« Anasayfa | Künye | Arşiv 16 Ekim 2024, Çarşamba
Gündem: Kültür-
Sanat
Gündem: Hayat
40i Gündem Nöbetçi Köşe
40PENCERE
Edeb Yahu
Nedret Kudret
Erdem Bayazıt Ey!

Gölgelik
Köksal Alver
Tek Söğüt

Dil Ağacı
İbrahim Demirci
Kafı Yutanlar

Kelimeler ve Şeyler
Abdullah Harmancı
Seni Ne İhtiyarlattı?

Mızrak ve İlmihal
Ahmet Murat
İmamın Hatırlanışı

Saksağan
Osman Özbahçe
Dünya Aklıma Yatmıyor

Şiir Çıkmazı
Mehmet Solak
Kimi, Nereye Götürür Şiir?

[ Edebiyat -> e-sohbet ]

"Bu Ülke Yalana Sarıldığı İçin Şu Anda Kan Dökülmüyor"

01.04.2000 - 16:00

Alev Alatlı'nın yeni kitabı Schrödinger'in Kedisi 2020'li yıllara uzanıyor. Ancak bu roman bir bilimkurgu değil. Hemen hepimizin üzerine yorum yaptığı Yeni Dünya Düzeninin ve Türkiye'nin geleceğinin beş bilim (Felsefe, nöroloji, psikiyatri, psikoloji, felsefe, ekonomi ve fizik. Özellikle de kuantum fiziği) ekseni etrafında kaleme alındığı bir roman bu. Yeni Dünya Düzeni tıpkı tarikatlar gibi örgütlenmiş ve tarikatı oluşturan vasıllar, salikler, müridler ve talipler "Son Hakikat" görüşlerini gezegenin tümüne tebliğ etmekle yükümlüdürler ve dünya halkları da ya "Tekleşmiş Varoluş"ta eriyeceklerdir ya da genleri yok edilerek tamamen yok edilecek olan "Sömrülmezler"in ve "Lanetliler"in kaderini paylaşacaklardır. Yüce Pir'in Kutsal Koalisyonu ile baş edebilecek tek güç ise Schrödinger'in Kedisi'dir. Yeni fiziğin (kuantum) maskotu olan Erwin Schrödinger'in kedisi aynı anda hem ölü hem de diri olabilmek gibi bilimsel bir gerçekliği simgeliyor. Yani modernizmin ya - ya da'sı yerini hem - hem de'ye bırakıyor. Alatlı tüm bu gelişmeleri Çankırı doğumlu bir psikiyatrist olan İmre Kadızade ve onun ailesi etrafında kaleme almış ve karşımıza Türkiye için "Biz neden böyleyiz?" sorusuna farklı bir bakış çıkmış. Alatlı bu soruya yanıt ararken özellikle tıp dünyasını heyecanlandıran "toplumsal afazi" kavramını kullanıyor. Ayrıca ona göre dişil bir toplumuz ve sermayenin devletle ilişkisi de ensest.

*

"Afazi tıbbi anlamda beyin travması, beyindeki kortikal lisan alanları denilen bölgelerin tahribatıdır. Burada önce beyne bakmak lazım, beyin kodlar. Önce şunu söyleyeyim, isimi olmayan şey yoktur, ancak var olan şeyin ismi vardır."

Romancı Alev Alatlı ile söyleşi.


Kitabınızda yer alan haritada yeni bir Marmara Bölgesi var ve Türkiye parçalanmış. Bu parçalanma nasıl oluyor?

