Başımı öne eğmiş, gözlerimi parçalanmış ayakkabılarıma dikmiş bir halde yürüyordum, ıslak kaldırım taşlarında. Duygusuz, asık suratlı taş duvarlar sarmıştı etrafımı. Bacalardan tüten dumanlar doluyordu ciğerlerime. Midemin açlığa artık isyan eden gürültüsüne, sokaktaki insan kalabalığının sesleri karışıyordu. Yine her zaman olduğu gibi, bilinmeyene doğru sessizce yürüyordum. Ne gidecek bir yerim, ne azar işitecek bir babam, ne de göğsüne başımı yaslayarak, hıçkıra hıçkıra ağlayabileceğim bir annem yoktu. Bugüne kadar yaramazlık yapacak kadar haşarı bir çocuk, sofraya geç geldiğim için azarlanacak bir şansım, yüzüme şefkatle bakacak bir sevenim olmamıştı. Başımı yırtık papuçlarımdan kaldırıp etrafa bakamıyordum. Biliyordum ki insanlar yine bana bir pisliğe bakarmış gibi bakıyorlardı. Yaşamaya hakkı olmayan bir serseri ve mutlulukları için bir tehlike olarak görüyorlardı beni. Ne zaman bir insanın yüzüne baksam, gözlerinden bunları okuyordum. Ve bu bana her şeyden daha fazla acı veriyordu. Evet; ben bir sokak çocuğuydum. On altı yaşına yeni girmiş, üstü başı yırtık pırtık, pis görünüşlü bir sokak çocuğu...
Eski paltomun kalkık yakalarından içeri soğuk bir rüzgar giriyordu. Hava çok soğuktu. Üşüyordum. Üstelik uykusuzdum da. Dün gece girdiğim inşaattan kovulmuştum. Bekçi elindeki fenerle karanlığın içine dalarak etrafa göz gezdirmeye başladığında, korkuyla sindim köşeme. Bacaklarımı karnıma doğru çekerek, iyice küçülmeye, yok olmaya çalıştım. Sırtımı dayadığım soğuk, sıvasız duvar içimdeki ürpertiyi kamçılıyordu. Camları takılmamış pencerelerden içeriye giren rüzgar, "sen yaşamaya hakkı olmayan bir zavallısın" diye uğulduyordu. Bu sesi duymamak için kulaklarımı kapadım. Ama engel olamadım, beynimin içinde yankılanıyordu. Fenerin ışığı benim bulunduğum köşeyi aydınlattı bir anda. İri yapılı, üstündeki kürklü gocuğuna sıkı sıkıya sarılmış bekçi, bana doğru baktı kinle. Bu haliyle savaşta cephanesi bitmiş düşmanına bakan, acımasız bir askere benziyordu. Öfkeden titreyen sesiyle, tombul yanaklarını şişirerek "Allah'ın belası. Ne işin var senin burada. Sizin gibiler yüzünden her gece buralarda gezmek zorunda kalıyorum. Defol git buradan, yoksa alırım seni ayaklarımın altına" dedi. Bir yandan da eliyle kapıyı gösteriyordu. Dışarıda rüzgar ve yağmur bir yamyam edasıyla sevinçle adeta dans ediyorlardı. Başımı omuzlarımın arasına korkuyla çekip, sessizce yerimden kalkarak dışarı çıktım. Henüz bir kaç adım atmıştım ki, göz yaşlarıma yağmur damlaları karıştı. Biraz uzaklaştıktan sonra geri baktım. Bekçinin altı katlı inşaatta kontrollerini tamamlamış, dışarıya çıktığını gördüm. Daha bir sıkı sarılmıştı kürk kaplı gocuğuna. Hızla koşarak bir kaç metre ilerideki kulübesine girdi. Sobanın karşısına geçip ellerini uzattığını gördüm, ıslak pencereden. Ardından elini yana doğru uzattı. Bir çay bardağı gördüm elinde, onu soğuktan koruyan pencereden. Ürkütücü karanlık gökyüzünü, çakan şimşekler aydınlatıyordu. Rüzgar ilerideki ağaçları adeta onları yerinden sökmek istercesine sallıyordu. Bir yandan ağaçları sallarken, bir yandan bekçi kulübesini zangırdatıyordu. Ben ise tek başımaydım. Ona karşı savaşabileceğim bir dostum yoktu. Bir sığınağım, ne de bir kılıcım... Üzerimde ise bir zırhım yoktu. Yüzümü tokatlayan yağmur damlalarına aldırış etmemeye çalışarak, ayaklarımı sürüyerek oradan uzaklaştım. Bütün gece boyunca beni hiç değilse birazcık sıcak tutabilecek bir yer aradım. Bulunduğum yerde boş ev yoktu. Tüm geceyi bir binanın kısacık çardağının altında ayakta geçirdim. Güneş nihayet karanlıkla yaptığı savaşı kazanmıştı. Karanlık gökyüzünü yenmişti. Ama en az bekçinin feneri kadar soğuktu. Rüzgar ve yağmur ise hala mücadelesine devam ediyordu.
