İbrahim Demirci, 1956 Konya doğumlu. İlk öğrenimini Konya'da, orta öğrenimini Konya, İzmir ve Balıkesir'de gördü. Erzurum İşletme Fakültesi'nde bir yıl okuduktan sonra Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne geçti. Hatay-Kırıkhan'da, Konya-Ilgın ve Amasya merkezinde öğretmenlik etti. Samsun'da Yeni Türk Edebiyatı dalında yüksek lisansını tamamladı. Tez konusu, Behçet Necatigil'in Şiirleri.
Konya'da başladığı doktorasını, tez aşamasındayken bıraktı. 1989'dan beri Meram Fen Lisesi'nde öğretmen. Evli; ikisi kız, ikisi oğlan dört çocuğun babası.
Okul içi, ev içi duvar gazetelerinde başlayan yazma çabası Edebiyat dergisinde dışa açıldı. Burada Selim Yavuz müstearını da kullandı. Kırıkhan gazetesinde bir süre Sanat Edebiyat ve Ramazan sayfası hazırladı. Edeebiyat'ın kapanmasından sonra Kayıtlar, Milli Eğitim, Yedi İklim, Nar, Konya, Bumerang, Aşiyan, Eylül dergilerinde göründü. Çerağ dergisine yayında olduğu üç yıl boyunca katkıda bulundu.
Şubat 1995'ten beri Yeni Şafak'ta haftada bir İbrahim Kardeş imzasıyla Dil Burcu'nu yazıyor.
İ. Demirci imzasının görüldüğü kitaplar: Yanıklar (Şiir, Edebiyat Dergisi Y., 1981), Ay Burcu (Şiir, Hece Y., 1998) Yaralı Yazılar (Deneme, Hece Y., 2000), Bu Camı Kim Kırdı (Oyun, Esra Y., 1996) Kafkas Yollarında (A.Refik'ten sadeleştirme, Öncü Kitap, 1992), Şimal Hâtıraları, Kutup Musâhabeleri (Celâl Nuri'den çevrimyazı, Mavi Y., 1997) Gazaba Uğramış Şiirler (Nizar Kabbani'den çeviri, Mavi Y., 1997) İşgal Altında (Turan Koç ile birlikte, N. Kabbani'den çeviri, Rey Y., 1996) Güneşin Âyetine Uyarak Düş Görüyorum (Adonis'ten çeviri, Oğlak Y., 1995)
Fransızcadan yaptığı çeviriler Edebiyat'ta ve Çağdaş Arap Öyküsü'nde yer aldı.
Kırkikindi, Sipesifik gibi internet dergilerinde de yazdı, yazıyor.
İlk önce şunu sormak istiyorum: Sizdeki "dil" hassasiyeti nasıl doğdu? Fransızcayı ve Arapçayı nasıl öğrendiniz? Nuri Pakdil'in bu noktada üzerinizde etkisi oldu mu? Yeni Şafak'taki "Dil Burcu" yazıları hangi vesileyle başladı? Belli ki dil ve problemleri üzerine düşünmek, sizin hayatınızın bir parçası olmuş. Gündelik hayatınızın doğal bir parçası...
Karşıma, nerede ve hangi koşulda olursa olsun, okunabilecek bir şey çıktı mı, onu okumadan edemiyorum. Kötü alışkanlık! Okuyunca da anlamak istiyor insan. Bu da "iyi alışkanlık" olsun, hadi. Okumaya düşkünlük, çocukluğumdan başlar. İlkokul yıllarında, ev halkına meselâ, "Menâkıb-ı Ciharyâr-ı Güzîn" ya da "Dini Hikâyeler" okuduğumu hatırlıyorum. Bu okuyuşların etkili olması için özendiğimi; okuduklarım kadar, dinleyenlerin etkilenişlerinin de bende iz bıraktığını, dinleme edebine aykırı davranışlara izin verilmediğini... söyleyebilirim. Büyük ağabeyimin Risale-i Nur talebesi olması da, sanırım dil ufkumun açılıp genişlemesinde etkili olmuştur. Belki yeterince farkında değiliz ama, Risale-i Nur talebeleri, bu ülkede müthiş bir halk eğitimi hizmeti de vermiştirler, vermeye devam etmektedirler. İlkokulu bitirdiğim yıl, küçük ağabeyim Necip Fazıl'ı tanımayışıma şaştığını söyledi. Belki de aynı gün Akçağ Kitabevi'nin vitrininde gördüğüm Yılanlı Kuyudan'ı aldım. Bu yeni "üstad"ın -öteki, elbette Bediüzzaman Said-i Nursî- cezaevi anılarını yutarcasına okudum. Zindandan Mehmed'e Mektub"u ezberledim. Sezai Karakoç'un Yazılar'ını da, sanırım Said-i Nursî'yi ve eserini övdüğü için yargılanması dolayısıyla, "Nurcu" ağabeyimin ya da bir arkadaşının kitapları arasında bulup okudum. Büyük Doğu'yu ve Diriliş'i tanımak, varlığımın da, varlığımızın da anlam kazanması demekti. Okulların duvar gazetelerinde bu anlama uygun yazılar, şiirler yazar oldum.
