Ey Sevgili, En Sevgili, El Sevgili / İbrahim Şaşmaz
01.04.2000 - 16:00
Yamandı dünyam. Arzımda deprem, semamda kan vardı. Bir diyardan kaçmak, dik bir yardan uçmak üzere bu can. Seni baharda mı bulmuştum ne ben. Baharı bulmuştum sende. Bahara bürünmüş ve bahara gömülmüştüm. Annemin bir tas ayran verdiği ve hanemde seni ilk gördüğüm gün... Gözlerime bakmıştın. Ne kadar da çirkindin ama. Bu kadar çabuk serpileceğin ve bu kadar güzel bir görünüme sahip olabileceğine inanamazdım. "Ay anne nerden geldi bu, gitsin evimizden. İstemiyorum onu bu evde." dediğim günler geliyor aklıma. Dilimden, ettiğim sözümden ve onu çirkin bulan gözlerimden utanıyorum şimdi. Adının "Fidan" olduğunu söylüyordu sol yanımda melekler. Sana "Fidan" diye hitap etmemi uygun bulduklarını ve bu hususta sol yanımdaki meleklerle karara vardıklarını belirtiyordu sağ yanımda melekler. Fidan... Kuru bir diken dalıydın. Nerden bilirdim gül dalı olacağını, bana siyah güller açacağını. Git evimizden artık. Anne ne olur gitsin. Gitmedin. İnadına, mecburiyetine ve gidecek yerinin olmadığına ait sebepler üreterek gitmedin. Keşke gitseydin. Keşke bana kök salmadan, keşke bana demir atmadan ve keşke beni sana boğmadan, sevdana sarmadan beni, gitseydin.
Bir gün oldu bizdesin. Ortaksın ekmeğime. İki oldu bizde. Üç oldu bizde. Hafta oldu bizde. Ay oldu bizde... Utanmadın, gitmedin. Yıl oldu bizde... Annemin tandır ekmeğinin kokusunu ne çok severdin. Sen söyleyemezdin anneme ucundan kıyısından kurusundan kötüsünden bir ekmek ver diyerek... Gözlerimin gözlerine değdiği an yüreğinin sesini duyardım. Al... Sana bir ekmek. Doymadın ha... Utanmaz... Al bir daha... Annemin homurdanmalarını duymadın mı hiç? Sana bir tas ayranı gönüllü verdi belki. Ama bir ekmekten fazlasını isteme. Ama sen aç iken ben yutamıyordum tandır ekmeğinin bir parçasını. Ne olur gitsene. Ve yıllar... Gözlerine alışan gözlerim... Sesine soluğuna sıcaklığına alışan özüm... Git artık diyemediğim gitmeni istemediğim sen... Yaklaşık bir yılı aşkın süredir misafirdin bizde. Ama sanki hiç gitmeyecekmiş gibi yerleşmiş yerini yurdunu hazırlamıştın sen. Ufak bir yatakhanen vardı. Çok özel eşyalarını sakladığın ve yatmadan yatmaya kullandığın bir odan... Nerden geldiğini, kimlerden geldiğini, nasıl geldiğini, niçin geldiğini ne sen söyledin, ne sen söyleyebildin, ne de biz idrak edebildik. Gözlerini bu denli güzel kılan Tanrı sana bir dil bağışlamamıştı. Gelmiştin işte bir yerlerden. Bizim kitabımızda kapıya gelen can boş çevrilmezdi. Kimsesizliğin kıyısında, yokluğun ve soğuğun kucağından aldık seni. Sevginin ve karşılıksız sevmenin sıcaklığına verdik seni. Ay anne gitsin bu derken, ben de anlayamadım. Sevdim... Sevdik seni. Seviverdik seni. Benimsedik. Bizden bildik. Hanemize kazıyıverdik seni. Fidan... Kasaba sokaklarında hoplaya zıplaya, yürek yüreğe gezdiğimiz akşamlar gelmekte aklıma. Herkesler sevdi de seni, seni sevdiğimi kimseler sevemedi. Ben seninle cirit attığım buğday tarlalarını, bozuk yolları, papatyadan bağları sevdim. Bozkır ovasında seni sevmenin yasak oluşunu sevdim. Oysa onurdu bana seni sevmek. Yanı başımda bir saksı Afrika menekşesinin suya ihtiyacı kadar ihtiyaçtı seni sevmek bana. Sen tek rengimdin biliyorsun. Geldiğin yerlere gitme olur mu? Gidersen senin için çaldığım ve içmeye doyamadığın sütler gelir aklıma. Vallahi helal etmem. Bir ara sütün tadına vardığında yüzündeki gülümsemen çarpar gözlerime. Bir yaban ailenin süt kovasından, kimseler görmeden, meleklerin itirazlarına rağmen senin gülümsemen adına ve gülümsemem adına az çalmadım süt. Bu sana helal, bu bana vebaldi.
