Paramparça Entelektüeller ve Fikirler: "İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri" Başlıklı Ertelenen Konferans Sonrasında Türk Entelijansiyası
Tanrı hepimizi cehaletten korusun. Çünkü bugünlerde Tanrı hepimizi taşkafa aydınlarla tecrübeden geçiriyor. Olsun, hastalık henüz bedenimize sızmış değil.
Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılması düşünülüp iptal edilen Ermeni Konferansı'nın konuşmacılarını kastediyorum. Bu yazarların metinlerine on yıllar boyu zahmet edip eğildim. Eserlerini inceledim. Yani, muhteremlerin ne dediklerini anlamaya çalıştım, defalarca kafamda döndürdüm, durdum.
Ve şimdi onları, ellerinde tahta bir haç, gökkubbemize girmiş şaşkınlar, yüzlerinde bir yarasa karanlığı olarak görüyorum.
Bunların güya bir düşmanları var, resmi tarih tezi. Bir statüko, bir devlet tezi, tutturmuşlar. Akıllarınca bu resmi tezleri şeytanileştirmeye çalışıyorlar.
Yani, bütün kötülüklerin kaynağı bu resmi tezlermiş. İşte bu yüzden yaygaralarının yettiği Avrupa'daki lobilerle bu tezleri kanundışı ilan etmeye başladılar bile.
Şimdi? Şimdi, ülkemizde bu tezleri o küçük beyinleriyle insanlıkdışı hale getirmek için aydınca kahramanca hoplaya zıplaya kavga veriyorlar. Allah sonlarını hayırlı etsin.
Yüz elli yıl önce hepsi Osmanlı'nın toprağı, tebaasıydı, aldıkları yetmedi. Yine istiyorlar, yüz elli yıldır, kazmayı aynı yerden vuruyorlar...
Neden? Çünkü halkı, ulusal onuru, devleti yıpratmak istiyorlar. Hedef yıpratmaktır, ileri. Genç kuşağın kafasını karıştırmak, çünkü, fesatla, sinsilikle yoğrulmuşlar...
Peki bu 'yıkma' işini hangi kazmalarla yapıyorlar? Şu kazmalarla: Demokrasi, liberalizm, aydın sorumluluğu, özgürlük gibi kavramlarla.
Aslında bu kavramlar küçük sevimli şeytanlar. Çünkü bu kavramlar I. Dünya Savaşı'nda ellerinde patlayan zavallı, küflü, paslı savaş baltaları!
Şimdi, bu muhterem zevattan, herhangi birinin son on yılda bölgemiz hakkında yazdığı iç/dış politika/yorum/analiz yazılarına iyi bakalım. Ne demişler, ne istiyorlar, anlayalım. Ciddi bir şey tartışıyorsak neler düşündüklerini bilelim.
Zahmet buyurmayın, ben baktım. Yazılarında ortaya şöyle bir yekün çıkıyor:
Lübnan'da Maruniler, İsrail'de Yahudiler, güneyimizde Barzani, doğumuzda Ermeniler, Kıbrıs'ta Rumlar, bu muhteremlerin yazılarında sürekli haklı çıkıyor...
Yani, yazılarının tümüne baktığımızda, bölgemiz üzerine neler düşünüyorlar diye tetkik ettiğimizde, ortaya çıkan manzara bu.
Bu topraklarda, bu yazarların fikirlerine göre, iyilik, doğruluk, hak, hukuk, demokrasi, özgürlük, liberalizm, insanlık, aydınlık, gelecek, en haklısı, en iyiler, işte şunlar:
MARUNİ, YAHUDİ, RUM, ERMENİ ve BARZANİ...
İşte asıl konferansı bunun için toplayalım. Bu muhteremlerin yazılarını masaya koyup tartışalım. Ve bu muhteremlerin yazılarına bakıp onlara soralım. Neden sizlerin yirmi yıllar boyunca bu topraklarda yazdığınız yazılarda, hep, Kıbrıs'ta Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Maruniler ve Barzani, her defasında haklı, doğru çıkıyor!...
Bu muhteremlerin yazılarını yine toplayalım, inceleyelim, bu sefer onlara şu soruyu soralım. Sizin yazılarınızda neden Müslümanlar, Türkler, Farslar, Araplar hep haksız çıkıyor... Yazılarındaki sıfatları da ortaya koyalım, bunlara göre, Türkler/Farslar/Araplar hep, despot, diktatör, geri kalmış, çağdışı, aşağılık, demokrasiden anlamaz!..
Bir muziplik yapmıyor, bu cümleleri komedyenlik adına kaleme almıyorum, bu konferansı tertip edenlerin metinlerindeki felsefi dökümü ortaya koyuyorum.
Onlara göre demokrasinin ve özgürlüklerin en güzel çiçekleri, İsrail'de Yahudiler, Lübnan'da Maruniler, Kıbrıs'ta Rumlar, güneyimizde Barzani ve şüphesiz Ermeniler!..
Şüphesiz bu çiçekten demokrasiler/özgürlükler arkasında sıkı bir stratejik düzen var. Avrupa Birliği gibi. ABD'nin emperyalizmini görmemek gibi. Gözle görülmeyen bağlar da var, vakıflardan beslenmek gibi.
