En yakınımdaki insanların bile "Ne mutlu size, Hocam; yaz tatili kış tatili derken, emekli olup gidiyorsunuz (!)" sözlerine muhatap olurum zaman zaman. Mesleğimin gerektirdiği olgunlukla, öfkemi dilimin ucuna hapsederek; işimi ve işlevimi küçümseyen bu ironiye, bıyık altı tebessümlerle karşılık veririm ben de, tartışmak istemediğimden. Dışarıdan bakanların boş zaman zenginliği olarak gördüğü öğretmenlik, icrası sınıfla sınırlı bir meslek mi gerçekten? Eğitim ve öğretim, buna gereksinim duyan bireylerin ruhsal, zihinsel ve bedensel gelişimine yönelik faaliyetleri kapsayan bir süreçse eğer, bu süreç, iki temel unsurundan biri olan öğretmenin yeterli donanıma sahip olmasını gerektirir. Öğretmen, mesleği ve işlevi ile ilgili donanımı, sadece öğrenciliği döneminde kazanmaz. Mesleğe dahil olduktan sonra da bilgilenme etkinliğinin aktif bir öznesi olmayı sürdürür. Çünkü, öğretmenliğin durağanlığa tahammülü yoktur. Durağanlık ise okuyarak aşılabilir. Sağlıklı ve verimli bir okuma, zaman ve zemin arasındaki uygunluğun oluşturulmasına bağlıdır. Okullarımızın fiziki bakımdan buna müsait olmadığı hepimizce malumdur. Bundan dolayı, öğretmen, zemin ve zaman uygunluğunu, ancak okul dışında ve bilhassa evinde sağlayabilmektedir. Her öğretmen, bilginin kendisi için temel besin maddesi olduğunu; çocuğu bilgi ile yonttuğunu, ona bilgi ile anlam kattığını bilir. Bu bağlamda, öğretmenliğin, bir sanat etkinliği niteliği taşıdığının farkındadır aynı zamanda. Eğitim ve öğretim etkinliğinin biricik nesnesi insandır. Kanı ile canı ile insan. Edilgen değildir yani. Etkinliğin içinde bizzat yer alır; duygu ve davranışları ile müdahalelerde bulunarak, varlığını hissettirir öznesine. Taş ya da metal gibi iradesiz değildir. Kayıtsız şartsız teslim etmez kendini sürece. Aldığı kadar verir de. Öznesini yorar. Kalabalık sınıflardan yükselen anlık ve düzensiz uğultu sağanaklarına maruz kalmamış hiç kimse, öğretmenin zihnine yönelik böylesi naif saldırıların, zihinde yarattığı etkiyi bilemez. Bu etki, kaypak bir yorgunluk biçiminde tezahür eder, beyinde. Bir tarım veya inşaat işçisinin kaba yorgunluğuna benzemez. Şöyle bir uzanmakla ya da azıcık uyumakla geçiştirilemez. Bir yılan gibi gezinir organlar arasında, kımıl kımıl. Bir kaşıntı gibi kemirir içini bedenin. Bir yara kalıntısı gibi kabuk kaldırır. Uykusuna saldırır insanın, uyanıklığına. Boşluğa daldırır gözlerini. Yıldırır ufka bakmaktan. Bir ateş daha yakmaktan çocukların kalbinde, diğeri sönmeden.
En yakınımdaki insanların bile "Ne mutlu size, Hocam; yaz tatili kış tatili derken, emekli olup gidiyorsunuz (!)" sözlerine muhatap olurum zaman zaman.