Fatihçiğim, birlikte başlayıp bitirdiğimiz lise tahsilinden sonra 1992'de kamu yönetimini kazandın, sonra işletmede mastır yapıp sanat tarihinde doktoraya başladın.İcazetli hattatsın, sıkı öyküler yazıyorsun, hala parasına kıyan bir okuyucusun, karikatür bile çizdiğin oldu, ila ahir...? Bu çeşitlilik seni dağıtmadı mı?
Gençliğinin ilk yıllarında, kendisini kurtarmaktan çok dünyayı kurtarmak isteyenler kendi ilgi alanlarına, kendi yeteneklerine uygun işlere yöneleceği yere, etrafının ona ölçmeden biçtiği kaftanı giymeye yelteniyor. Ancak ben otobiyografime baktığım zaman dizimi döveceğim bir hayat hikayesiyle karşılaşmıyorum çok şükür. Bu çeşitliliğe gelince; bu girişimleri, birer maymun iştahlılık örneği olarak görmek yerine, benim kişiliğimde çok yönlü olma arzusunun tek taraflı olma arzusuna baskın çıktığı biçiminde değerlendirmek daha doğru olur sanırım. Zaten en az anlaşabildiğim tipler maymun iştahlılardır. İstikrar ve azim şart. Bir de, çeşitlilikle dağınıklık arasında çok fark olduğuna inanıyorum (yoksa kendimi mi avutuyorum?). Eskiden herkesin bir mesleği, bir de sanatı olurmuş. Adam bakkal, ama aynı zamanda en büyük hattatlardan. Kömürcü hattat bile var. Tabii daha ilginci, padişahların da birer sanatlarının olması. Sanat, kuma kabul etmeyen bir uğraş. Koskoca imparatorluğun sorumluluğunu yüklenmiş bir insanın aynı zamanda sanatkâr olması manidar.
Okurluğundan başlayalım... Okumaya ne zaman başladın? İlk olarak neleri okudun? Şimdiki aklın olsaydı nasıl tanzim ederdin kütüphaneni? Neleri okumazdın hiç? Nerelerde çok zaman kaybettiğini düşünüyorsun?
Lisenin ortalarına kadar ciddi bir okur sayılmazdım. Herkese okumayı sevdiren ve öğrenciliğinin ilk yıllarında okutulan o ünlü yazarların ünlü kitaplarıyla fazla teşrik-i mesaim olmadı. Direkt İsmet Özel'den, Rasim Özdenören'den falan başladım. Necip Fazıl da tabii bir süre hayatımıza yön verdi. Fakat başlangıç yazarlarını atlamamın zararı mı oldu faydası mı oldu bunu kestirmek güç. Sonra Aristo Efendi felsefeye çekti. Eflatun, Socrates, Schopenhauer, Seneca, Epiktet, Syrus en çok etkilendiğim filozoflar olmuştur. Bu taraftan da Gazali, İbn Arabi, Mevlana ve daha sonra Guenon, Lings, Nasr, Schoun, Coomaraswamy, Burckhardt... Bunlardan ayrı olarak, tabii birçok abur cubur kitabı da edindik ve maalesef okuduk. Çünkü okuma serüveninde bize yol gösteren olmadı. Kendi hevamızla hareket ettik. Ancak uzun süredir, beni en çok uğraştıran işlerden biri okumak için kütüphanemden yeni bir kitap seçmektir. Önce hangi tür kitapları epeydir ihmal ettiğimi düşünüyor ve hangi tür kitapları acilen okumaya ihtiyacım olduğuna karar veriyorum. Sonra da bu konudaki hangi kitabı okuyacağıma. Bu açıdan bakıldığı zaman, kitapların konularına göre tasnifi ve yerleştirilmesi en makul çözüm. Ancak bazı yazarlar var ki muhtelif konularda eserler vermişler. Aynı yazarın kitaplarını farklı yerlere yerleştirmek de içime sinmiyor. Defalarca, kütüphanemi gereksiz kitaplardan ayıklamaya yeltendim ancak onları bir türlü dışlayamadım. Kütüphanemden uzaklaştırmayı düşündüğüm kitabın 'benimle işin bitti, beni kullandın şimdi de sokağa atıyorsun' der gibi olduğuna inanıyorum ve bunu yapamıyorum. Bu arada, kitap seçimi, çeşitli yazarların keşfedilmesi ve okuma önceliklerinin değişmesi açılarından faydalarını asla inkar edemeyeceğim ve birlikte yıllardır (zorunlu fasılalar dışında) devam ettirdiğimiz kültür, sanat ve edebiyat sohbetleri son derece önemlidir. Zamanı cömertçe kullanma meselesine gelince; üniversitede öğrenciyken avarece dolaşıp lakırdı ederek (bu da gerekli aslında) epey zaman kaybettiğim olduysa da, genel olarak baktığımda bu konuda çok uzun süren boşluklar göremiyorum.
