Şehrin hay huyundan uzak, ağaçlıklı bir bahçede geçirirsiniz gününüzü...
Issız sokaklarda avare, gezinirsiniz...
Tenha bir plajda kumlara uzanıp güneşlenirsiniz...
Nasıl yavaşlar zaman, ne kadar uzar saatler, şaşırırsınız.
Peşinden koştukça kaçan bir sevgiliye, siz hızlandıkça hızını artıran, soluğunu ensenizde hissettiğiniz korkulu bir gölgeye, bir türlü yetişemediğiniz rakip bir koşucuya benzer o.
Hiç aldırmazsanız geçip gitmesine, korkmazsanız ondan, yenmeye çalışmazsanız bir de bakarsınız dost olmuş sizinle. İşte ancak o zaman, zamanın tadını çıkarırsınız. Ona karşı değil onunla yaşarsınız.
Anlarsınız ne beyhude olduğunu zamanla yarışmanın ve bir ömre "birkaç hayat sığdırmaya" çalışırken bazen, aslında neler kaçırdığınızın farkına varırsınız.
Size "ölmeden önce yapmanız gereken" o "binbir" türlü şeyden bahsedenlerin sözüne kulak verirseniz, belki de "dolu dolu" geçeceğini zannettiğiniz hayatınızı çoğaltmak yerine eksiltirsiniz.
Ne sevmek gelir aceleye ne sevişmek ne de sevdiğiniz şeylerle ilgilenmek...
Hakkını vermeden, sindirmeden, derinliklerine inmeden yaptığınız ne varsa, yaşamaktan ziyade "görüntü vermektir" yalnızca. Hızla yenen bir yemek misali midenizi doldurmak fakat damağınızda bıraktığı lezzeti hissetmemektir.
Zamanın mekânla ilişkisinin bir boyutu da "çılgın kalabalıktan uzakta" bir yerlerde bulunduğunuzda, onu olduğundan çok daha ağır ilerlermiş gibi algılamak galiba.
Sahip olduğu tek bir hayatı var her birimizin; sanat, o hayatlarımıza başka hayatlar, süresi sınırlı zamanımıza zaman katıyor. Sinema ve edebiyat yapıyor bunu en çok da. Birbirinden değişik pek çok hayatı yaşıyoruz sanki, romanların, filmlerin farklı örneklerini okuyup izlediğimizde.
Müzik ise yaşadığımız zamanı da mekânı da duygularımızı da değiştirebiliyor bir anda. Bir yerden alıp başka bir yere, bir zamandan alıp başka bir zamana, bir duygudan alıp başka bir duyguya götürüyor.
Hüzzam veya hicaz makamından bir şarkıyı dinlerken mesela, zamanın ağır ağır aktığı o çağlara dönüyorsunuz siz de, bir caz parçasının ritminde kendinizi bambaşka bir coğrafyada buluyorsunuz veya bir klasik Batı müziği bestesinde tanımadığınız duygulara sürükleniyorsunuz.
Kâh yaşadığınız duyguların eşlikçisi oluyor müzik, kâh o sırada hissetmediğiniz duygular yaratıyor gönlünüzde.
Birkaç gün önce Nigel Kennedy'yi izledik sahnede. O usta kemancının, grubuyla birlikte dinleyicilerine çektiği müzik ziyafetini tattık doyasıya. Bir kıtadan bir kıtaya dolaşırken, en coşkulu en tempolu anların içinde barınan yumuşacık duyguların varlığını keşfettik. Usul usul gezinen bir duyarlılık saklanıyordu yükselen en çılgın en sert nağmelerin arasında. Aşina olduğumuz seslerin büyülü kılıklara bürünerek dans etmesiydi adeta; hatırladığımız, yüreğimizde sıcaklığını taşıdığımız ama şimdi kim olduklarını tam çıkaramadığımız eski dostlara rastlamayı andırıyordu, bir yandan yaşamımıza yeni tanışlar katarken.
Müzik kulaklarımıza dolmuyor biz müziğin içinde kayboluyorduk. Artık olduğumuz mekânda değil kim bilir nerelerdeydik. Başka bir yerde, başka bir zamanda, başka biriydik.
Sonra, henüz konser bitmeden, aceleyle çıkış kapısına hücum edenleri gördük. Hep bir yere yetişecekmişçesine yaşayanları ve onların o akşam olduğu gibi daha nelerden mahrum kaldıklarını. "Oradaydım" demek orada olmaya yetmiyordu çünkü. Keyfine varmadan yaşadıklarınız yaşamaktan sayılmıyordu.
Her şeyi yaşamak mı, sevdiğiniz şeyleri doya doya yaşamak mı...
Ve sevmek, dokunup geçmek değil de acaba sımsıkı kavramak mı...
(Taraf)
Birkaç gün önce Nigel Kennedy'yi izledik sahnede. O usta kemancının, grubuyla birlikte dinleyicilerine çektiği müzik ziyafetini tattık doyasıya. Bir kıtadan bir kıtaya dolaşırken, en coşkulu en tempolu anların içinde barınan yumuşacık duyguların varlığını keşfettik. Usul usul gezinen bir duyarlılık saklanıyordu yükselen en çılgın en sert nağmelerin arasında.