Nuri Pakdil'i tanıyışım, ilk Batı Notları ile oldu. Dilinin sözcük düzeyindeki aykırılığına karşın, kitabı da, yaklaşımlarını da sevdim. O kitap ile karşılaşmam, yanılmıyorsam, Durali Yılmaz sayesinde oldu. Ben Balıkesir'de lise öğrencisiyken, o da başka bir lisede din dersi öğretmeniydi. Başka bir öğretmenimiz, İsmail Çakırhan da bizi Hareket dergisi ile tanıştırmış, ona abone olmamızı sağlamıştı. Hisar dergisinde de, özellikle Cemil Meriç'i ilgiyle okuyorduk.
Üniversite yıllarında Edebiyat dergisiyle ve Nuri Pakdil ile tanıştık. Çoğul kullanışımın nedeni, bunun Ali Ulvi Temel, Ali Göçer, Ali Fuat Altınsoy, rahmetli İbrahim Sarı (Gafarlı) gibi arkadaşlarla birlikte yaşanmasındandır. Nuri Pakdil'in titizliği, gerçekten çok boyutlu bir titizliktir; yalnızca dil dikkatiyle sınırlı değildir. Bir gün konuşurken, bir cümlemde "resmen" sözcüğünü kullanmışım. Çok şaşırdı. "Resmen, resmen! Ne demek resmen?" diye tepki gösterdi. Haklıydı. Bir kez de, "imamlığı denemek"ten söz etmiştim. Aman nasıl kızdı! "Denemek ha? İmamlığı denemek, öyle mi?" Çok utandımdı. Onun kimi özel adlara karşı duyarlığı da ünlüdür.
Okulda Fransızca öğretmenlerimiz, işlerini seven ve bildiklerini öğretmek isteyen kişilerdi. Bu bir şans! Fakat okul programlarının yetmediği de belli. Gerek Fransızcaya, gerek Arapçaya eğilmemde, Edebiyat dergisi ve Nuri Pakdil, ateşleyici olmuştur. (Gençliğimde, ışıklar sönünce kitap okuyamadığım odalarda radyo dinlerdim; Fransızca ve Arapça yayın yapan istasyonlar...)
Dil Burcu'nun temeli, Mehmet Efe'nin bir yazısında "vakanüvis" kelimesini "vakanüvist" biçiminde yanlış yazması üzerine kaleme aldığım "...ist?" başlıklı bir yazıyla atılmış oldu. O yazıyı belki de "okur mektubu" gibi yazmıştım. Benzerlerini yazabileceğimi söyledim. Sağolsunlar, kabul ettiler. '95 Şubat'ından beri, neredeyse hiç aksamadan sürdü Yeni Şafak'taki bu haftalık yazılar. Bir bölümü, Yaralı Yazılar'da kitaplaşmış oldu.
"... Dil sorununun özünde 'hızlı değişim temposu' , 'hayat tarzı ' kadar ve belki onlardan daha çok 'dünya görüşü', 'insan ve medeniyet anlayışı' gibi zeminleri yoklamak zorundayız." diyorsunuz "Yaralı Yazılar"da. Kitabın başka bir yerinde ise şunları söylüyorsunuz : "Ülkemizde dil tartışmalarının daha çok kelimelerin nesebi çevresinde cereyan etmesi, her bakımdan bir talihsizlik olmuştur. Bu talihsizlik, zihnimizdeki ve hayatımızdaki tabiî medeniyet çerçevesinin parçalanması ile, bu parçalanışı ıskalayıcı yahut telafi edici teşebbüslerin, genellikle şekilci bir karakter taşımasıyla yakından bağlantılı olsa gerek." Bu cümleleri biraz açar mısınız? Dil sorununa yaklaşımlarımızda yeterince derinlik sahibi olamıyor muyuz?