Öykücülük... Bu nasıl başladı? Ve neden öykü yayınlamayı epeydir ihmal ediyorsun ısrarla? Halbuki bir ara dergilerde çeşitli öykülerin yayınlanmıştı. O dergilerden de bahseder misin?
Öykücülüğe öykünmemi de bu edebiyat sohbetlerine borçluyum. Yine aynı ortamda, Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu, Kafka, Cortazar, Borges, gibi isimlerin önemini anladık. Daha sonra farklı ortamlarda bazı Türk öykücüleriyle ve öykü araştırmacılarıyla yüzyüze tanışma fırsatı da bulduk. Öykülerimden bazıları Gülyağmuru, Çerağ, Jurnal, Bumerang gibi dergilerde yayınlanmıştı. Gerçekten -yazmayalı demeyelim- yayınlamayalı epey oldu. Bunun nedeni belki de öykü anlayışımdaki değişme evresinin bu döneme rastgelmesiydi. Yani bundan sonraki öykülerim öncekilere göre biraz daha farklı olabilir. Fakat benim tarzımdan hoşlananları hayal kırıklığına uğratacak çapta değişiklikler olacağını sanmıyorum.
Borges'i anımsatan, ama daima kendine özgü tuhaflıkları, muziplikleri önceleyen bir öykün var... Fatih Özkafa neyi anlatıyor? Nasıl anlatıyor? En çok hangi Türk öykücülerinden besleniyor?
Az önce ismi geçen öykücüler en çok etkileyenlerdi beni. Bunların yanı sıra tarzım olmayan öyküler de okudum elbette. Ama şurası ilginçtir; Kafka'yı hiç okumadan yazdığım ilk öykülerin Kafka'ya çok benzediğini daha sonra fark ettim. Hatta bir öykümdeki (Kulak) 'finiş'in Gogol'de çok benzeriyle karşılaştım. Bunlar da beni nispeten teşvik etmiş olabilir. Yaş ilerledikçe sivrilikler nasıl törpüleniyorsa, öyküler de biraz toparlandı. Ama çok masum bir dille havadan sudan bahseden, duygusal öykülerden hiç hoşlanmadım. İdeolojik öykülerden de... Öyküde beni en çok, çarpıklıklar, felsefi söylemler, olmayacak şeyler cezbetmişken, sinemada bilim kurguyu hiç sevemedim. Sinemada hep gerçeği, hayatımızı, bizi aradım. Tiyatroda ise genellikle fazla oyunsu oyunlar seyrettim. Oysa oyun öyle olmalı ki, oyun olduğu belli olmasın.
Hattatlık tarafın bütün yönlerinin önüne geçmiş gibi görünüyor. "Hat"ta büyük sabır gösterdin ve icazet aldın... Hat sanatının sözgelimi modern sanatlara oranla, sınırlı olduğunu hissediyor musun?