İşte o saatten beri uykusuzdum. İlerideki köşeyi dönmüştüm ki burnuma içimi gıdıklayan bir koku geldi. Başımı kaldırdığımda, şişlere dizilmiş, nar gibi kızarmış tavukların döndüğü bir camekanla burun buruna geldim. İçerisi kalabalıktı. İnsanlar öğle tatiline çıkmışlardı. İyi giyinişli genç bir adam, sevgilisinin elinden tutmuş bir halde bana çarparak lokantanın kapısından içeri girdi. Benim halimden ne kadar zavallı olduğum belliydi. Ama o benim görünüşümle ilgilenmektense, kabanının sağ tarafına bakarak eliyle silkeledi. Sonra sevgilisine bir şeyler söyleyerek, lavaboya doğru yöneldi. Kız bana doğru öfkeyle baktı. İşte o anda bir kere daha yıkıldım. Bana çarptığında üstüne leke bulaşmıştı. Ben istememiştim ki onun üstünü kirletmeyi. Ben de isterdim temiz elbiseler giyip gezmeyi. Ne yapabilirdim ki? Kısacık saçak, altına sığınmamım karşılığını çıkartmak istercesine, üstüme kirini akıtmıştı. Kuruyamamıştım ki. Ne yapabilirdim? Garsonlar masalara ardı arkasına tabaklar taşıyorlardı. Elimi cebime soktum. Yırtık astarından tenimi hissettim. Param yoktu. Borç alabileceğim bir arkadaşım ya da kazanabileceğim biri işim yoktu. Çok aramıştım ama ben bir sokak çocuğuydum. Kim bana iş verirdi ki? Orada öylece durup ciğerlerime doğru çektim yemek kokusunu. Yanaklarımı şişirdim bu kokulu havayla. Gözlerimi kapayıp hayal kurabilirdim en azından. Kim ne diyebilirdi ki? Bir anda suratımda patlayan bir tokatla ayrılmak zorunda kaldım hayallerimden. Lokantanın sahibi kızıl kaşlarını çatmış, beyaz önlüğünün içinden belli olan göbeğiyle dikilmişti karşıma. "Defol" dedi bağırarak. "Defol git gözüm görmesin. Müşterilerimin iştahını kaçırıyorsun". Cebimden çıkardığı elimle yanağımı tutarak öylece hareketsiz durdum. Adam itti beni. Yere düştüm. Üzerim çamurlanmıştı. Kahretsin, ben ona ne yapmıştım ki? Şimdi başka kızlar da bana daha fazla öfkeyle bakacaklardı. Kızıl bıyıklı, şişman adam sadece hayallerimi değil, insanlara daha yakın olma şansımı da almıştı benden. Bir annem yoktu ki üstümü temizlesin. Şimdi sokakta insanlara çarpmamak için daha dikkatli olmam gerekecekti. Yerden kalkarak öfkeyle yumruklarımı sıktım. Öfkem yalnızca dükkan sahibine değil, tüm insanlaraydı. Temiz kıyafetli birisine böyle bir şey yapılsa en azından çevredeki kalabalıktan birisi "yapmayın, ayıptır" gibi şeyler söyleyerek, araya girmeye çalışırdı. Kimse böyle bir şey yapmadı. Bir kaç meraklı göz seyrediyordu benim o halimi. Bir fısıltı duydum. Kaşlarına kadar beresini çekmiş, takım elbiseli bir adam yanındakine doğru eğilerek "bunlara böyle davranmazsan tepene çıkarlar" dedi. Ben sadece bir sokak çocuğuydum. Oradan uzaklaştım, öfkemi dizginlemeye çalışarak. Dört senedir sokaklarda yaşıyordum. Ama hâlâ bu tür şeylere alışamamıştım.