Çok haklısınız, "yeterince derinlik" bulunmuyor dile bakışımızda. Bir yığın düğümleniş, bir yığın sorun, bir yığın kargaşa ile boğuşuyoruz ama "ipin ucu"nu aramayı akıl edemiyoruz. Elimize tutuşturulana yapışıp asılıyor, çekiştirmeye başlıyoruz; çözüme değil, kördüğüme varıyoruz. (Kılıcıyla çözecek bir İskender de yok!) Doğrusu, ipin ucunu bulmak da pek kolay değil, hattâ hiç kolay değil. Çünkü, dili, insan için, toplum için, uygarlık için "temel değer", deyim yerindeyse "alt yapı" saymak, sanmak, belki de bir yanılıştır. Sanırım, insana ve topluma ilişkin gerçekliklerin çok boyutlu ve çok yönlü olduğunu, nedenlerle sonuçların birbirlerine dönüşebilen etkinlik ve devingenliklerini göz ardı ediyoruz.
Tepeden 'devlet' düzelince, aşağıdan toplumun düzelivereceğini sandık uzun süre. Kurtuluşu, "eğitim"e bağlayanların sayısı hiç de az değildi, bugün de öyle. Hayatı tümüyle "ekonomi"nin biçimlendirdiğini düşünenlerimiz var. Bunlar, kendi insanlık onurlarını aşağılamakta olduklarını, bu düşünüş biçimiyle "ben 'fırın delen aç it'ten farksızım" demiş olduklarını düşünemeyebiliyorlar. Beden-ruh, insan-toplum, insan-doğa, insan-Tanrı, insan-devlet, madde-mânâ, birey-toplum, teori-pratik, biçim-öz, dünya-ahiret, lâfız-mânâ, Doğu-Batı, Fatih-Harbiye, vb. ikilemlerini kutuplaşma, ötekini dışlama, yok sayma ya da küçümseme gibi aşırılıklara saptırıyoruz genellikle. İfrat, tefrit denir ya. Birinden ötekine savruluşlar oluyor. Oysa gereken "itidal"dir, dengeyi gözetmektir. Kaç yüzyıldır peşinde koştuğumuz Batı uygarlığı, ifratları ve tefritleriyle hem kendisine, hem insanlığa büyük acılar yaşattı. Oysa, Allah'ın biricik dini İslâm "vasat"ı, "adl"i, "itidal"i önerir. Ve tüm insanlık için kurtarıcı çerçeve olabilecek olan bu dini, maalesef, yöneticilerimiz, aydınlarımız, hayatımızın ve uygarlığımızın ekseni olmaktan çıkarmaya çalışıyor Tanzimat'tan beri, Meşrutiyet'ten beri, Cumhuriyet'ten beri. Bu süreci "çağdaşlaşma", "aydınlanma" gibi "çekici" sözcüklerle adlandıranların yanı sıra, "Avrupaileşme, Batılılaşma" gibi belki daha nesnel ama bir ölçüde irkiltici sözcüklerle de adlandıranlar oldu. Kemalist projeyi tanımlamakta ve adlandırmakta bile birlik sağlayamamış olmamız, çok ilginçtir ve üzerinde ne kadar düşünsek azdır. Attila İlhan'ın dediği gibi bir "uluslaşma" mıdır yaşadığımız, Nuri Pakdil'in dediği gibi "yabancılaşma" mıdır, cumhurbaşkanının dediği gibi "Batılılaşma" mıdır?
Türkiye'de dilin en temel özellikleri ıskalanırken, sözcük-kelime, cevap-yanıt, uygarlık-medeniyet, vs. vs. çevresinde çekişmek çok tuhaf oldu, zaman kaybına yol açtı.
Dil sorunlarımızın miladını ne kadar geriye götürebiliriz? Tarihimiz boyunca Türkçenin siyasi, ilmi ve edebi alanlarda hor görülmüş olmasından hareket edip bugünkü sorunlara kadar gelebilir miyiz?
Her ülkede, her toplumda, her dönemde dile ilişkin sorunların bulunması doğaldır, belki de kaçınılmazdır. Mademki, bir insan "mü'min" ya da "kâfir" olabildiği gibi, "münafık" da olabilmektedir, mademki insan "yalan" söyleyebilmektedir, dile ilişkin sorunlar da olacaktır. Söz ile öz arasında çelişkinin bulunabilmesi, insanların birbirlerine ve dile olan güvenlerini sarsan bir dünya gerçeğidir.
Fakat, sizin sorunuz, başka bir noktaya yönelik. "Türkçenin tarih boyunca siyasî, ilmî ve edebî alanlarda hor görülmüş olması" diyorsunuz ya, bu yargının doğruluğu ve geçerliliği konusunda benim kuşkularım var.
