dedik. Gerçi fiiliyatta dön dolaş iki kişinin üzerinde kaldı, Cahit'le benim üzerimde kaldı, ama biz bunu hiçbir zaman kurumsallaştırmadık. Dergi birkaç sayı çıktıktan sonra aramızda iş bölümü gerçekleşti. İkimizin de aynı işlerle meşgul olduğumuzu fark edince, Cahit'e sen derginin abone işleriyle, matbaa işleriyle meşgul ol; editörlük ve tashih işleriyle de ben meşgul olayım dedim. Bu şekilde bir iş bölümü yaptık. Ayrıca derginin yönetimi için etraftan hep birilerini aradık. Kimler var mesela, bazı isimler hatırlıyorum: İsmail Kıllıoğlu, rahmetli Ramazan Dikmen, Ahmet Şirin, İstanbul'da İhsan Işık, Ankara'da başka arkadaşlar. Derginin jeneriğinde görülebilir bazılarının adı. Bu arkadaşlara şunu söylüyorduk: "Yazı İşleri Müdürü adı altında Dergiyi sen çıkartacaksın, bizlerden de yazı isteyeceksin." Fakat bunu başaramadık. Umduğumuz şey gerçekleşmedi. Ama biz sürekli böyle olsun diye uğraştık. Dergi 1976 Aralığından 1984'e kadar Ankara'da çıktı. Cahit İstanbul'a gidince, Erdem gerek derginin muhasebe işlerinin yürütülmesinde gerekse Akabe yayınlarının yönetiminde zorlanmaya baladı. Sağlığı tehlikeye girdi. Bunun üzerine dergiyi İstanbul'a naklettik. Fakat İstanbul'da dergi istediğimiz gibi olmadı. Bizim inisiyatifimizden de çıkmıştı. Mavera'nın İstanbul'daki yayınıyla Ankara'daki yayınlarına bakıldığında bariz farklar görülür. Biz bir süre Ankara'dan katkı sağlamaya çalıştık, ama eski tadı kalmamıştı derginin. Üç-beş sene sonra da zaten kapandı, fonksiyonunu bitirmiş oldu. Derginin asıl fonksiyonu 1976-1984 yılları arasındaki Ankara dönemindedir. Şunu hep düşündük: Diğer dergilere baktığımızda -bunlar bizim gençlik zamanımızda takip ettiğimiz dergiler- o dergiler birer şairler mezarlığı haline gelmişti. Bir adamın bir yazısını görüyorsun, bir şiirini, bir öyküsünü görüyorsun; ama arkası yok. Biz böyle yapmayalım dedik. Yazısını, şiirini, öyküsünü yayınlayacağımız kimsenin elimizde en azından beş-on tane birikimi olsun. Yazmaya devam edeceği kanaatini vermiş olsun ki, biz onun yazısını yayınlayalım. Bu ilkemiz sayesinde Mavera dergisinden epeyce bir yazar, şair yetişmiş oldu. Bu arkadaşların önemli bir kısmı devam ediyor yazmaya. Artı, şunu da yaptık: diğer dergiler, kuralca, bizim dergimizden başka bu camiada başka dergi çıkmasın söylemini öne aldılar. Bizse tam tersine başka dergilere de ihtiyaç olduğu görüşündeydik. Bu itibarla her ne zaman yeni bir dergi çıkartılması konusunda bize müracaat olmuşsa onlara destek verdik. Şu anda etrafında toplandığımız bu masada ben en azından üç-beş derginin başından sonuna müzakeresinin yapıldığını, onlara rehberlik ettiğimizi, maddî-manevî katkılarda bulunduğumuzu hatırlarım. Bir kısmı çıkmadan kapandı, bir kısmı uzun bir süre çıktı. Ama biz o dergilere hep sahip çıktık, hep kendi dergilerimiz gözüyle baktık. Aralarında bize muhalefet edenler de içinde olmak üzere...