Babam çok içerdi. Annemle beni sırf sevk olsun diye döverdi. Yine bir gece içkili bir halde eve geldi. Tek odalı gecekondunun bir köşesine serilmiş yer yatağımda yatıyordum. Rüyamda bir parktaydım. Salıncakta sallanıyordum. Bir anda babamın öfkeli sesiyle uyandım. Anneme bağırıyor ve onu saçından tutarak yere doğru savuruyordu. Benim uyandığımı anlamaması için nefesimi bile tutmuştum. "Orospusun" sen diye bağırıyordu. Yere düşen kadını, tekmelemeye başladı. Belinden kayışı çıkartmaya uğraşırken bağırmaya devam ediyordu. Elinde tuttuğu siyah deri kemeri defalarca vurdu. Annemin çığlıkları, boyası dökülmüş taş duvarlarda yankılanıyordu. Yere öylece uzanmış bir halde eliyle kafasına inen darbelerden korunmaya çalışıyordu. "Yapma, ben sana ne yaptım" diye haykırıyordu ağzından kan boşalarak. Güzel yüzü kana boyanmıştı. Onun yüzünü öpmeyi çok severdim. Pamuk gibi bir teni vardı. Yanaklarını okşar "anneciğim" diye ona kocaman öpücükler verirdim. Annem hâlâ haykırıyor ve babama vurmaması için yalvarıyordu. Babam vurmayı keserek, mutfak olarak kullandığımız kısma doğru yöneldi. Yüzü bana doğru döndüğünde, pencereden sızan ay ışığında elinde parlayan mutfak bıçağını gördüm. Anneme doğru yönelerek defalarca sapladı. Zavallı annem ölmeden önce elini bana doğru uzatmaya çalıştı. Son bir kez saçlarımı okşamak istercesine. Belki de çığlıkları duyup şans eseri oradan gecen bir polis ekibi gelmeseydi ben de ölmüştüm. Keşke öyle olsaydı. Annemi hiç değilse ahirette doyasıya öperdim. İşte ben daha on iki yaşındayken, babam annemi öldürüp hapse girmişti. Yirmi beş sene hapis cezası almıştı. Ne zaman uyusam o kabus gibi geceyi görürdüm. Bana kimse sahip çıkmadı. Zaten akrabamız da yoktu. Ev sahibi eşyaları dışarı atarken ben de bir eşyaymış gibi dışarı atıldım. Komşularımız bana sahip çıkmaya çalıştılar bir müddet. Bir iki ay böyle geçti. Ardından bana doğru uzatılan her tas yemek, serilen her yatak kafama vurulmaya başladığında kaçtım. Belediyeye gittim. Sahip çıkmadılar. O aklımla çocuk kurumuna başvurdum, neden bilmem almadılar.
Benim bir bilinmeyene doğru yürüyüşüm işte o zaman başladı. Yaşamak için dilendim. Diğer sokak çocuklarıyla birlikte yaşadım. Ama asla bir devamlılık sağlayamadım. Asla bir kalacak yerim ya da devamlı kazancım olmadı. Çok pis bir ortam bu be. Siz nedenini kendi kafanızdan yorumlayabilirsiniz. Size bir ipucu vereyim. Bulabileceğiniz en uçuk düşüncelerle dahi neden devamlılığı sağlayamadığımı yorumlasanız bile, emin olun ki asla abartmış sayılmazsınız.