Yalan mıydı sana bakan gözlerin seni ne çok beğendiği? Yalan mıydı seni annemden isteyenler, güzelim? Ciğerim, umudum... Kuru bir diken dalı demiştim sana. Gül dalına gebeydin. Yağmurlarda ıslandığımı hatırlıyorum seninle. Ceketimin altında buluşurdu yüreklerimiz. Sonra papatyalardan taç yaptığım ve papatyalara boğduğum seni. Karaman ovasının uçsuz bucaksız toprak okyanusunda nelere yelken açmadık seninle. Deri montlu yirmilik delikanlıların al yazmalı kızlara hava attığı demde biz seninle pancar tarlalarında havamızı pancarlara atıyorduk. Buğday başaklarınaydı havamız. Uyuduğun geceler senden habersiz geldiğimde yanına üzerini örterdim eski bir örtüden ibaret, yorgan diye nitelendirdiğimiz bez parçasını. Düşlerinde kimi görürdün acaba? Kimlerin sevdasıydın? Kimlere sevdalıydın sen? A benim meçhulüm... A benim nerden geldiğini ve nereye gittiğini bilmez garibim... Uyuduğun zaman başını okşardım hafifçe. "Düşlerde kal" derdim. Dudaklarının çiçek açtığını söylemedim sana. Gözlerinin denizlere bedel olduğunu da... Aklıma bunları kulağına fısıldamak gelirdi. Ve adının ilk harfini yazdım, bir ağaca kalp kazıyarak. Ağacı bekledim. Küfür yazmayalar üzerine diye. Ağaç büyümez yoksa. Sevginin barışın timsali beyaz bir güvercindin sen. Tükürtmedim kanadına asla. Uçsun istedim daim... Sen geldin ya Fidan, birkaç dünya daha kurdum kendime. Birkaç bahar daha buldum eylül içinde.
Şimdi yağmur yağıyor. Yağmuru sevmedin. Sevmediğine yanarım. Şimdi hangi ıssızlığın içinde ve hangi okyanusta ıslanmaktasın sen? Kimlerle?.. Şimdi yağıyor... Şimdi yoksun... Ona yanarım. Oturur ağlar, kalkar ağlarım. Kaldırımdan aşağısı haramdı sana. Hâlâ da haram olsun. Bir metal yığınında kanını tanımaktan ve kanının son pıhtılaşmasına şahit olmaktan korktum hep. Sabahları Tanrı'nın merhametine emanet ederdim seni. Tanrı'dan temennim uzak tutmasıydı bizi dört tekerlekli dünyalardan. Dört teker altında kalmaktan korktuğumdan değil, seni dilediğimden Fidan... Bir parça ekmeği buldum yolda, bir pencerenin pervazına bıraktım. "Bir kuş yesin" diyerek.
Kuşu sevdiğimden değil, seni dilediğimden... Hastane bahçesinden bir köpek yavrusu idi gördüğüm. Sol gözüne tekme vurmuşlardı sanırım. Kalkamıyordu. Ayaklar altında... Yeni çıkmıştı simitler sabahın yedisinde, yedi buçuğunda. "Bir doyurmaz" dedim, "iki tane amca, simit..." Yuttu garibim. Yuttu çiğnemeden. Dediler "Neden uğraşırsın üşenmeden?" Dedim ki "Onu dilediğimden..." Bilesin ki seni dilediğimden...