Hat Sanatı ile ilgilenmeye başladığım 1994 yılından sonra her geçen gün biraz daha bağladı bu sanat beni kendine. Sonunda öyle bir hale geldi ki ondan kopmak muhal oldu nerdeyse. İşin içine metafizik boyutlar falan girdi bu sanattaki. Bunun öyle alelade, hoşça vakit geçirilebilecek bir sanat olmadığı anlaşıldı. Hal böyleyken, modern sanatlarla karşılaştırıp Hat Sanatı'nın onlara göre imkanlarının sınırlı olduğunu nasıl söyleyebilirim? Bilakis, modern sanatlar derken kastettiklerini doğru tahmin ediyorsam eğer, onların Hat Sanatı'ndan daha sınırlı olduğunu iddia edebilirim. 'Peki bu kadar kural varken, bu kadar ölçü varken nasıl böyle dersin?' şeklinde itiraz edilebilir. Bir kere, klasik anlamdaki istif ve yazı estetiğinin tam olarak çözümlenememesinden kaynaklandığına inanıyorum bu görüşlerin. Öte yandan, bunu değil tam olarak, belli bir yere kadar kavrayabilmek için bile uzun süre meşketmek gerekebilir. Zaten geçmişte 'reisülhattatin' ünvanı almış olan büyük hattatlardan dahi, 'bu sanatı bihakkın öğrenemeden gidiyoruz' diye hayıflananlar çıktığı gibi, 'hattatın iki ömrü olması lazımdır ki, birincisinde öğrensin, ikincisinde eser üretsin' diyenlere de rastlanmıştır. Demek ki bu sanatta uçsuz bucaksız bir alan var ve bu alan, eğer yeniliklere açık olmasaydı, nasıl bu kadar engin olabilirdi? Ha şöyle sorulabilir: 'Klasik hilyeleri, kıtaları, oklu besmeleleri, meşk murakkalarını, karalamaları vb. formları çok görüyoruz, daha değişik tasarımlar arıyor gözlerimiz...' Evet, dışardan bakıldığında bu soru haklı olabilir. Fakat hattatlarımızın 'dışarıya' çıkmadan dışarıdakilere hitap etmeleri zor bir iştir. Bunu ancak, klasik ölçüleri terk etmeden, denenmemiş formları kullanarak gerçekleştirebiliriz.
"Hat" ilginç bir sanat... Şöyle ki: geleneksel hayatımız ya tamamen yok olmuş ya da yok olmaya yüz tutmuş... ama o hayatın içinden bir sanat ben hala varım, burdayım, kaidelerimi koruyorum, diyor ve karşımızda duruyor. Acaba hat sanatı da zamanla modern hayatın bir yerlerine eklemlenecek mi, yani gelenekselin sarsılmaz kuralları terk edilip de kimi temel değişiklikler çıkacak mı ortaya?
Hat Sanatı, özü itibariyle moderniteden farklı bir yerde duruyor. Yani ona modern bir unsuru eklediğinizde, ondan klasik bir unsuru çıkartmak gerekiyor. Tamamen modernleştiği zaman da klasik hat sanatı olmaktan çıkmış oluyor. Hat sanatı bu yüzden daima kendisi olarak kalabilmiştir. Sanat tarihimize baktığımızda ilginç bir şeyle karşılaşıyoruz: Osmanlı'nın mimarideki en anıtsal ve klasik yapıları 16. yüzyılda inşa edilmiştir, ancak Hat Sanatı'nın şaheserleri, bugün hala taklit edilemeyen eserleri, batılılaşmanın ortalığı kasıp kavurduğu 19. yüzyılda yazılmıştır. Dolayısıyla, her alanda yenileşmenin yaşandığı, modernleşmenin dizboyu hayata girdiği bir dönemde bunlardan etkilenmeyen bir sanatın artık bundan sonra da ne moderniteden ne postmoderniteden, ne de başka bir şeyden etkileneceğini sanmıyorum. Şunu kabul etmeliyiz her şeyden önce: Hat Sanatı popüler bir sanat dalı değildir; sinema değildir, edebiyat değildir, hattatın kitlelere hitap etme zorunluluğu yoktur. Belki de bu sanatın modern akımlara ayak uydurma gereği hissetmeyişinin nedeni budur. Hat ile en çok hattatlar ilgilenir, bir de birkaç hat meraklısı. Bu, günümüzde daha çok böyledir. Hat kursları verilmekte olsa da, birkaç yılda bir tane iyi hattat yetişse de (ki bu Hat Sanatı için büyük bir rakamdır) bu sanat kitlelerin ilgisini çekiyor denemez. Kitlelerin ilgisini çekecek onca şey dururken kim neylesin hattatı, kim neylesin nakkaşı?