Hani, bizim de aklımız yok ya, hani biz de kekiz, şebeğiz ya, bunlara uyduk, onların aydınlık yolundan yürüdük, ne olacak. Diyelim Ermeni tezlerini kabul ettik, diyelim, ülkemiz ve halkımızın haysiyetini kırmalarına izin verdik, diyelim tazminatlar ödedik, diyelim daha ileri gittik, toprağımızın ne kadarını verelim tartışmalarına başladık, bitti mi?
Sonra şunlar olacak, bir konferans daha toplayıp, şu sonuçlara doğru ilerleyeceğiz: 'Mustafa Kemal aslında köylülerden çocuklarını zorla askere aldı, köylülerin erzaklarına el koyup cephanesine kattı...'
Hani, kekiz, şebeğiz ya, yine bitti mi? Bitmez!
Bin yıllık tarih, ellerinde kazma, devam edecekler. Özgürlük deyip, aydınım deyip sallayacaklar...
Ama bu tarih bin yıllık, çok uğraşmaları lazım. Çünkü kazmayla yıkılamayacak şeyler var. Vakıflardan beslenmeyle çürütemeyecekleri çok değerler var. Şimdi mesela Yunus Emre'nin, Mevlana'nın neresine vuracaksın kazmayı. Allah insanı çarpar? Peki toptan şehit olmuş 57. Alay'ın neresine vuracaksın kazmanı!..
Bu muhterem yazarlara bir de başka yerlerden bakalım, metinlerini önlerimize serelim. Ortadoğu topraklarının şairleri, evliyaları, kültürleri, türbeleri, yıkılan kubbeleri, folklorü, dili, şehitleri ve bağımsızlık savaşları, ne varsa bakalım. Bakalım metinlerinde bizim kanımıza işlemiş bu değerlerden bahseden var mı?
Yok... Yani, bu toprakların kültürel/edebi/dini/milli tarihiyle bir duygusal ilişkiyi dillendiren metinleri yok ortada. Peki ne var, sayfalarını çevirdikçe, kuşlar gibi cıvıldayan özgürlük, demokrasi, aydın olma, gibi kavramlar var...
Yani kardeşlerim. Şu soruyu soralım. Neden Ermenistan'da Ermeniler, İsrail'de Yahudiler, Lübnan'da Maruniler, Kıbrıs'ta Rumlar ve güneyimizde Barzaniler bu kazmalarca hep haklı çıkıyor. Ve bu kazmalar niye hep buralara vuruyor!..
Bu tesadüf mü? Bu devlet ve halkların isimlerine bakın, tampon bölgelerine, devletlerine bir daha bakın...
Bunun bitmemiş 1.dünya savaşı olduğunu göreceksiniz. Bugün verdikleri yıpratma savaşı, birinci dünya savaşının, devamıdır. Bu yüzden Lozan yırtılmak isteniyor. Mustafa Kemal Samsun'a çıkmasaydı, işler yolunda olacaktı, İngilizler İstanbul'u, Yunanlılar Ege'yi terk etmek zorunda olmayacaktı. Ama Lozan inşa edildi.
O halde, Lozan yıkılmalı. Bugün 1.dünya savaşıyla bu halklar devlet olmuş ya da siyasi haklar kazandılar. Yüz elli yıl önce hepsi Osmanlı'nın toprağı, tebaasıydı, aldıkları yetmedi. Yine istiyorlar, yüz elli yıldır, kazmayı aynı yerden vuruyorlar...
Bu insanlar içinde doğdukları halklarını, kendi tarihlerini, kendi onurlarını, kendi kültürlerini, kendi dillerini, dinlerini sevmemek gibi hastalıkları var, bu yüzden bizim çektiğimiz acıları çekmezler...
Ama ben bu yazıyı başka bir şey için yazdım. Şunlara bakın, Kıbrıs'ta Rumlar, Lübnan'da Maruniler, Ermenistan'da Ermeniler, İsrail'de Yahudiler, hepsinin ortak bir kimliği var?
Bir tornadan çıkmış, vakıf desteklerinden beslenmiş, yabancı ajan servislerince piyasaya sürülmüş bu insanların bu cüretleri ve küstahlıklarının altında ne var?
Nedir ortak kimlikleri? Bakın hepsi komşularıyla oturmak / karışmak istemiyor. Tampon devletler. Çelikten gömlek gibi kafes duvarlardan sınırlar. Kız alıp vermek istemiyor. Ortak mahalle pazarı kurmak istemiyor.
Çünkü, kendilerini, Batılı, farklı, çok yüksek ve güçlü bir kültürün mucizeleri olarak görüyorlar. Bu beş/altıyüz yıldır böyle. Kendileri cici, Batılı, akıllı, her şeyi bilen, anlayan. Ama komşuları pis, Müslüman, çağdışı, aşağılık...
Soralım Ermenistan'da kaç tane yabancı yaşıyor, Maruniler binlerce yıl Lübnan'da niye hala Müslüman mahallesine karışmıyor, Kıbrıs'ta Rumlar Annan Planı'nı niye kabul etmedi.
Buradan nereye geleceğim. Bu konferansı tertip edenler de işte bu yüksek kültürün, ileri Batı medeniyetinin en ileri çocukları. Aralarına, başka kimseyi almak istemiyorlar. En uygar fikirler onlarda. Oturup, kendi aralarında büyük meseleleri konuşacaklar. Aşağılık halkların statükocu, despot, diktatör yazarlarını niçin alsınlar?