Sonra alınyazımdaki çizgilerden yön bularak yol aldığımda yosun tutan bir şehrin, kanatlarında kömür tozu olan martıların alçaktan uçtuğu bir memleketin içinde buluverdim kendimi. Seni de getirmek istedim bu ellere Fidan... Ama sen ne denizi sevdin, ne de bu şehrin yakasını bırakmayan yağmuru... Sahile her indiğimde nedendir bilinmez seni suya düşmüş olarak görüyordum. Islandığını, gözlerime baktığını, "Beni Karadeniz'e bırakma" diyerek kara gözlerinle imdat dilediğini... Gelme bu şehre Fidan... İstemem. Hasretini çekerim. Karadeniz'den kıskanırım belki de seni. Hiç taş atmadım denize daha. Gözlerini deniz bildiğimden... Gözlerini sevdiğimden... Deniz çeker oldu beni kendine. Bil ki seni dilediğimden... Kirli saçlı bir çingene kızıyla komşuyum. Çekirdeği çok seviyor. Bir üst yamaçta denizi seyrediyor evleri. "Bir avuç çekirdek versene" diyen dilleri çingene kızının... Bir değil, üç dört beş avuç verdim ona. Bu bonkörlük çok garip gelir kirli saçlı komşu kızına. Sen de haberdarsın çocukları çok sevdiğimden. Ama bil ki seni dilediğimden...
Benim yokluğumda anneme iyi baktın. Korudun, ekmeğine ortak oldun. Yalnız komadın. Yolların ötesinden ses verdiğimde anama, seni sordum. Nerdesin? İyi misin? Kimlerlesin? Aç mısın? Kırarlar mı seni? Kovarlar mı? Aç olduğunu bir ben anlardım, gözleriyle konuşan sevdam... Yüreğin bir avuç suyun özlemiyle yandığında ben anlardım, ben bilirdim seni ancak. Bilmiyorum senin sevdanla ve bu sevdanın sevdasıyla bu can nereye varacak? En zor anlarımda elini tutmak istedim Zonguldak'tan Karaman'a uzanıp, avuçlarını ellerim içinde bulmak istedim. Acılı bir gün başlangıcında parlayan iri gözlerini görebilmek istedim. Dilsiz sevdam... Seninle konuşurken ben de dilimi kullanma gereksinimi duymuyordum artık. Bağrıma bastığımda seni, yanaklarından öptüğümde seni, avuçlarını avuçlarıma hapsettiğimde seni, dilime gerek kalmıyordu. Kara gözlerinin kahverengi gözlerimle çakıştığı an ne gerek vardı dile... Seni sevmiştim ya bu dert olmuştu seni sevmeyen ele, yüreğime nevruz indirdin cemrelerle harmanlanan, sevmez miyim seni bak hele?..
Dünü hatırladım, geldiğini... Sevmediğimi... Tanrı'nın bana sevda denen meziyeti yüreğimi kanata kanata yüreğime kazıdığını... Tanrı'nın seni alnıma alın yazısı diyerek yazdığını... Allah aşkına nereden gelmiştin sen? Neden bize geldin? Neden bu sokağa uğradın? Anneme soruyorum, seni nerden bulduğunu... O da hatırlamıyor. Sadece sokağa açılan küflü yağsız kapımızın önünde nereye gideceğini bilmeyen ve cihandan nasip alamayan seni gördüğünü söylüyor, o kadar.