Lokantanın yanındaki sokağa saptığımda artık dayanacak gücüm kalmamıştı. İki gündür yiyecek bir şey bulamamıştım. Sanki uzayın derinliklerinden gelen bir şey insanlardaki tüm acıma duygusunu yok etmişti. Tüm iyi insanlar saklanıyordu sanki. Karnımı doyurmak için başvurduğum tüm kapılar suratıma kapanmıştı. Ben açtım, üşüyordum. Sadece kalacak bir yer ve yemek istiyordum. Ne ünlü bir artist olmak, ne bir futbolcu, ne de zengin... Hayallerim yoktu benim. Olamazdı. Buna izin vermiyorlardı. Bir simitçi gördüm. Ne de güzel gözüküyorlardı gözüme. Üzerlerine susam ekilmişti. Kıpkırmızıydılar. Kokusu burnumu yakıyordu. Dayanamadım. Oraya doğru yaklaştım. Kalbim adeta göğüs kafesimi delecekmişçesine atıyordu. Damarlarımdaki kan yakıyordu bedenimi. Simitçinin altına sığındığı yeşil, büyük şemsiye bir anda bir ejderhaya dönüşmüş, oraya yaklaştığım anda sanki beni parçalayacaktı. Simitlerin içine konulduğu camekan, gözüme aşılması imkansız bir hapishane gibi gözüküyordu. Açlığıma son verecek tek imkanımla aramdaki, derin bir uçurumdu. Ağır adımlarla yaklaştım tezgaha. Ejderhaya artık önem vermiyordum. Öylesine açtım ki ölüm bana bir dost gibi gözüküyordu. Tezgaha yaklaşıp üşüyen ayaklarının üzerinde bir tavşan gibi zıp zıp zıplayan simitçiye en samimi sesimle "Ağabey, çok açım. Param da yok. Bana bir simit verir misin?" dedim. Bu sözler dudaklarımı yakarak çıktı. Çatık kaşlı, asık suratlı bir hakimin karşısında, hakkındaki kararı bekleyen bir sanık gibi heyecanlıydım. Hakimin ağzından çıkacak bir söz benim için hayatın kaderi demekti. Tam o anda bir müşterisine iki tane simit veren adam bana doğru dönerek "Hadi git lan. Senin gibi elli kişi geliyor her gün buraya" diyerek, sanki bir sineği kovuyormuşçasına elini salladı. Ben bir sinek değil bir insanım diye bağırmamak için zor tuttum kendimi. İçimde giderek kabaran öfkemi dizginlemeye çalışarak "ağabey çok açım" diye üzgün sesle tekrarladım. Şüphesiz elindeki keskin baltasını kurbanının boynuna indirmeye hazırlanan bir celladın bile içinde acıma duygusu oluşturacak bu yalvarışım, bu adamda hiçbir etki yapmadı. Ejderha uzun tırnaklarıyla beni parçalamaya çalışıyordu. Simitçi gelen bir müşterisine de servis yaparken "Git buradan. Yoksa seni öyle bir döverim ki anan bile tanıyamaz" dedi sinirli bir sesle. İşte o anda içimde bir şeyler koptu. Öfkem acıya dönüştü. Bir anda müşterisine doğru uzattığı içinde üç tane simit olan poşeti kapıp, delicesine koşmaya başladım. Arkamdan avazı çıktığı halde "Tutun. Hırsız var" diye bağıran simitçi olduğu halde koşmaya devam ettim. Hayatta ilk kez hırsızlık yapıyordum. Çok aç kalmıştım ama asla hırsızlık yapmamıştım. Ne zaman bu raddeye gelsem kursağıma girecek bir şeyler bulmayı başarmıştım. Nedendir bilinmez hırsızlık yapma düşüncesinden nefret ederdim. Göğsüm körük gibi şişip, iniyordu. Yanaklarım basınçtan kızarmış bir haldeydi. Simitçi ise hala peşimden bağırarak koşuyordu. Beni tutmaya çalışan bir iki kişiden ustalıkla sıyrıldım. Geriye dönüp bakamıyordum ama, "hırsız var" nidalarından anladığı kadarıyla bir iki kişi daha kovalamacaya katılmıştı. Bir türlü bıkmıyorlardı kovalamaktan. Artık dayanacak gücüm kalmamıştı. Peşimden koşanların sesine kıyıya vuran, beyaz köpükleriyle göze hoş bir görüntü veren dalgaların sesleri de karışmıştı. Attığım her adım içimdeki acıyı bir kat daha arttırıyordu. Neden bilmem yaşadıklarımı gözümün önüne getirdim. Babamın attığı dayakları, sokaklara düştüğümde insanların acımasızlıklarını... Bir yaz günü, öğleye doğru, yemyeşil ağaçlarla kaplı bir pakta gözlerimi açmıştım. Ağaçlara konan kuşlar birbirlerine aşk şarkıları söylüyorlardı. Sevgililer banklara