Kardeşlerim. Bu saçma sapan kazmaların demokrasi, aydın, özgürlük gibi fikirlerine kananlar, onlar gibi suratsız, meymenetsiz olurlar. İnsan yüzü görmek istemiyorlar.
Halkımızın çocuklarının yüzlerini, dillerini, dinlerini, giyimlerini, alışkanlıklarını, tarihini 'konuşmak' istemiyorlar. Bu yüzden Batıdakiler gibi gittikçe 'insan sıcaklığını' kaybediyorlar. Ama tanımaktan, karışmaktan korktukları bu halkların çocuklarının yüzlerinde hala onları anlamak gibi, etten kemikten, duygudan ifadeler var.
Hepimiz hala bu Batı özentisi, Batı'nın aşağılanmalarıyla yetişmiş aydın kuşağı hayretle, şaşkınlıkla izliyoruz...
Bir tornadan çıkmış, vakıf desteklerinden beslenmiş, yabancı ajan servislerince piyasaya sürülmüş bu insanların bu cüretleri ve küstahlıklarının altında ne var?
Dünyanın hakim güçlerince desteklenip üstümüze sürüyorlar!.. Hayal dünyasında 'aydıncılık' oynuyorlar!...
Biz, 1. dünya savaşı bitti diyoruz, bitmedi diyorsanız, bir daha gelin, öyle uyduruktan demokrasi, özgürlük, aydınım, lafları yemiyor artık.
· 'YARALAYAN' ONUN SÖZLERİDİR, DİĞERLERİNİN Kİ DEĞİL / KÜRŞAT BUMİN
(28 Mayıs 2005 - Yeni Şafak)
(Editörün Notu: Başlıkta ayrı yazılan "-ki" eki gazetenin baskısında ve internet sayfasında ayrı yazıldığı için buraya aynen alınmıştır.)
Gazeteler sadece konferansın değil aslında demokrasinin "ertelenmesi"ne yol açan malum açıklamalar hakkında yazılıp çizilenlerden geçilmiyor... Yazılıp çizilenleri kaba olarak üç gruba ayırmak mümkün: 1- "Ağzına sağlık Cemil Çiçek"ciler. 2- "Hiç mi hiç zamanı ve yeri değildi AMA"cılar. 3- Ortadaki hükümet kaynaklı "skandal"ın sadece konferans konusu ile sınırlı kalmayıp, geniş olarak toplantı ve ifade özgürlüğü, dar olarak ise akademik özgürlüğe nizam vermeye çalışan bir müdahale olarak anlaşılması gerektiğini ilan edenler.
Türkiye'de bu üç grup ve dolayısıyla bu üç yaklaşım şekliyle -tabii ki- sonunda ertelenmek zorunda bırakılan konferans dolayısıyla karşılaşmadık. Bu "gruplaşma" ülkenin önüne çıkan hemen her kritik meselede kendisini göstermiyor mu?
Birinci grupta yer alan çoğu yazar-çizere söyleyecek fazla bir şeyimiz yok. Yazılı basında kapılarını (nihayet!) Reha Muhtar'a da açan bu gruba ilişkin belki şu iki kısa "dipnot" düşülebilir: Bunlardan birincisi, Hasan Celâl Güzel gibi -fikriyatı bütününde nasıl olursa olsun- "düşünce açıklamak"tan dolayı Ayaş hapishanesinde gün saymış bir insanın iş biraz nazikleşince vakit geçirmeden soluğu "eski dostu" Çiçek'in yanında alması düşündürücü bir "tutarlılık" örneği değil midir? Bu fasıla ilişkin ikinci dipnotunu da, "merkez medya"nın sırasında bir kalemi ne hale getirdiğinin iyi bir örneği olarak Akşam'dan Nihat Genç hakkında düşmek yerinde görülür mü acaba? Bugüne kadar imzasını birçok güzel metnin altında gördüğümüz bir yazarın elinden "Kazmalar ve maşalar" başlıklı baştan sona "deli saçması" (yoksa, "deliler"in günahını almadan doğrudan "zırvalar" mı desek acaba?) ile dolu bir yazının çıktığına şahit olmak da, bu ülkenin okurlarının bir kaderi olsa gerek...
İkinci gruba (yani "Ama"cılara) ilişkin olarak da, bu grubun içinde yer alan kuvvetli bir kalemden çıkan şu cümleyi hatırlatmakla yetinelim:
"Elbette akademik özgürlükler kavramı, Türkiye'nin temel tezlerine karşı görüşlerin ifade edilmesini de içerir, 'soykırım' diyenler de konuşur. Ama bir dernek veya kulüpte değil, 'üniversite'de yapılan böyle bir konferansta tek yanlı görüşler işlenir de Türkiye'nin savunageldiği tezleri savunacak tarihçilere, hukukçulara, diplomatlara konuşma imkânı verilmezse bunu 'akademya' ve 'üniversite' kavramlarıyla bağdaştırmak mümkün değildir." (Taha Akyol, Milliyet) (Burada bir parantez açmamak olmaz herhalde: Yazar madem ki böyle akıl yürütüyor, o halde yazarın "Harp Akademileri"ndeki giderek sıkça düzenlenen "bilimsel" toplantılara Mango ile birlikte İngiliz yazarın ilgi alanına giren konuları çalışan ve farklı düşünen akademisyenlerin çağrılması gerektiğini de hatırlatması gerekmez mi?)