Önce, şu yanlışı düzeltsek iyi olur: "Türkçeye yabancı sözcük girişi, İslâmiyeti kabulümüzden sonra olmuştur, ondan önceki dönemde dilimiz arı, yalın bir dildi." Bu doğru değil. Uygurların önce Maniheizmi, sonra Budizmi kabulleriyle de, o inançlara ve kültürlerine ait çok sayıda sözcük girmişti dilimize. Elbette, İslâm uygarlığına katılışımızla dilimizin sözcük dağarı, eskiye oranla çok genişledi, zenginleşti. Arapça ve Farsça, özellikle yöneticiler ve bilim sanat çevreleri için çekim merkezi oldu. Fakat Türkçe de bağımsızlığını ve sözdizimini korumayı başardı. Bu noktada, özellikle Osmanlı devletinin tutumu, belirleyici ve takdîre şâyân bir tutum olmuştur. Ancak o dönemde de, Türkçenin resmî eğitim-öğretim programı içinde bulunmayışı bir eksiklik sayılabilir. Seçkinlerimizin Türkçeyi öne çıkarmada ya da önde tutmada ihmalkâr davrandıklarını, bu yüzden, örneğin Ali Şir Nevâî'nin Muhâkemetü'l-lügateyn'i yazmak gereğini duyduğunu biliyoruz. Bunda, yani dilimizi ihmalde, sanırım biz Türklerin olağanüstü diğerkâm, özgeci karakterimizin de bir payı var. Tarih içinde, bizim kadar ırkçılık duygusuna uzak bir millet, herhalde zor bulunur. İngilizce eğitim saçmalığını bile buraya bağlayabiliriz bence. İslâmı algılarken ve yorumlarken de, aynı duygu ile -duygusuzluk mu demeli?- davranmışız. Osmanlı padişahları içinde Türkçe ad taşıyan Orhan'dan başka kimse var mı? Yok! Çocuklara Arapça adlar vermeyi İslâm dini mi istedi bizden? Hayır! Fakat, durum ortada. Bu durumun bir "zaaf" mı, bir "fazilet" mi olduğu da elbette tartışılabilir. Ve ben bu noktada çok net bir fikre sahip değilim.
Tarihi elbette eleştirebiliriz ama değiştiremeyiz. Fransız devrimini, sanayi devrimini, bunların her alana yansıyan etkilerini biliyoruz. Osmanlının parçalanışında "milliyetçilik" dalgasının rolünü, özellikle İkinci Meşrutiyet'ten sonra da Türk milliyetçiliğinin yükselişini, Cumhuriyet yıllarında "ümmetten ulusa geçiş" adına yapılanları da biliyoruz. Yazı devriminin çok önemli bir kopuş olduğu açık. Fakat bugün de ülkemizin dünya çapında hattatları var! 1932-1950 arasında 18 yıl "Türkçe ezan" uygulaması yapıldı bu ülkede. Bu uygulamanın terk edilmesini "karşı devrim" ya da devrimci çizgiden sapma sayanlar, devrimin de toplum için olduğunu unutuyorlar. Bugün geldiğimiz noktada Osmanlı Türkçesinin en azından seçmeli ders olarak liselerde okutulması gerekir. Bilgiden korkarak bir yere varamayız.
Bu arada şunu da belirteyim: Dili "istikrar" adına donduracak girişimlere de sıcak bakmıyorum. İster "arı dil" olsun, ister "Ömer Seyfeddin Türkçesi"! Bence dil, dondurma gibi değil, süt gibidir. Ana sütü de olsa, inek sütü de, beslendiği kaynaklardan, otlaklardan çeşniler, kokular taşıyacaktır. Yalıtma çabalarının işe yaramadığını, yaramayacağını anlamalıyız. Dilimizin tarihinde "Hak Çalabım", "Tanrı Teâlâ" gibi ifadeler bulunduğuna göre, bugününde de "Good maşallah" ya da "Next inşallah" olabilir.
Son yıllarda gerek gazete ve dergilerde gerekse kitap hacminde, Türkçe hassasiyetini odaklamış çok sayıda yayın yapıldı. Dilimizin özellikle son on yıl içerisinde İngilizce istilasına uğramış olmasına duyulan bir tepki miydi bu yoğunluğun sebebi? Ve bu yayınları nasıl değerlendiriyorsunuz? İşi bir "imla puantörlüğü"ne kadar basitleştirenler de var.
Haklısınız, iş bazen, gereğinden çok basitleştiriliyor; zaman zaman bir çeşit "eğlence"ye dönüşüyor. Tamam, imlâ önemlidir ve ciddî bir öğretim ve denetim olursa, kısa sürede, kolayca çözülebilir. Tabii, öncelikle bu işin sahibi konumunda olan kişi ve kurumların oturup çalışmaları ve uzlaşmaları gerekir.