Tam da bu noktadan bir soru daha: "Hat"ta hiç yapılmadık şeyler yapmayı planlıyor musun? Sözgelimi "vav"lı karalamaların çok ilginçti...
Her hattat, önce yazılmış olanları en iyi şekilde taklit edebilmeyi hayal eder. Bunu başarabilirse, yenilik yapmaya ya da yeni istifler tasarlamaya, yeni formlar denemeye sıra gelebilir. Fakat bu safhaya gelmek için yıllarca beklemek gerekebilir. Bazen çeşitli çıkışlar yapar insan; ama aklı üstadların yazılarındadır yine. Ah onlar gibi yazabilsem, der. Başkaları, özellikle yazının inceliklerini iyi bilmeyenler her ne kadar alkışlasalar, takdir etseler de, hattat kendisini bilir ki henüz büyük ustaların seviyesine çıkamamıştır.
Şu bence çok önemli:Maneviyattan uzak bir hattat düşünemiyorum mesela. Hattatlık tam bir yaşantı işi,tam bir hal işi... Bu sanatla olan mesain seni nasıl etkiledi? Bu etkiyi üzerinde hissettin mi?
Hat, İslam sanatları içerisinde en ayrıcalıklı ve en özgün sanat. Mimari, tabii ki büyük sanatların başını çekiyor, ancak İslam mimarisinin önemli eserlerinden birçoğunda gayrimüslim ustaların da görev yapmış olabileceği kabul edilir. Buna karşılık tarih boyunca Hat Sanatı'nın dev isimleri arasında bir gayrimüslime rastlanmıyor. Birçok ilim adamına ve sanatkara göre de, Hat Sanatı'nda başarılı olabilmekle dini ölçülere karşı hassasiyet arasında doğru orantı vardır. Çünkü en güzel şekilde yazılmaya çalışılan cümlelerin, bunu başarmak için yıllarını vermeye değecek anlamlarla yüklü olması gerekir. Hat eserlerinin özünü oluşturan bu kelimeler, bu cümleler ise büyük çoğunlukla İslam'ın kutsal metinlerinden alınır. İnsanın inanmadığı, hatta inandığı halde yaşamadığı gerçekleri, mükemmel biçimde yazması mümkün değildir. Dolayısıyla bir hat yazısında estetikten öte sayısız sır gizlidir.
Sana ciddi bir soru soracağım. Hatla karikatür sanatı arasındaki benzerlikler nelerdir? (Kahkahalar)
Ben de o zaman ciddi bir cevap vereyim: İkisi de kul yapısı! Ancak karikatürde komik bir şeyler vardır. Hat öyle değil; çok ciddi. Güldürmez insanı, belki coşturur. İşlevleri farklı yani; her ne kadar ikisinde de el hareketlerinin kıvraklığı göze hoş gelse de... Peki karikatürü neden severim? Karikatürde aklımıza ilk gelmeyen şey vardır, bir terslik vardır. Bir gariplik, bir tuhaflık vardır. Şimdi belki şunu da söyleyebilirim: Benim öyküde aradığım şey, karikatürdür.
Biraz da IRCICA'dan aldığın ödülden bahsetsene...