Son olarak ilahiyat fakültesi öğrencilerine neler tavsiye edersiniz?

Tavsiye babında benim söyleyebileceğim fazla bir şey yok. Belki sohbetimizin başında değindiğimiz bir hususu tekrarlayabiliriz. İş olarak ele aldığımız öğrencilik midir, yazarlık mıdır, memuriyet midir, esnaflık mıdır, o işimiz her ne ise onun hakkını vermeye gayret etmeliyiz. O işi de bir başka şeye tahvil etmemeye gayret etmeliyiz. Esnafsak esnaflığın hakkını vermeliyiz ve esnaflığı siyasetin aleti haline getirmemeliyiz. Şairsek şairliğimizin hakkını vermeye, ilahiyat öğrencisi isek bir ilahiyat öğrencisinden beklenen şey her ne ise onun hakkını vermeye gayret etmeliyiz.

Teşekkür ediyoruz bu güzel sohbetiniz için.

Ben teşekkür ediyorum.

Not: Bu söyleşi Yürüyüş dergisinin Ocak 2012 tarihli, 27. sayısında yayınlanmıştır.

Şair şiirinin hakkını vermek zorunda, öykü yazarı öyküsünün hakkını vermek zorunda, her ne yazıyorsa onun hakkını vermek de yazarın sorumluluğu altına girer. Bu cümleyi sadece onun muhteviyatı ve insanları yanlış yerlere sevk etmemesi bağlamında değil, yaptığı işin hakkı neyse o işin hakkını vermesi bağlamında da algılamamız mümkündür.  
YAZININ GÖRSELLERİ:
Tekrar YayınTümü »

» Simetrim Kalkıyor Breh / Vural Kaya
» Edebiyat Ödüllerinin Günahı ve Sevabı / Refik Durbaş
» Yüzdeki Tırnak İzleri ve Pamuk Terörü / Kaan Arslanoğlu
» Sözleşme-II / Seyhan Arslan
» Meczubun Kefaret Bandoları / Vural Kaya
YarışmalarTümü »

» Öğretmenler Duysun Öğrenciler Katılsın
» Alvarlı Efe'de İlâhi Aşk Konulu Yarışma
» Ceyhun Atuf Kansu Ödülü Başvuruları Başladı
» Cemal Süreya Ödülü'ne Başvurular Devam Ediyor
» Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülleri
Edebiyat MasasıTümü »
» Geçen Ay Edebiyat: Kasım-Aralık 2009 / Elif Hafsa Katırcı
» Geçen Ay Edebiyat: Mart-Nisan 2009 / Elif Hafsa Katırcı
» Geçen Ay Edebiyat: Ocak-Şubat 2009 / Elif Hafsa Katırcı
» Geçen Ay Edebiyat: Aralık 2008 / Elif Hafsa Katırcı
» Geçen Ay Edebiyat: Ekim-Kasım 2008 / Elif Hafsa Katırcı

Yorum yazabilmeniz için üye olmanız gerekiyor. Üye olmak için tıklayın.

(Üye iseniz sayfanın en üstünde sağ tarafta yer alan kısımdan giriş yapmalısınız.)


Henüz yorum yapılmamış.

Üye Girişi
Kullanıcı adı
Şifre
Beni hatırla
Şifremi unuttum!
Ücretsiz Üye Olun!
Son 10 Yorum
toplantı (10.12.2013 - 17:25)
tek söğüt (26.02.2013 - 01:08)
yok var, var var (26.02.2013 - 01:06)
Hoş bir yazı (17.08.2012 - 00:19)
beklerken (27.05.2012 - 21:07)
bir yorum (21.12.2011 - 20:20)
bir yorum (21.12.2011 - 20:13)
işte tam da böyle (18.11.2011 - 20:37)
Gitmek (18.11.2011 - 19:53)
ELİF LAM RA (28.10.2011 - 00:02)
Yorum için üye olun!