oturmuşlardı. Birbirlerinin ellerini tutuyor, kulaklarına aşk sözcükleri fısıldıyorlardı. Parkta o kabus gecesi rüyamda gördüğüm salıncakların aynısından vardı. Çocuklar vardı orada. Neşeli, cıvıl cıvıl çocuklar. Elma gibi kızarmış yanakları vardı. Neşeyle kahkahalar atıyorlardı. Anneleri onları sallıyordu. Çocuklar neşeyle bağırıyorlardı, avaz avaz. İçimi bir sıcaklık kaplamıştı. Oraya doğru yanaştım. Yine üzerimde yırtık pırtık giysilerim vardı. Salıncakların birisinde sarı saçları buklelerle bezenmiş, zeki gözlerle etrafa bakıp, neşeyle kahkahalar atan bir kız çocuğuyla, yine üç dört yaşlarında simsiyah gözlerinde saflıktan başka bir duyguya yer olmayan bir erkek çocuğunu yine anneleri sallıyordu. Onların neşesi içimi ısıtmıştı. Bir anda bana doğru ilerleyen bir adam bir çöp poşetini tutuyormuşçasına, parmaklarının ucuyla omzumda tutup beni yana doğru savurdu. "Defol, buradan" dedi. Korktum. Geri geri yürümeye başladım. Oradaki bir bankta bulunan yaşlı kadın, adama seslenerek "Bunlardan her kötülük beklenir. Bunları çocuklara yaklaştırmamak lazım. Neden sokarlar bu gibi insanları parklara. Bu tipleri buralardan uzak tutmak lazım" dedi. Adam kafasını onayladığını gösteren bir tarzda sallayıp, bana öfkeyle bağırdı. Kaçtım oradan. Ama korktuğumdan değil, göz yaşlarımı görmesinler diye. Beni o halde görüp iyice aşağılamalarını istemiyordum. Ben sadece onların neşesini paylaşmaya, biraz daha olsun bu sevgi dolu ortama yakın olmaya çalışıyordum. Ama buna hakkım yoktu. Çünkü ben bir sokak çocuğuydum. Hep böyle şeyler yaşamıştım. Bir kere olsun sevgi görmemiştim. Bana nasıl kızarlardı ki? Bir fırsat, bu hayattan kurtulmam için bir fırsat vermişler miydi? Beni tanımaya çalışmışlar mıydı? Hayır. Sadece öfke kusmuşlardı, o kadar. Hâlâ koşuyordum. Dayanamıyordum artık. Ruhum acıdan kıvranıyordu. Bu hayat beni kahrediyordu. "Yeter artık" diye bağırdım bir anda durarak. Bu hareketime çok şaşırmış olacaklar ki beni kovalayanlar da durup, şaşkınlıkla bana bakmaya başladılar, oradaki kalabalıkla birlikte. "Yeter artık" diye haykırışımı yineledim. Bu feryadım, sevginin, insanlığın yok oluşuna bir isyanımdı. Elimde hırsızlıkla elde ettiğim poşet olduğu halde kalabalığa döndüm. "Tüm istediğim karnımı doyurmaktı. Çalmak istemedim. Sizden yardım istedim ama hiç biriniz buna yanaşmadınız. Hep horladınız. Siz sıcacık yataklarınızda, yorganlarınıza sarılırken ben rüzgara, yağmura sarıldım. Siz yumuşacık yastıklarınıza baş koyarken ben tuğlalara başımı koydum. Siz sofrada yemek beğenmezken ben çöplerden yiyecek bulmaya çalıştım. Siz yataktan kalkıp işe gitmeye üşenirken ben iş aradım. İki senedir yeni bir elbisem olmadı. Bir sevgi sözü duymadı bu kulaklarım. Islak kaldırımlarda dolaşırken, hep ayaklarım üşüdü. Kimse saçlarımı okşayıp yanaklarımı öpmedi." diye bağırmak istedim onlara. Ama hayır, bunu yapmadım. Hem yapsam ne olacak? Onlar bir şey anlamazdı ki. Poşeti yere attım. Açılan torbadan susamlı taze simitler saçıldı etrafa. Göz yaşlarımı göstermek istemediğim için tek insan olmayan yere, denize doğru döndüm yüzümü. Dalgalar hâlâ beyaz köpükler çıkartıyorlardı. Kollarımı açarak suya atladım. Beni şefkatle sardı deniz. Saçlarımı okşadı tam istediğim gibi. Bana kalacak yer vermek için içine doğru çekti. Etrafım suyla kaplanınca, annemi gördüm. Pamuk gibi tenini okşamak, ona yine kocaman öpücükler vermek istedim. Gülümsüyordu bana. Sarı saçları dalgalarla dans ediyordu. Elini o gece olduğu gibi bana uzatmıştı. Ben de elimi uzattım ona...
Başımı öne eğmiş, gözlerimi parçalanmış ayakkabılarıma dikmiş bir halde yürüyordum, ıslak kaldırım taşlarında. Duygusuz, asık suratlı taş duvarlar sarmıştı etrafımı.