(Sırası değil belki ama Andrew Mango'nun adı geçti diye hatırlatıyorum: Konferans'ın düzenleyicileri ve katılımcıları tarafından yapılan ortak yazılı açıklamayı internetteki sayfasına yerleştirdiği halde kağıt üzerine baskısında kaldıran Hürriyet'in haberine göre, Çiçek'in konuşmasını değerlendirirken "Atatürk'ün benzer bir toplantının yapılmasını desteklemeyeceğini, ancak karşı çıkarken ölçüyü de iyi ayarlayacağını kaydedin" hatırlatmasını yapan Mango sözlerine şöyle devam etmiş: "Atatürk konferansa pragmatik yaklaşırdı, konuşurken davaya hizmet eder mi ona dikkat ederdi." Hey Allahım, başımıza son yıllarda bir de Mango çıktı!)
Durun yazıyı daha noktalamadık, hatta buraya kadar ki "giriş"le sözü getirmek istediğim yere henüz ulaşmadık:
Buraya kadar örneklerle sıraladığım üç gruba dahil etmek istemedim bir yazar var sırada. Ve açık söyleyeyim, konferansın başına gelenlere ilişkin yayımladığı yazılarla beni en fazla düşündüren ama aynı zamanda şaşırtan ve "yaralayan" bir yazar o... Çiçek'e açık ya da örtülü destek çıkan diğer kalemlerin yazıp çizdikleri benim açımdan o kadar düşündürücü, şaşırtıcı ve (hiç mi hiç) "yaralayıcı" değil. Ama o nasıl yapabildi bunu?
Tanıştığımızdan beri (eskisini bilemem) bu yazarın kaleminden "...birinci paragraftaki 'hüsnü zannım'a da ihtiyatla yaklaşmak gerektiği inancındayım" gibi bir cümleyi okuduğumu hatırlamıyorum...
Tanıştığımızdan beri (eskisini bilemem) bu yazarın kaleminden "Resmi görüş 'Soykırım yok' şeklinde olduğuna göre, sempozyuma katılanlar 'soykırım olmuştur'u savunacaklardı" benzeri, "niyeti" mahkûm eden bir cümleyi okuduğumu hatırlamıyorum... Tanıştığımızdan beri (eskisini bilemem) bu yazarın kaleminden "Ve tabii, 'gerçeğin ortaya çıkmasına tahammül edilmedi' yollu 'kıstırma' temaları hemen içerde işlenmeye başladı" gibi "malum koro"ya iştirak eden bir cümle okuduğumu hatırlamıyorum...
Tanıştığımızdan beri (eskisini bilemem) bu yazarın kaleminden "Doğrusu ben, bu girişimin bir 'gerçeği arayış' girişimi olduğu kanaatinde değilim" gibi (kusura bakmasın ama) bir "klişeyi" tekrarlayan bir cümle okuduğumu hatırlamıyorum...
Hele bu yazarın "Üniversitelerimizden üçü bir araya gelip 'başörtüsüne özgürlük sempozyumu' düzenlerse, ben mahcup olmaya ve özür dilemeye hazırım" gibi bir cümleyi -hem de önündeki katılımcı listesine bakarak- nasıl yazabildiğini hiç mi hiç anlamıyorum...
Söylediğim gibi; diğerleri bir yana ama bu cümleler ve benzerleriyle oluşturulmuş iki yazı -sizi bilmem ama- beni çok düşündürdü, çok şaşırttı ve çok da "yaraladı" doğrusu...
Ne diyelim? Yoksa kongrelerden dışarıya taşan "Beraber yürüdük seninle bu yolda.." şarkısının "fazla yeni" ve aynı zamanda "hiç mi hiç kalıcı olmayan", yani "geçici", yani "akıldan çabuk çıkacak", "fantezi" türünde bir şarkı olduğunu iddia edenlerin tespiti doğru mu?
· NİHAT GENÇ DELİ ZIRVALARINA DEVAM EDİYOR / NİHAT GENÇ
(2 Haziran 2005 - Akşam)
Yeni Şafak yazarı Kürşat Bumin Bey, geçen hafta bu sütunda yazdığım 'Kazmalar ve Maşalar' adlı yazım için, köşesinde, deli zırvasıdır, tabirini kullandı. Hatta, delilere günah olur, zırvalıyor, dedi.
Oysa yazımda hiçbir özel isim kullanmadım. Kişiler üzerine konuşmadım. Dolayısıyla kişisel bir kabalık, yani, hakaretim söz konusu değil. Ne yaptım, Ermeni konferansını tertipleyen zevattan bazılarının siyasi kanaatlerini, demokrasi, özgürlükten ne anladıklarını, genel siyasi düşüncelerini kendimce değerlendirdim. Herkes gibi benim de genel siyasi eğilimleri/kavramları, tarafların tutumlarını, genel konuşma havası içinde değerlendirme şansım, hakkım, vardır.