Etrafındaki aileleri gözle, annelerin kızların, babaların oğulların, torunların ne kadar dağıldığını bir düşün. Her kız annesini idare ediyor artık, anne ile ilişki sevgi değil de merhamet ilişkisi. Sevgi olmadığı gibi, entelektüel bir alış veriş de yok. Meseleler sahiden konuşulmuyor hatta sohbet bile edilemiyor. Kardeşlerin ilişkisi bile böyle. Herkes yalanlarla birbirini idare ediyor, hep bir merhamet ilişkisi ve bu ilişki yalanlarla sürüyor. Bu ülke yalana sarıldığı için şu anda kan dökülmüyor. Diğer kitaplarımda da bahsettiğim o büyük yalanı bu kitapta diğer yanından irdeliyorum. O büyük yalan olmasa toplumun çil yavrusu gibi dağılacağını açıyorum ve sürekli gördüğüm şey, insanların hızla yalnızlaştı. Kitaptaki aileden Osman Kuran gibi dinin dışında hiçbir şey düşünmeyen biri ile bir nihilist olan Devrim gibi. Bu iki kişinin aynı çatı altında ne işi var! Osman amca, bırak Devrim'i (torunu) oğluyla konuşamıyor. Her biri ayrı bir kimlik. Devrimin kardeşlerinden biri ülkücü, diğeri gidip hıristiyan oluyor. Kendimizi kandırmadan meseleye bakarsak, ciddi bir yalnızlığa itildiğimiz görülür. Bu da bir bunalım ve bunalım bizi nihilizme götürüyor.


Kitapta biz neden böyleyiz? Sorusuna toplumsal afazi ile yanıt arıyorsunuz ve bu kavramada nörolojiden yola çıkarak varmışsınız. Bu kavram tıp dünyasını çok heyecanlandırdı, nedir afazi?

Afazi tıbbi anlamda beyin travması, beyindeki kortikal lisan alanları denilen bölgelerin tahribatıdır. Burada önce beyne bakmak lazım, beyin kodlar. Önce şunu söyleyeyim, isimi olmayan şey yoktur, ancak var olan şeyin ismi vardır. Kortikal lisan alanlarında bir tahribat olduğunda insan duyduğunu anlayamaz ve konuşamaz hale gelirse bu dilin düşmesi anlamına geliyor. İşin kötüsü lisanla düşünüyoruz. Lisan yoksa düşünce de yok. Tıpta böyle. Ama benim bu kitapta yaptığım ve tıp dünyasını bu kadar heyecanlandıran katkı, afazinin illa da travmayla olmadığı. Beynin kortikal lisan alanları mesajlar karmaşık verildiğinde de kendi kendini yok edebiliyor. Yani bir şeye sürekli yeni bir isim verilmesi. Böylece dil düşebiliyor. Üstelik bir kelime düştüğünde o bütün çağrışımları ile düşer, işte hep verdiğim örnek, Eflak Boğdan. Eflak Boğdan düştüğü zaman, onunla birlikte bir tarih, kimlik, Osmanlı tarihi, bir coğrafya düşer. Sayısını arttırdığın zaman, konuşulabilen üzerinde düşünülen sayısı daraldıkça daralıyor. Bu bizi ilkelliğe götüren bir durum.


"Sözcüklerin içi boşaldı" söylemi son yıllarda çok sık kullanılıyor. Açıkçası ben bu söylemin de içinin boşaltıldığını düşünüyorum çünkü bir türlü altı doldurulamıyor. Sizin gözlemlediğiniz örnekler neler?

Kitapta da verdiğim gibi, Mimar Sinan'ın kabrinin abdesthaneye çevrilmesi, Parlementonun tavanına çiğ köfte atılması, barajlara atıklarının dökülmesi o toplumda "Mimar Sinan", "Parlemento" ve "İçme suyu" kavramlarının olmadığının gösterir.


Günlük hayatımızda sadece 45 sözcük kullanıyor olmamız da afazinin bir göstergesi mi?

Evet, ve tabii, bu sefer her şeyi basitleştirin gibi bir baskı da devreye giriyor. Dolayısıyla düşünce alanı adam akıllı daralıyor. Basın şu kadar kelime ile konuşuyor, şarkı sözleri böyle, edebiyat böyle. İnsanlar "ağır kitap", "hafif kitap" gibi laflar etmeye başlıyor. Hatta insanlar, sıkılmadan, "Neden benim anlamadığım kelimeyi kullanıyorsun?" bile diyebiliyor. Sanki o kelimeyi anlamamak onun değil de anlayanın problemi. Yani bir yandan da negatif seleksüyon da oluyor.