Dile kolay... Yedi yılın gelişini bir o kadar yılın gidişini beraber gördük. Şubatın ayazına ağustosun alevine göğüs gerdik. Hiç gitmeyeceğine kanaat kılmışken... Neden gittin sessizce geldiğin yerlere sessiz sedasız. Yoktun uyandığımda. Evet uyandığımda yoktu. Geleceksin diyerek kapımı açık bıraktım hırsızlara, yağmacılara inat. Yokluğun hain... Yokluğun zalim... Yokluğun soğuk ve ben yaşarken seni hapsetmemeli bir başkası, ya da toprağın altında bir kovuk... Gelmedin. Gelmedin kara gözlerinin yokluğu ile bana kara bir bahtı getirecek olan sen... Gelmedin. Duydum da alıp götürmüşler seni. Doğru mu? Ses çıkaramamışsın, karşı koyamamışsın. Köyün çocukları görmüş seni. "Götürdüler abi, onlar götürdü" diyorlar. Hiç kimse "Fidan, İbrahim'in yüreğini de alıp götürdü. Fidan, yokluğu ile İbrahim'i bitirdi" demiyor. Kimlerin hanesindesin? Kimlerin esaretindesin? Oysa ki adım gibi eminim geleceğine imkanın olsa, adım gibi eminim vedasız gidemeyeceğine... Nankörlük edemeyeceğine... Kimileri ebediyyen sustuğunu fısıldıyor bana. Acını, kanını, can çekişini görmeye dayanamayacağımı, her şeyi taşıyacağımı ama cansız bedenini asla taşıyamayacağımı, dağları taşırım da sensiz yaşayamayacağımı bildiğin için ve susma vaktini hissettiğin için çekip gittiğini söylüyorlar bana. Annem susuyor. Gözümden akan yaşın, babamın cansız bedenini gördüğümdeki yaştan fazla olduğunu vurgulayarak bu ağıtın yersiz ve gereksiz olduğunu söylüyor, sitem ediyor, gönül koyuyor. Bir el için bu kadar yangın neyine diyor komşu Durdane Abla, komşu Medine Yenge... Gözlerimi kapatıyorum, ellerini alıyorum avuçlarıma. Ellerinden tanıdığım sevdam... Ben seni ellerinden tanırım. Gözüm kapalı iken gel can, şöyle hafiften bir dokunsan, ben seni ellerinden tanırım. Ellerinde ne var Allah aşkına? Ya tılsım, ya büyü, ya da giz var. Dokunduğun her bir yerde bir iz var, ellerinden tanıdığım el sevdam, en sevdan yaban sevdam... Yasak sevdam... Nasıl ağlamayım? Gözlerine bakıyorum komşu kadınların. Yedi yıl aynı sokakta olduğunuz, yedi yıl göz göze geldiğiniz o can var ya, yedi yıl damarlarımda dolaştı. Nasıl ağlamayım? Nasıl?
Gelelim sana Fidan... Ellerinden tanırdım seni. Bir o kadar uzak oluşundan, elimin eline tutsak oluşundan, elimin eline yasak oluşundan... Yasaktı evet. Seni sevmek yasaktı bu bozkırda, bu kıraç topraklarda. "Aşk" dedim senin varlığına. İnsanda bulamadığım vefana, sadakatine, gitmeyişine, terk etmeyişine, beni o kara gözlerle dinleyişine aşıktım. Sen halkım için, kasabamın esmer suratlı insanları için sadece bir köpektin. Kara bir köpek... Dört ayağı, bir kuyruğu, sivri iki tane dişi olan, havlayan, hırlayan bir köpek... Ne diyem? Ben göremedim sende onları. Sende aşkı, sevdayı, sevilmeyi, sevmeyi, beklemeyi, özlemeyi, bir canın bir cana vereceği bedeni ve ruhani sıcaklığı, candanlığı, yarenliği, sende umudu, sende özlemi gördüm. Sen bir köpektin onlara göre, ama aşkı yaşamayan ve yaşatmayan onların içinde aşkı yaşattın bana, aşka buladın beni. Aşkolsun sana yiğidim. Aşka boyadın beni. Aşkın daim olsun bebeğim. Geldin. İnşa ettin beni. Yüreğimde oturdun. Kundakladın gittin. Yandım. Yüreğimi kurtaramadım yangınlardan. Bu yangın daim olacak. Seninle ve senden sonra... Aşkın yürürlükten kalkmadı hâlâ.
Yamandı dünyam. Arzımda deprem, semamda kan vardı.