"İngilizce istilâsı" bir olgudur, ama ondan önce de "Fransızca istilâsı" vardı. Özellikle Servet-i fünun edebiyatında bu istilânın izleri, hem sözcük, hem cümle düzeyinde görülmüştü. Bunları çok abartmamak gerekir bence. Diller arasında etkileşim, özellikle sözcük alışverişi olağandır. Türkçe, yüzyıllar boyunca kendini korumayı başardı, bugün de başaracaktır. Ama ülkemizde kültürün ve dilin neredeyse biricik "ortam"ının televizyon olması; kitap, gazete, dergi, okul, aile gibi "ortam"ların gölgede ya da yetersiz kalması, gerçekten vahim sonuçlar doğurabilir.
Sözünü ettiğiniz kitapların dil dikkatinin ve bilincinin oluşmasına ve gelişmesine katkıları olacaktır elbette ama asıl yapılması gereken, eğitim öğretim programlarının zenginleştirilmesidir. Belki bundan daha önemli olan şey, Türkiye'nin ve Türkçenin önemli, değerli, kendine yeten ve güvenen bir güce sahip olduğuna ya da olabileceğine inanmaktır. Sorunumuz, özgüven sorunu. İşin ekonomik ve psikolojik boyutları da var tabii. Gaziantep'te üretilen bir mala Amerikan adı, Kayseri'de üretilen mobilyaya İtalyan adı niçin verilir? Zihnimizde kendimize ilişkin olumlu bir imge bulunmaması değil midir asıl neden?
Türkçenin her şeyden önce bir imla keşmekeşi içerisinde olduğuna kuşku yok. Teklifleri herkes tarafından kabul görecek bir dil kurumunun olmayışı mı temel sorun? Türk Dil Kurumu yeterince saygın değil mi?
Bu imlâ keşmekeşi, eskiden de, Osmanlı döneminde de vardı. Bugünkü durumu hoş görelim diye söylemiyorum bunu. Örgün eğitimin böylesine yaygın olduğu çağımızda bu sorunun şimdiye dek çoktan çözümlenmesi gerekirdi. Neden çözümlenmedi? Önemsenmediği için. Belki hâlâ "şifâhî kültür"den "kitâbî kültür"e tam anlamıyla geçemedik!
Türk Dil Kurumu'nun saygınlığına gelince... Onun öteki devlet kurumlarından pek farklı olduğunu sanmıyorum. Daha etkin, daha çalışkan, daha cesur bir kurum olabilirdi, isterse hâlâ başarabilir bunu. (Sahi, Türk Tarih Kurumu ne yapıyor?)
İçinde bulunulan imla keşmekeşinden ve sözkonusu İngilizce istilasından nasıl kurtulacağız? Eğitim alanında ne gibi somut adımlara ihtiyaç var?
Zor soru. Eğitimci, yönetici, yazar, sanatçı, bilim adamı ve basın yayın çevrelerinden bir kurul oluşturup "imlâ birliği" için adımlar atılabilir. İngilizce saldırısının bertaraf edilmesi, daha zor bir iş. Sinema televizyon sektörünün özgürlüğü kısıtlanamaz herhalde. Hollywood'a 'höt!' demek kolay mı? (Ayrıca bu 'gerekli' mi?)
Kendimizi daha iyi tanımamızı sağlayacak bilgilendirici, eğitici, öğretici kanalları, araçları, ortamları çoğaltmak ve özendirmek işe yarayabilir. Beşi Cumhuriyet öncesine, beşi Cumhuriyet dönemine ait on kitap seçilse ya da oluşturulsa ve liseyi bitiren her Türk öğrencisinin mutlaka bu on kitabı okumuş ve özümsemiş olması sağlansa, kısa sürede, gözle görülür bir iyileşme gerçekleşebilir. On yıl sonra da, bu kitap sayısını, oranları değiştirmeden yirmiye çıkarabilsek!
Bir aralar dil yasasının varlığı ve mahiyeti ciddi ciddi tartışıldı. Dil yasası olmalı mı? Yoksa böylesine "naiv" bir problemi yasa ile çözmeye kalkışmak yanlış mı?
Yasa ile çözüm yerine, gönüllü katılımla çözümü yeğlerim. Ama yasama kurumu, konuyu önemser, ciddiye alır ve uygulanabilir bir düzenleme yaparsa, ona da saygı duyarım. Birçok ülkede böyle yasalar var çünkü.
(Dergâh, 156)
İbrahim Demirci, 1956 Konya doğumlu. İlk öğrenimini Konya'da, orta öğrenimini Konya, İzmir ve Balıkesir'de gördü.