Böylece bilgisizlik meşrulaşıyor... Yani sadece konuşuyoruz...

Birbirimizi hiç dinlemediğimiz bir noktadayız. Mesela deprem. Şu saate geldik hala şu prefabrik evler yapıldı mı, yapılmadık mı anlamadık. Oraya giden arkadaşlarım 25 bin evin yapıldığını ve yerleşildiğini söylüyorlar. Mühim olan bu, anlatmak istediğim de bu, "Yapıldı mı yapılmadı mı?" Bunun hakkında bile hem fikir olamıyorsak bu yine dilden kaynaklanıyor. Önümüzdeki yüzyıl içinde Türkiye için en çok korktuğum şey bu. Türkiye aynı kavramlarla konuşup bir şeyin sonucuna varamıyor, bu yeteneğimiz bizim toptan kayboldu. Birlikte oturup bir şey çözeceğimizi varsayalım. Bu, deprem çadırı da olabilir, şu üçüncü köprü meselesi de. Dikkat edilirse, Türkiye'de hiçbir mesele nihai karara bağlanmaz. Tam tüp geçit dendiğinde, pat diye bir harita çıkar bir yerden. "Ya hani köprüden vazgeçmiştik", olmadı yine tüp geçit. Bu bütün meseleler için geçerli. Niye diye baktığımda gördüğüm, aynı kelimelerle konuşmadığımız. Konuşuyoruz, konuşuyoruz ama daha kapıdan çıkar çıkmaz hepimiz kendi bildiğimizi okuyoruz. Çünkü aynı dili konuşmuyoruz. Örneğin, hak kelimesi. Ülkenin hangi inanç katmanından geldiğine göre bu sözcüğün anlamı değişiyor. Cinsellik, özgürlük, tanrı vs. olabiliyor. Türkiye'nin bir sözlüğü yok, hiç olmadı. Ayrı şeyleri söylesek de aynı şeyi istediğimizi de anlamıyoruz. Ben kelem almaya gidiyorum, sen lahana. Bir sözlük de yok ki ikimizde aynı şeyi istediğimizi bilelim. Bu dahi yok. Çok basit bir etimolojik sözlük yok.


Yani çok kültürlü ve kimlikli oluşumuzun bir zenginlik olmadığı görüşündesiniz?

Türkiye'nin çok kültürlülüğü falan yok. Bu düşüncenin nereden geldiğini de anlamıyorum. Burada, bilmem kaç yıl önce insanların yaşamış ve bir taş bırakmış olması bugünün insanları hiçbir şey söylemez. İşte, Mimar Sinan örneği. Gerçekliğe bir türlü dönemiyoruz, bu çok tuhaf bir şey. "Bu topraklar Uygarlıkların beşiğidir" deniyor. Eee, sonra? Ne demek tüm bunlar. Türkiye'yi bunlarla açıklamaya çalışmak mümkün değil. İnsanlar tarihi taşları alıp evinin duvarın yapıyor! Çok kültürlü falan değiliz ve kendi içimizde çok büyük bir yalnızlığa itilmişiz. Çünkü çok kısa sürede çok değişik kavramlarla muhatap olduk. İçinden çıkacak vakit bile bulamadık. İmre Kadızade bunun örneği. Çok sıradan bir Türk. Hepimiz öyleyiz. Ailelerimize bakalım. Devrim'in Osman'ın, Macide'nin vs. aynı çatı altında olması. Hepsi için büyük bir yalnızlık. Bunu sadece aile içinde de görmüyorum. Sonunda Devrim kendisi gibilerle, Ekim kendisi gibilerle olacaktı. Ayrışmanın çıktığı yer burası.


Afaziye yakalanmamızda toplumumuzun "dişil bir toplum" olduğunun da önemli olduğunu söylüyorsunuz. Türkiye neden dişil bir toplum?

