Pırıl pırıl bir sabah... Gökyüzü berrak... Bahar tatlı tatlı soluklanıyor... Meydan eskinin izlerini üzerinde taşıyarak ve modern rolünü üstlenmiş bir şekilde uyanıyor. Dükkanlar kepenklerini açıyor. Vitrinlerinde süt ürünleri ve ekmekler ışıldıyor. Kahvehaneler işi gücü olan ve boş gezen insanları karşılıyor. Bense elimde yeşil çayım oturmuş; sapasağlam olmanın, ümitlerin ve gençlik hülyalarının tadını çıkara çıkara, kah zihnimdeki planların kah hatıraların arasında gidip geliyorum. Ancak ortamda bu berraklığı bulandıran şeyler de yok değil. İşte şu, gözleri uykusuzluktan ve ağlamaktan solmuş, sağlık ocağının nerede olduğunu soran adam... Ve şuradaki, Mısır hapishanesine giden en kısa yolu sorup duran ve her gün başına gelenlerle biraz daha eriyip tükenen ihtiyar kadın... Bütün bunların yanında radyodan, dinleyenlerin sabahını neşelendiren Ümmü Gülsüm'ün sesi geliyor. Sıkıntıların gelip geçici olduğundan ve güzelliğin, zamanın isteklerine boyun eğmeyerek, öyle veya böyle kendini göstereceğinden emin bir şekilde, muhabbetten haz duyarak çayımı yudumluyorum, içim içime sığmıyor adeta...
II.
Vakit öğlen oldu ve kebap geldi. Garson sürahiyi ve bardakları masaya koyup öğle yemeği için sofrayı hazırlamaya koyuldu. Bu esnada arkadaşım:
- Bugün şaşılası bir kalabalık var, dedi. Ben ona aldırmadan:
- Bu meydan hep insanlarla dolu olur, dedim.
- Fakat bugünkü kalabalık her zamankinden daha fazla.
Aramızdaki kadim dostluğun verdiği cesaretle garson söze karışıp şöyle dedi:
- İnsanlar değişiyor. Artık eskisi gibi değiller...
Arkadaşım:
- Değişmeyen bir tek Allah!, dedi.
Garson:
- Onlardan birine gidip kendisini neyin değiştirdiğini sorarsan, hemen itiraz eder ve başkalarını suçlamaya koyulur. İnan bana, dünya allak bullak olmuş...
Yemeğimizi yemeye başladık. Ben duyduklarımı düşünüyordum. Derken sakin bir sesle şöyle dedim:
- İnsanlar her yerde ve her zaman böyledir.
III.
Öğleyle ikindi arası... Biz muhabbeti bırakmış, dalgın gözlerle olup biteni izliyorduk. Arkadaşım kendi kendine mırıldanır gibi:
- Her gün böyle kalabalık mı olur?, diye sordu.
- Hayır, diye itiraf ettim. "Panayırlarda bile böyle olmaz."
Kalabalık hayret verici bir şekilde artıyor. Meydan tamamen erkeklerin, kadınların ve çocukların ayakları altında gizlenmiş... Dükkanlar müşterilerle tıklım tıklım... Gürültü, radyonun sesiyle yarışa girişmiş gibi rahatsız edici bir şekilde artıyor. Yani insanlar, stok yaparcasına veya bir yerlere göç ediyormuş gibi satıcıların başına üşüşmüş... Gürültüyle birbirini tokatlayan dalgalarla bir sel adeta... Her şey, şüphe uyandıran bir şekilde çabucak ve karmakarışık hallediliveriyor. Dilencilerin yalvarmaları bu karmaşayla havada kaybolmuş. Bitmek tükenmek bilmeyen koşuşturmayla alış-veriş furyası patlak vermişti.
Arkadaşım:
- Ey lütufları gizli olan Allahım! Korktuklarımızdan sen bizi koru!, diye kekeledi.
Bizse onun bu sözünü, anlamsızca güldük.
IV.
Vakit akşamla yatsı arası... İnsanlar alelacele birbirinden ayrılıp gözden kaybolmaya başlamışlardı. Bu karmaşa içinde sinirler gerilmiş, kimileri laf dalaşına, kimileri de itişip kakışmaya başlamıştı. Sonra dalgalar bitip yok oluverdi. Şiddetli bir medden sonra daha da şiddetli bir cezir olmuş, sesler kesilivermişti. Anca gecenin sonlarına doğru boş kalan meydan, birden bire boşalıvermişti. Kalkıp trafik polisine sormayı aklımdan geçirdim. Fakat onu, sinirleri gerilmiş ve bulanık bir çehreyle görünce daha güvenli olanı tercih ettim. Dükkanlar kepenklerini indiriyor, evlerin kapıları kapanıyor... Karanlık basıyor ve sessizlik hakim... Kahvehanedeki gözcüler ise olan bitene şaşkın şaşkın bakıyorlar.
- Dünyanın başına gelen ne böyle!
- İşte gazeteler... Hiçbir şey yazmıyor...
- Fakat kesin ters giden bir şeyler var.
- Biz de gitmeliyiz. Şu dakikadan sonra bizi tutan ne burada!
- Haber bültenini bekleyelim.
- Bir arada olmamız, olmamamızdan daha iyi.
- Ya evler!... Evlerde kim var?
Bir adam:
- Kalbim diyor ki... diyerek yerinden kalktı ve sözünü tamamlamadan elini sır dolu bir şekilde salladı. Sonra çekip gitti. Onun gidişi kararsızlara cesaret vermişti. Birini bir diğeri takip etti. Ben de arkadaşımla beraber çıktım ve beraberce yürümeye başladık. Sonuçta biz de endişeliydik. Arkadaşım:
- Başım dönüyor. Allah aşkına! Neler olduğunu söyle!, dedi.
Sabrım tükenmiş bir şekilde şöyle dedim:
- Ne olduysa oldu. Fakat bundan sonra olacaklara ne demeli!...
______________________________
Kaynak:
Kitap Adı: الفجر الكاذب
Yazar: نجيب محفوظ
دار مصر للطباعة
رقم الإيداع: 8119/1989
الترقيم الدولي: 0-0559-11-977
الميدان والمقهى hikayesi: s. 169-173
Pırıl pırıl bir sabah... Gökyüzü berrak... Bahar tatlı tatlı soluklanıyor... Meydan eskinin izlerini üzerinde taşıyarak ve modern rolünü üstlenmiş bir şekilde uyanıyor.