Ancak ben bu suçlamalara alışığım. Ne zaman birilerini gocundursam, ölçüsüz, uçmuş, sınırları aşmış, yakıştırmalarına maruz kalırım.
Bu suçlamalar, bu tuzak dolu oyunun bozulmuş olmasının infialidir. Ben bu konferansı tertipleyen birçok yazarın, yazarlık ahlakı, geleneği, ülke sorumluluğundan hareketle ortak ölçüleri olmadığını zaten biliyordum.
Şu andaki psikolojileri: Hem kibir hem pişmanlıktır. Ve tabii bu son girişimleriyle, tekellerinde tutmaya çalıştıkları sağduyudan kopmuş olmanın, yani, çökmüş olmanın bozgununu yaşıyorlar.
Çünkü bu abiler, sağduyunun kendi özel mülkleri olduğu, karşı tarafın ise her zaman galeyan, linç kültürleriyle hareket ettiği düşüncesindeler.
Velhasıl, ülke çapında bir rezillik yaşadılar. Yani, kendi entelektüel kimliklerinin kimyasıyla biraz daha uğraşmaları gerekecek. Sağduyu gibi derin, yüksek terazileri bu kadar hırçınlık ve sinsilikle ellerinde tutamayacaklarını bu konferans girişimi ortaya çıkarttı.
Psikolojik gerginlikleri, bu hadiseyle tam bir ölçüsüzlüğe, paniğe varmış, infilak etmişlerdir. Şu anda saç saça, baş başa kendi aralarında didişmekteler.
Artık onları toplum içine çıkartacak ahlaki bir dayanak, destek, bu son hamleyle unufak olmuştur. Herkesi yargılamayı tekellerinde sanan bu beyler, muarızlarına tiksintiyle bakmayı kişilik kompleksi haline sokmuşlar ve sonunda çözülmüşlerdir.
Bir arkadaş grubu Ermeni konferansı bahanesiyle kenetlenmiş ve bir toplumun değerlerine daha da ötesi bilim ahlakına küstahca kafa tutmaya kalkmışlar, hepsi suçüstü yakalanmıştır.
Ancak, şunu da biliyorum, küstahlıktan başka suçları yoktur. Küstahlık, burun büyüklüğü, kendine aşırı güven ve muarızları ne yapsa beğenmeyen ve her şeyi ben bilirim gururudur. Bu da bir kendinden geçme halidir. Her uçuş bir düşmeyle nihayet bulur. İnsanlar yüksekten düşünce kolları ayakları kırılır, yazarlar düşünce, burunları kırılır...
Bu arkadaş kulübü, yazarların onurlarını kelimelere rehine bıraktıklarını unutup, ne yazarlarsa yazsınlar, onurlarına zeval gelmeyecekleri gibi bir cüretkarlığa teşebbüs etmişlerdir. Ama artık bilime karşı gösterdikleri bu siyasi çalım bu tuzak dolu girişimle damgalanmışlar ve lekelenmişler ve şimdi, birbirlerini terk edip kaçmak üzereler.
Aslında bu hadise, bir yazar grubunun imtiyazlı sınıf gibi hareket etme girişimiydi ve içip içip kulenin tepesine çıkıp ne var atlarız bize bir şey olmaz denemesiydi...
Gelelim Kürşat Bumin beye... Kürşat bey, inceleyici, çözümleyici, zevkli, ayrıntılı yazılarıyla medya için değerli bir kalem.
Hakemliğe soyunmuş. Hakemlik için 'cin' değil bilge olunmalı. Bilgelik yeteneğin üstünde artık marifeti, yani, yüksek hüneri, yüksek hüner de üstün bir ahlakın konusudur.
Kürşat Bumin bey, güleryüzlü, sıcak, aklıselim, anlayışlı yazılarıyla zaman zaman yüksek hünerler gösteriyor. İyiliğini de gördüm, teşekkür ettim.
Voltaire muzipliğiyle bu medya cıngılında onlarca gazeteyi didik didik etmesi de ayrı bir sabır işi, hayranım.
Ancak benim bir yazım için deli zırvası tabirini kullandı. Kabiliyetine, tekniğine, endazesine lafım yok. Efendi, saygıdeğer. Üstelik tanışıklığım var. Oturup kalkmasına, adap, nezaketine şahidim. O da biliyor ki, bu toprağın çocukları olarak hepimizin filozofik susuzluğumuzu giderecek birkaç kalemimiz olmasından mutluluk duyarız.
Ancak Kürşat bey, zaman zaman 'aklın hakimi' biziz havasına giriyor. 'Aklın' tekeli, patronu gibi konuşuyor. Bakın Kürşat bey, aklı icat edenler, sonunda onu psikiyatristlere emanet etti. Ve artık psikiyatristler topluma bakıp, şu deli, bu deli, diye toplumu akıl hastalığı kıstaslarıyla yönetmeye başladı. Ki, size de sirayet etmiş.
Oysa, hakemler, bilgeler, belki de akıl hastası biziz, diyen bir kuşkuyla yola çıkar!
Şimdi ben deli zırvası olacak ne yazdım, bakalım.
