Uzun upuzun bir yolculuktu, şu ana kadar geçirdiğimi sandığım düş. Zihnimi kapatıp tüm gerçeklere, acı çekmemek fikriyle daldım sıfatlar ülkesine. Tüm adları yok saydım, tüm fiilleri boşluk... Bu sayedeydi kendimce, çocukça belki, bir göz kapayış korkulara. Bedenimi yeniden var ettim bu güzel(!) düş ülkesinde dilediğimce, sadece kendime danışarak. Saçlarım kendimce, gözlerim bir ceylan, tenim ipek dokusu, boyum servi, belim yoktu eski sühendânlardan çaldığım hayallerce. İşte ideal bir beden, kimin ideallerinde yaşadığı bilinmeyen... Ama varolması gerektiği, bilinçaltının en dip kollarına yerleşmiş olan...
Ardından bir beyin gerekirdi. Tüm iyilerin toplandığı, kendimin iyi diye düşündüğü kötüleri de barındıran bir yüce beyin... Yüce fikirler üretebilmeli, yüce kurallar koymalı, yüce buluşları imzasıyla süslemeli, yüceltmeliydi beni. Kime karşı olduğu mühim değildi bu yükseltinin. Karşımda kim varsa, ne varsa işte. Ayak değmemiş topraklar keşfederken, Amerikan Vespuci'ye gülümsüyordu dudaklarım. Keşiflerin iyisi bende gizliydi. Bin bir derde devâ ilaçlar, aşılar üretiyor; insanların hiç denenmemiş yerlerinden, gözbebeklerinden enjekte ediyordum bunları büyük bir ustalıkla. Küçük çocuklara yaşlarını da sormuyordum korkmasınlar diye. Arada sırada kanatıyordum gözlerini. Bu sayede fotoğraflarda kırmızı gülümsüyorlardı geçmişten geleceğe. Öyle bir âşık oluyordum ki, karşımda yazılmış tüm aşk hikayeleri siliniyor, dilden dile dolaşmış ünlü âşıklar utanıyordu.
Yüzyıllar önce Fuzûlî benim için demişti o meşhur beytini aslında:
Mende Mecnundan füzun âşıklık istidâdı varÂşık-ı sadık menem Mecnunun ancak adı var
En ince gazelleri de dizen bendim, en içten soneleri yazan da... Goethe'nin, Verther'i ile beraber birkaç intihar vakası olmuştu belki, ama sayemde tüm insanlık bir jilet yarası taşıyordu bilek damarlarında. Yazarlık buydu işte!
En olmanın tadını doyasıya yaşayabilmek gibisi var mı? Onu da en iyi yapan bendim. Beynim kendi mükemmelliğini düşünürken, kendine gülümsüyor, sonra yine kendini övmeyi sürdürüyordu.
Neden sonra bilmiyorum bir bulut gördüm gökyüzünden yere inen. Sonra sisten bir ülkede buldum bedenimi. Düşlerimin sisindeydim. Nefes almaya korkuyordum. Sanki ciğerime çekeceğim, hava değil de dumandı. Oksijen oranı yüzde sıfır olan bir kara bulut... Kendi düşlerimde mi boğulacaktım yani? Bunca "ben", beni mi yok edecekti? Yoo bu da sadece bir kâbus olmalıydı. Yine harikalar yaratmış, en korkunç kâbusu üretmişti düş gücüm. Aferindi bana!
Aferin!
Ama ama bir sorun vardı bu kez. Bir üstünlük ilk defa bu kadar acı veriyor, yokluğa ilk defa yaklaştırıyordu beni. Sonra çaresizlik içinde ilkleri yaşarken buldum kendimi. Daha önce düşünüp geçekleştirdiğim, benim olan şeyler dinlemiyorlardı beni bu kez. Hükmedemiyordu düş gücüm. Yöneten değil yönetilen olmuştum, kendi ürettiklerimin elinde. "Bir çıkış" dedi beynim, zavallılığı acı içinde hissederken kurtuluş için çabalamaya başladım. Can çekişiyor, bir yandan da nefes almaya çalışıyordum.
Sonra kendi dışımda bir şeyin varlığını hissettim o çırpınışta. Kendi dışımda, ama bana çok yakın bir şey. Birden durdurup, tüm bu korkunç sahneyi, sadece o varlığa yoğunlaştırdım düşüncemi. O an iki şeyin farkına vardım. Birincisi tam olarak hükümsüz değildim artık, düş gücüm karşısında. "Dur" deyince durmuştu her şey bir anlık bile olsa. İkincisi hislerimin arasına, aniden giren şey aslında bir başka bendi. Yani benim dışımda, benden bağımsız olmayan, ama uzun süredir varlığından habersiz olduğum ben... Hep bu anı beklemiş olduğu belliydi. Ortaya çıkmak için çaresiz ve yardıma muhtaç olduğum zamanı kollamıştı. Yenildiğimi görüyordum. Hiç alışık olmadığım bir duyguydu bu, fakat gururumu tamir etmenin zamanı değildi. Hâlâ tehlikedeydim. Diğer benin yardımına ihtiyacım vardı. Bana vereceği komutları hiç hayıflanmadan yerine getirmeye hazırdım. O da zorlamadı daha fazla. Gözlerimi açmamı söyledi yavaş yavaş. Önce afalladım. Gözlerim zaten açık değil miydi? Açık olmasa bu kara sis tabakasını nasıl görebilirdim? "Diğer gözünü aç, gerçek olanı!" dedi emir kokan bir sesle. İtaat etmem gerektiğini biliyordum ama "gerçek göz"? Zorladım kendimi. Nasıl yapmam gerektiğini bilmeden bir şeyler yapıyordum. Önümde bir ışığın belirdiğini hissettim. Sonra renkler oluştu, biraz daha belirginleşti nesneler. Bildiğim renkler gibi değildi bunlar. Daha az parlak, daha soluk ama daha gerçek. Yüzyıllar öncesinde şifrelenmişti sanki bu yeni dünya beynime. Bir yerlerden hatırlıyor ama çıkaramıyordum. Sonra yoğun olmayan bir güven duygusu kapladı içimi. Ve yavaş yavaş dışımdaki benle aynı boyuta gelip, bir yerde birleştik. Şimdi iki ben yoktu. Tuhaftı tüm bu yaşananlar ama içimde sadece küçük bir şaşkınlık rüzgarı gibi esip, geçiverdi. Sonra her şey çok olağan göründü gözüme. Boyut değiştirmiş ama bunu çok yadırgamamıştım. Anlaşılan yeni dünyaya hemen uyum sağlamıştım. Renkler gibi, tüm duygular da sığ yaşanıyordu burada. Sığ fakat bir garip huzur... İçimde bir şeylerin dinlendiğini duydum. Sanki onca şeyi düşünmek, tasarlamak gerekmiyordu. Hayat burada kendini var ediyordu. Bana düşen yazılmış teksi okumaktan, rolümü oynamaktan başka bir şey değildi. Güzeldi, rahattı ama...
Beynim durmuyor işte. Kafamda bir küçük şey var oluyor. Nedir bu? Nesne mi, düşünce mi, kemiri mi? Büyüyor, büyüyor. Bir "şey"den umulmayacak bir hızla kocamanlaşıyor. Her şey tersine mi dönüyor ne?
Yine yazıyor, yine oynuyor, "EN"i arıyor...
Uzun upuzun bir yolculuktu, şu ana kadar geçirdiğimi sandığım düş. Zihnimi kapatıp tüm gerçeklere, acı çekmemek fikriyle daldım sıfatlar ülkesine.