IRCICA, malum, İslam Konferansı Teşkilatı'na bağlı bir kültür organizasyonu. Bu kuruluş, her üç yılda bir, dünya çapında hat yarışması düzenlemekte. Altıncısı da 2004 Mart'ında sonuçlandı. Bu yarışma, Hat Sanatı'nın klasik niteliklerinin muhafaza edilmesini amaçlayan ve bu çizgide yazı yazanları ödüllendirip teşvik eden bir yarışma olması açısından, ayrıca dünya çapındaki en ünlü ve itibarlı olimpik hat yarışması olması bakımından önemli bir yarışma. Jüri üyeleri de dünyanın en ünlü hattatlarından ve hat uzmanlarından teşekkül ediyor. Bu yarışmaya eser göndermek için yedi sekiz ay öncesinden, şartnamede belirtilen dallardan birini (veya en çok üçünü) seçerek hazırlıklara başlamak gerekiyor. Kalem kalınlığı, yazılacak metin, kağıdın ebadı, mürekkebin özelliği, yazının formu... kısaca her şey bu şartnamede belirtildiği şekilde olmak zorunda. Yani her yazı çeşidi için farklı standartlar ve metinler sözkonusu. Dolayısıyla eşit şartlar altında yarışılıyor. Yarışmaya 36 ülkeden 930 sanatçı 1800 eserle katılmış. Ben bu yarışmaya sülüs, celi sülüs ve divani dallarından katılmıştım. Sülüs dalında göndermiş olduğum yazı 'Teşvik Ödülü'ne layık görülmüş. 'Hâzâ min fazli rabbî.'
İnternetle aran nasıl? İnternette bir köşen var. Bu köşe nasıl gidiyor? internette yazmak ayrı bir şey mi? Aynı yazıları herhangi bir yazılı basın organında da yayınlayabilir miydin mesela? Ben kendimi daha rahat hissediyorum sanal ortamda yazarken sözgelimi...
İnternet adamı ne ondurur ne öldürür. İnternetle saadet olmaz. Dostlar internette görsün. Ev alma site al. Oğlum diye söylemiyorum, internette sayfası var... Evet aynı yazıları yazılı basında da yayınlardım. Çünkü içime sinmeyen bir yazıyı hiçbir yerde yayınlatamam. Gerçi matbuatın lezzeti yok alem-i zannî'de.
Sende bir zamanlar bir İstanbul tutkusu vardı. Az daha beni bile İstanbul'a yerleştiriyordun... Şimdi ne oldu? Konya'dan ayrılmaya pek niyetin yokmuş gibi geliyor artık bana... Huzura mı erdin? Yoksa onların hepsi gençliğimizin ateşinden mi tezahür ediyordu? "Gençlik başa belaydı" da biz beladan mı kurtulduk yoksa?
İstanbul'u hep sevmişimdir. Konya dışında gurbet duygusu hissetmediğim tek şehir İstanbul'dur. Askerliğimi İstanbul'da yapmıştım; fakat bu süre zarfında, asker olmama rağmen İstanbul bana doğup büyüdüğüm şehri aratmadı. Onda hep fazlası vardı. Üniversite yıllarında da ilk fırsatta İstanbul'da alırdım soluğu. Ama mukadderat şu ana kadar orada ikamet etme fırsatlarından çok burada kalmaya yönelik imkanlar doğurdu. Belki de şimdilik böylesi daha hayırlı.
Arkadaşlar, karşı cinsler, vs. bunlar sence birer engel mi? Yoksa olmazsa olmazlardan mı?
Bu soruya içimden geldiği gibi cevap verirsem bazılarını gücendirebilirim. Onları üzmemek için şöyle söyleyeyim: Dengeyi koruduktan sonra muhabbet, gezme tozma mutlaka ihtiyaçtır. Ancak lakırdıya teslim olup kendini akıntıya bırakırsan zararlı çıkarsın. Buna mahal vermemek biraz da 'hayır' deme cesaretine bağlı. Şu da çok önemli: Özel kişilerle özel olmayan kişilere ayıracağımız zaman eşit olmamalı.
Konuşan: Abdullah Harmancı
Fatihçiğim, birlikte başlayıp bitirdiğimiz lise tahsilinden sonra 1992'de kamu yönetimini kazandın, sonra işletmede mastır yapıp sanat tarihinde doktoraya başladın.İcazetli hattatsın, sıkı öyküler yaz