Soros Vakfı'nın ne yapmakta olduğunu soruyorum, bu vakfa inanmıyorum. Şaibeli olduğunu söylüyorum. Anket kurumlarına, tekniğine, bilimselliğine ise hiç inanmıyorum. Bunları eleştiriyorum. Ayrıca Soros Vakfı'nın düzeneğinin yurtdışında olduğunu herkes gibi ben de söylüyorum.
Bunun deli zırvasıyla ne alakası var.
Yoksa, şöyle mi düşünmeliyim. Bu vakıfta çalışan ve Fethullah hocanın gazetesinde yazan muhterem, sizin de çok yakın arkadaşınız, birlikte TV programlarınız...
Ben olsam yerinizde, deli zırvası yakıştırması yapmam, yanımdaki arkadaşım ne yapıyor ona bakarım.
Fikir haysiyetiyle arkadaşlık karıştırılmaz. Hakemlik gibi üstün ahlak isteyen insanlar arkadaşlarını görmezden gelemez. Ve arkadaşların ebeveynlere ihtiyaçları yoktur. Yani, hakemlik için, angaje olduğumuz, mensup olduğumuz, sağ, sol, kurum, parti, dernek, kulüp, arkadaşlık, tarikat gibi hiçbir yerle bağlantımız olamaz.
Bence gerçek delilik, toplum tarafından gittikçe sevilmekte olan bir yazarın, arkadaşını korumak için hünerlerini, uzun yorgun tecrübe dolu yıllarını hiçe sayıp kendini kaybetmesidir.
Kürşat bey, Soros Vakfı'nın dünya çapındaki şöhreti ortadayken birçok arkadaşınızın bu vakfı hiç eleştirmemiş olması bizim için ölçü değildir. Ben bu vakfı, insanlığa ve ülkeme zararlı bir vakıf olarak görüyorum... Tabii ki bu vakfın neler yaptığını sizler görmezden gelme hakkına sahipsiniz!
Deli zırvası olacak başka neler söylemişim, bakalım.
TV'deki konuşmama aynen şöyle başladım: 'Hepsi için şüphesiz söyleyemem, ama çoğunun yazılarını biliyoruz'.
Bu arkadaşların geçtiğimiz 10/20 yıl içindeki yazılarına bakıp bir kanaatimiz oluşuyor. Oluşmasın mı? Hafızamızı kaybedip şebek mi olalım? Kanaatimiz şudur: Darfur'da, Bosna'da, Çeçenistan'da, Irak'ta, Afganistan'da, geçtiğimiz on yıl içinde milyonlarca insan öldürüldü. Kim tarafından Amerika tarafından, İsrail desteğiyle. İşte bu arkadaşların metinlerini okuduğumuzda öldürülmüş bu mağdur, mazlum bir milyon insanın niçin öldürüldüğü sorusu hiç yok. Peki ne var, Amerika, özgürlük, demokrasi, kelimeleri var.
Bu cümlelerin neresi zırvalık... İsrail'i kınayan yok, Amerika'yı kınayan yok, Amerika'ya işgalci diyen yok... Amerika'ya emperyalist diyen hiç yok... Bunlar yok. Peki bu milyonlarca ölü karşımıza çıktığında bu arkadaşlar nasıl bir yazı tekniğiyle makale yazıyorlar, şöyle: Özgürlük, demokrasi, siz ne anlarsınız?
Ya da Kürşat bey!.. Şu şu şu yazarların, geçtiğimiz on/onbeş yıl içinde kaleme aldıkları yazıları masaya koyalım. Diyelim Kıbrıs tartışılıyor. Kıbrıs'ta Türk ordusuna işgalci diyen, orada kendine solcu diyen gazeteciler var. Bu yazarlar buna yakın bir dil kullanıyor. İşte gazeteler ortada. Diyelim Lübnan / Suriye çatışması gündemde. Suriye'ye karşı, ama Lübnan'ın yanında, Hıristiyanları sahiplenen yazılar çıkıyor ortaya. Diyelim üç/dört yıl öncesinde Filistin'in canlı bombaları tartışılıyor. Bakıyoruz arkadaşlara İsrail'i mazur gösteren yazılar çıkıyor ortaya. Diyelim Güneydoğu sorunu. Barzani tarihimizde bize en çok savaş narası atan adamın adıdır. Bakalım bu beylerin yazılarına. Ne tarafa daha münasip düşen yazılar yazmışlar... İşte en son Ermeni konferansı ortada.
Bu düşüncelerimin deli zırvasıyla ne alakası var, sadece onları okuyup iyice öğrenmişim...
Yazımı biraz daha incelersek, sizin bu deli zırvası suçlamanız tam bir katıksız kuru iftiraya dönüşecek, size de yazık. Boşboğazlık sizin de hakkınız. Sizinle aramızda, şu kadarcık meşreb farkı var. Siz arkadaşlarınızın telaşındasınız, ben ülkemin.
Galiba sizler her gün Ertuğrul Özkök, Fatih Altaylı gibi yazarların yazılarıyla fazla meşgul ve sürmenaj olduğunuz için, bu uzun periyot sürekli gözünüzden kaçıyor. Yakınınızda oluşan bu siyasi kanaatleri iyi değerlendiremiyorsunuz. Ya da arkadaşlarınız ne yazarsa doğru yazar, mükemmel yazar düşüncesi taşıyorsunuz.