Tıbbi olarak, beynin sol yarım küresi analitik düşünen, soyutlayan, kavramsal işlevleri, sağ yarı küresi de algılama, hissetme, bütünü görebilme işlevlerini yerine getirir. Ve geleneksel olarak da sağ yarı küreye erkeksi, sol yarı küreye de kadınsı denir. Geleneksel diyorum çünkü bu Yin Yang'a, Kabala'ya kadar uzanır. Doğan her çocuk beyninin her yarı küresi ile doğar ve toplumda ona cinsel organlarına göre bir yönlendirmede bulur. Kız ve erkek çocuk anadan koptuktan iki yıl sonra sol yarı küre ortaya çıkar. Yani farklı bir mahluk, birey olduğunu fark etmedir bu. Bu da soyutlama yeteneği ile olur. Çocuğun o döneminde özellikle erkek çocuk, rahimden -bunu ev diye de sembolleştirebiliriz- kurtulmak ister çünkü onu yutacağını sanır. Bir türlü paçanı kurtaramadığın bir aile yapısı, başını alıp gidemediğin bir aile gibi, bu kadınlar ve erkekler için de geçerli. Hatta milletler için de. Önce bir Türkiye'ye bakalım. Türkiye'de çocuklar birçok anne tarafından büyütülür, hala, tayze, annane vs. Erkekler yoktur. Ayrıca Türkiye'de büyük bir kadın enerjisi var çünkü tüm savaşlarda ciddi bir erkek kaybı oldu. Ocağı hep kadın yönetti. Tarlada çalıştı, evde çalıştı yani üretim ilişkilerini kadınlar belirledi. Toplumlara baktığımızda, toplumların önce tarıma bağımlı oldukları bir dönem geçirdikleri bir dönem vardır, ve ardından teknoloji ile buluşçuluk gelir. Bu da çocuğun iki yaş sonrası olarak görülüyor. Yani iki yaş öncesi olan ön insan ile tarım toplumu aynı dönem. Erkeksi dönem devreye girmeden de tarım ve doğadan kopulamıyor. Bu sefer de kadınsı öğe bastırıyor. Kadınsı öğeyle olduğun süre boyunca da doğayla bir kavgan olmuyor. Doğayı yeneyim, atom santrali yapayım, rüzgarı dizginleyeyim gibi ön insan aşaması için ise "taklit ve tekrar aşaması" da denir. Bu toplum için de söylenebilir. Neyi taklit ediyoruz? Her şeyi.


Batı taklitçiliği gibi mi?

Evet, böylece dilin içine yabancı sözcükler de karışıyor. Mesela müzik ve gürültü. Müzik seslerin sistemli gelmesidir, gelmezse gürültü olur. Dil de böyle, konuşurken birden hiç duyulmamış bir şey söylersek, bu karşımızdakinde gürültü etkisi uyandırır. Bunun örnekleri çok bir sürü yabancı sözcük. Yani bir afazi hastasına dönüşüyor. Sözün ucundan tutabiliyor ama gerisi yok. Anadolu'nun büyük bir kısmı yabancı dizilerin Türk mü, yabancı mı olduğunu bilmiyor. "Nerede duydun Mayk ismini?" diye sorduğumda, "Ne var seninki de Alev" diyor. O kadar büyük bir kopukluk var ki! Müzik bir dünya görüşü yansıtır. Bu kadar çok müzik türünün olması kafa karışıklığından başka bir şeyi göstermez. Bu bir zenginlik değil çünkü hiçbir homojenliği yok. Tekno dinleyen biri ile Müslüm dinleyen birinin dünya görüşü aynı olabilir mi? Bu bir zevk meselesi falan da değil.


Modernizme de fizikten yola çıkarak eleştiride bulunuyorsunuz...

Modernist anlayış Newton fiziğinin ürünü ve bu siyah beyaz bir anlayış. Yani ya - ya da ayrımı ve bu, sonuçta ben ve öteki ayrımına geliyor. Newton fiziği sol yarı kürenin işidir yani erkeksi toplumun. En büyük ideolojik savaşlara baktığımızda da bunların erkeksi toplumun meselesi olduğu görülür. Çünkü iki tane doğru olamıyor, öyleyse ikimizden birinin ortadan kalkması gerek. Ya sen beni döveceksin, ya ben seni. Newton metodlarının işe yaramadığı da ortaya çıktı. Dünyanın en trajik deneyimlerinden biri Sovyetler Birliği trajedisi bunun en büyük göstergesi. Daha ne olacaktı! Kaç milyon insan! İkinci Dünya Savaşı, Türki Cumhuriyetlerini başına gelenler, oradaki dağınıklık, KGB'si. İnanılmaz bir polis devleti ama olmadı! Olmamasına ideolojik olarak bakarsak şundan, şundan ötürü denilebilir. Ama ben, böyle değil de fizikten bakıyorum. Ya siyah ya da beyaz, ya solcusun ya da değilsin, hadi doğru Sibirya'ya! Bu mantığa girdikten sonra her şey de peşinden geliyor.


Türkiye'de bu ayrım gerçekleşti mi, çünkü afazik de olsa hala aynı çatı altında oturabiliyoruz?

Türkiye'de pozitivist bir eğitim var ama Allah'tan bu iyi bir eğitim değil. Yoksa birbirimizi mahvetmiştik. Bu kadar farklılığı arasında ya sen ya da ben'i düşünsene! Ayrıca bu ülkede pozitivizmden önce Yunus, Mevlana yaşadı. Bu adamlar niye farklı topraklarda ortaya çıkmadı. Modernizmden kurtulduğunuzda ise şunu görüyoruz yani kuantum fiziği ile, iki nesne arasında görünmese de bir etkileşim vardır. Hindistan'da Sihler hiçbir şeyi öldürmez, bir başka şeyi etkiler diye. Onların şimdi haklı olduğunu görüyoruz. Ayrıca ya - ya da yerini hem - hem de'ye bırakıyor. Nasrettin Hoca'nın "Sen de, sen de haklısın" fıkrasının doğruluğunu görüyoruz. Bunun gülünecek bir şey değil, çok ciddi bir fiziki doğruya işaret ettiği ortaya çıktı. Hayat fizikten ibarettir, esas mesele bu. Postmodernizmin entelektüel anlamda bunları içermesi gerek ama polikitada bu olacak mı? Bence hayır, çünkü politika modernist olmaya devam edecek. Moleküler düzeyde ideolojiler yoktur. Çünkü ideoloji siyah beyaz olmak zorunda. Sonunda ideolojiyi ideoloji olarak tutunmak zorundasın. Yeni Dünya Düzeni de bunu çok iyi tutuyor.


Yeni Dünya Düzeni'nin bir tarikat gibi örgütlendiği görüşündesiniz. Bu tarikatı biraz açalım.

Yüce Pir, ABD. İstersen G8'lerin hepsinin üst üste koy, o yine de Pir. Bu tam bir tarikat düzenlemesidir. Vasıllar G8'ler. Salikler G20'ler, müridler bu sisteme kendilerini atmak isteyenler, sonra talipler yani "bizi de alın bizi de alın diyenler" ardından Mağdurlar, sonra artık sömürülecek hiçbir şeyi dahi kalmamış Sömürülmezler ve genleri yok edilecek olan Lanetliler.


Kitapta biz Mağdurlardanız oysa, şu an G20'lerden sayılıyoruz?

Bu iyi bir soru, G20'lerin içindeki rakamlara bakarsan oradaki politik oyunu görürsün. Türkiye'de müthiş bir gelir dağılımı bozukluğu var. Ülkemizin bazıları Salikler'den bile daha iyi durumdadır.


Türkiye'yi ayrıştıran da bu mu, bazılarımızın mağdur, bazılarımızın salik, bazılarımızın sömürülmez vs olması mı?

İnsanlar kendilerine duvarlar örüyor. Siteler kuruyorlar, kendilerine bayraklar dikiyorlar. Herkes kendini diğerinden soyutlamaya başladı bile. Kimse diğeri ile konuşamıyor, paylaşamıyor ki. Yalnızlaşıyoruz. Hep bir ödün kültürü içindeyiz. Karma ekonomi denilen de ödün kültüründen başka bir şey değil. İstikrar adı altında bir kültür bu, yani biraz sana biraz bana kültürü. Postmodern Faşizm dediğim sistem hiç kimsenin güvende olmadığı bir sistemdir. Ne bir insanın, ne bir kurumun. Her an işsiz kalınabilir, her an ölebilirsin. Bu ülkede üretim özgürlüğü dahi yok.