Ama bunları dillendiren birinin de deli zırvası diye suçlanması gerekmez. Ve neden bu arkadaşlar sevmedikleri yazıları okuyunca artık felsefeleri olmuş şu tavrı gösteriyorlar: Ya yok sayıyorlar, ya kanundışı ilan ediyorlar, ya da akıldışılıkla itham ediyorlar. Bu küstahların ideolojisidir. Orhan Pamuk konuşunca harika, Nihat Genç konuşunca deli zırvası. O halde, masaya bu arkadaşların yazılarını koyup birlikte okuyalım.
Ben kimseden nefret etmiyorum, sadece, şu şu şu yazarların yazılarında neden Müslümanların, Arapların, Farsların, Türklerin hiç haklı çıkmadığını söylüyorum, neden hep İsrail'in Amerika'nın vb. haklı çıktığını görüyoruz...
Madem hakemliği kutsal bir görevmiş gibi üstünüze alıyorsunuz, arkadaş sarhoşluğundan ve arkadaşlarınızla laga luga yapmanın şehvetinden kurtulun...
Sizi çok iyi anlıyorum. Çünkü arkadaşlık derin hazları ilgilendiren insani bir sohbettir. Neşedir. Zor gününde yanında olmaktır. Birlikte hareket etmektir. Bunlar insani ve güzel duygulardır.
Sorun şurada. Ortaya konuşan insanlar arkadaşlıklarını dahi hiçe sayabilmeli.
Ne için? Bilgi için... Aydın olmak için...
Bir ahlaki portre çizmek istiyorsanız, önce, arkadaşlarınızın entelektüel çılgınlıkların, küstahlıkların, fütursuzlarının ya da ne bileyim arkadaşlarınızın entelektüel macerasını didikleyebilmelisiniz.
Bir de Kürşat bey... Arkadaşlarınıza bu kadar sahip çıkmayın. Yazarlık aslan terbiyeciliğini ilgilendiren bir meslektir. Aslanlar yavrularını beslemez ve yedirmez. Çünkü her aslan der ki, oğlum sen zaten aslan doğmuşsun, git kendin bul, ye!.. Eğer onu yedirmeye, korumaya kalkıyorsanız, ondan aslan olmaz. Yazar, aydın hiç olmaz.
Etrafımıza şöyle bir bakalım. Ortalık arkadaş kümeleri, tarikatvari dayanışmaları, arkadaş kulüpçülükleriyle dolup taşıyor.
Yani, arkadaşların iyilikleri ve kötülükleriyle sizlerin iyilikleri ve kötülükleri hep birbirine karışır!..
Sanırım deli zırvası lafı da böyle karıştı...
Bu karmaşayı da çözmek Fatih Altaylı yazısını dalgaya alarak deşip eğlenmekten öte gerçek bir azap haline gelir.
Olsun, üzülmeyelim. Yazarlar bu azapları çeke çeke bilgeleşir...
Medyada çok beklediğimiz hakemliğe doğru son bir hamleniz kaldığını düşünüyorum. 'İnsanlığı' sevmekle 'arkadaşları sevme' arasında son bir tercihiniz.
Daha tarafsız bir aydın olmak için bu küçük adımı atamazsanız da üzülmeyin, çünkü ülkemizde 'cinlik' daha yüksek bir meslekten sayılır. Bu kararı siz vereceksiniz.
Ancak deli zırvası suçlamasını bu yazımızı okuyan okuyucumuz yaparsa çok haklıdır. Çünkü Urfalı altı köylünün memleketlerinden bin kilometre ötede yoksulluk ve ihmalkarlık ve bir çadır içinde zehirlenerek öldüğü bugünlerde, yazarların bu sahneleri hiç görmeyip üstelik aralarında haysiyet üzerine tartışmaları, işte asıl delilik bu!
(Bir de... Aynı başlıklı yazım için 12 yıldır kitaplarımı basan İletişim Yayınları, kitaplarımı artık basmayacağını söyledi. Canları sağolsun. İletişim Yayınları'nı Kürşat bey gibi eleştirmeyeceğim. Çünkü 'arkadaşlık' söz konusu olsaydı, basmaya devam ederlerdi. 'Fikirler' canlarına dokundu. Kitaplarımı artık basmayacaklarını söylemeleri, fikir haysiyetlerine olan düşkünlükleridir.
Bakın bir şey daha oldu. Migros kitaplarımı satmaktan vazgeçti, geri gönderdi. Hayırdır? Bir bahaneleri mutlaka vardır. Ben yazılarımda ekonomiyi anlatırken Kapalıçarşı ve Migros isimlerini karşılaştırmak için çok sık geçiririm. Yasak koydular demeyeceğim, ama, iade ettiler işte. Ancak kabul edelim ki Migros da bir fikir haysiyeti taşıyor. Bakın yazardır ne söylerse yeridir demiyorlar, bir siyasi tavır alıyorlar. Onların da canları sağolsun...
Bunlara üzülmüyorum, çünkü bunlar bir kavganın ifadesidir!.. Herkes yerini alıyor!)
Bilgi, Sabancı ve Boğaziçi üniversiteleri tarafından organize edilen ama Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in sert sözleri dolayısıyla ertelenen 'İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri' başlıklı konferans, yazar Nihat Genç'le kitaplarını basan İletişim Yayınları'nın yollarını ayırdı.