Siz sermayenin devlete bağımlılığını da ensest toplum olarak tanımlıyorsunuz, devletin de "ana" olduğuna işaret ederek. Yani evden koparak hiçbir şey yapamıyoruz...

Devletle sermeyenin ilişkisi ensest. Devlet anadan bağımsız para kazanılmıyor. Krediler, teşvik fonları... Burası ABD değil, bunu anlamak lazım. Onlar Amerika'ya göç ettiklerinde ellerinde bir kazma bile yoktu. Yoktan var ettiler ve ödüne gerek kalmadı. Oysa bizim ilişkilerimiz hep merhamet üzerine kurulu, bu nedenle de özgüvensiziz. Ama bugün aklımızın ucundan gelmeyen buluşlar da yine onlarda. İçimize siniyor mu bu?

(Ocak 2000, Buket Aşçı, E)

Alev Alatlı'nın yeni kitabı Schrödinger'in Kedisi 2020'li yıllara uzanıyor. Ancak bu roman bir bilimkurgu değil.  
e-sohbetTümü »

» Rasim Özdenören: "Herkes Yaptığı İşin Hakkını Vermeli" / Söyleşi: İslam Doğan - Ahmet Biçer - Mehmet Emre Küçüktürkmen
» Cihan Aktaş: "Müslümanlar Sağcılıktan Ayrışmaya Devam Ediyor" / Röportaj: Nurullah Turan
» Turan Koç: "Düşünce Varlıkla Buluştuğu Yerde Şiirleşir" / Röportaj: A. Ömer Yavuz - M. Derviş Dereli
» Halit Esendir: "Siyaset ve Eğitimle Uğraşan, Gündemi Takip Eden Herkesi İlgilendiren Bir Eser" / Röp: Yüsra Mesude
» Mustafa Özçelik: "Nasreddin Hoca'yı Mevlana ve Yunus Emre'den ayırmak mümkün değil" / Röportaj: Yüsra Mesude
EkstraTümü »

» Kaypak Yorgunluk / Mehmet Uğurlu
» Ne Mürid İsterim Ne De Mürşid (Üç Kitap, Üç Figür: Mevlana, Şems ve Kimya Hatun) / Mevlüt Uyanık
» Otuz İki Kısım Tekmili Birden İlhan Berk / Sıddık Akbayır
» "Renga" Üzerine / Nurullah Turan
» Tolstoy'un Ölüme Yolculuğu / Ferhat Uludere
Tekrar YayınTümü »

» Simetrim Kalkıyor Breh / Vural Kaya
» Edebiyat Ödüllerinin Günahı ve Sevabı / Refik Durbaş
» Yüzdeki Tırnak İzleri ve Pamuk Terörü / Kaan Arslanoğlu
» Sözleşme-II / Seyhan Arslan
» Meczubun Kefaret Bandoları / Vural Kaya

Yorum yazabilmeniz için üye olmanız gerekiyor. Üye olmak için tıklayın.

(Üye iseniz sayfanın en üstünde sağ tarafta yer alan kısımdan giriş yapmalısınız.)


Henüz yorum yapılmamış.

Üye Girişi
Kullanıcı adı
Şifre
Beni hatırla
Şifremi unuttum!
Ücretsiz Üye Olun!
Son 10 Yorum
toplantı (10.12.2013 - 17:25)
tek söğüt (26.02.2013 - 01:08)
yok var, var var (26.02.2013 - 01:06)
Hoş bir yazı (17.08.2012 - 00:19)
beklerken (27.05.2012 - 21:07)
bir yorum (21.12.2011 - 20:20)
bir yorum (21.12.2011 - 20:13)
işte tam da böyle (18.11.2011 - 20:37)
Gitmek (18.11.2011 - 19:53)
ELİF LAM RA (28.10.2011 - 00:02)
Yorum için üye olun!