Akşam Gazetesi'ndeki köşesinde geçen perşembe günü yazdığı 'Kazmalar ve Maşalar' başlıklı yazısıyla konferansı düzenleyenleri sert bir biçimde eleştiren Nihat Genç'e yayınevinin tepkisi, kitaplarının yayınına son vermek oldu.
"Canları Sağolsun"
Genç, dün gazetedeki köşesinde bu durumu şöyle anlattı: 'Aynı başlıklı yazım için (Kazmalar ve Maşalar) 12 yıldır kitaplarımı basan İletişim yayınları, kitaplarımı artık basmayacağını söyledi. Canları sağolsun. (...) Çünkü 'arkadaşlık' söz konusu olsaydı, basmaya devam ederlerdi. 'Fikirler' canlarına dokundu. Kitaplarımı artık basmayacaklarını söylemeleri, fikir haysiyetine olan düşkünlükleridir.'
Marketler satıyormuş
Nihat Genç, tartışma yaratan yazısından sonra Migros'ta satılan kitaplarının geri gönderildiğini de öne sürdü. Ancak Migros Halkla İlişkiler Müdiresi Ahû Başkut, bu iddiayı yalanlayarak halen 85 mağazalarında Genç'in kitaplarının satıldığını açıkladı.
Onun sözleri harika, benim sözlerim zırva
Orhan Pamuk'a gösterilen hoşgörünün kendisine gösterilmemesi de eleştiren Genç, şunları yazdı: 'Bu arkadaşlar sevmedikleri yazıları okuyunca artık felsefeleri olmuş şu tavrı gösteriyorlar: Ya yok sayıyorlar, ya kanundışı ilan ediyorlar, ya da akıldışılıkla itham ediyorlar. (...) Orhan Pamuk konuşunca harika, Nihat Genç konuşunca deli zırvası.'
Türkler niye hep haksız
Nihat Genç, geçen perşembe günü Akşam Gazetesi'ndeki 'Kazmalar ve Maşalar' başlıklı yazısında, Ermeni konferansını düzenleyen aydınları şöyle eleştirmişti: 'Bunların güya bir düşmanları var, resmi tarih tezi. Bir statüko, bir devlet tezi, tutturmuşlar. (...) Neden sizlerin yirmi yıllar boyunca bu topraklarda yazdığınız yazılarda, hep, Kıbrıs'ta Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Maruniler ve Barzani, her defasında haklı, doğru çıkıyor!.. (...) Sizin yazılarınızda neden Müslümanlar, Türkler, Farslar, Araplar hep haksız çıkıyor... Yazılarındaki sıfatları da ortaya koyalım, bunlara göre, Türkler/Farslar/Araplar hep, despot, diktatör, geri kalmış, çağdışı, aşağılık, demokrasiden anlamaz!..'
Genç, faşizan çizgiye kaydı
İletişim Yayınevi'nden edindiğimiz bilgiye göre, yayınevi, Nihat Genç'le ilişkilerini kesme kararını yayın kurulu toplantısında oybirliğiyle aldı. Yayınevi yetkililerinin, Genç'in Leman Dergisi'nde yazdıkları ve televizyonlarda söylediklerinin giderek 'faşizan' bir çizgiye kaydığına inandığı ve bundan rahatsız oldukları öğrenildi. İddiaya göre, 'Kazmalar ve Maşalar' başlıklı yazıdaki 'hakaretler' ise bardağı taşıran damla oldu. Yayınevi sorumluları, Nihat Genç'le ilişki kesme kararının, Genç'in fikir özgürlüğüne müdahale olmadığını da savundular.
· HAZIR GÖZLER BENDEYKEN BİRKAÇ LAF DAHA EDEYİM / NİHAT GENÇ
(4 Haziran 2005 - Akşam)
Hem Akşam hem de Hürriyet Gazetesi'nin ilk sayfasında kendime dair bir haber görmek, şan, ün, şöhret, karizma uğruna kafayı yemiş Nihat Genç için tarifsiz bir duyguydu, Allah devamını daim kılsın.
Oysa yazarlık hayatımın ilk yirmibeş yılı ve hayatımın ilk elli yılı, hiç ses çıkmamıştı.
Şüphesiz, karanlıklar içinde yolunu kaybedip, şekilsiz bir yaratığa dönüvermiştim. Şimdi ön sayfada olmanın müthiş bir şey olduğunu fark ettim. Mesela bu ön sayfa, bana bir kimlik verebilir. Ya da psikolojik bir şişmanlık. Birkaç gün böyle sürse, kibir, gurur, hırs, illet, hastalık, yani yazarlık için bugüne kadar ele geçiremediğim çok şeyin zengini olabilirim.
Bir daha güzel medyam beni ön sayfasına taşır mı bilemem. Kimbilir belki de, gittikçe ön sayfanın kölesi haline gelebilirim ve belki Tuğba Özay gibi bir mafya lideriyle yatakta dahi basılabilirim. Belki de bir elli yıl daha beklemek zorunda kalabilirim.
Ancak, beni bir gizli irade ön sayfaya taşımadı. Benim gençliğimi bilenler, benim, bir bitirim tezgahından manşetlik olacağıma yemin ediyorlardı. Olmadı. Yazarlık gibi cins bir meslekten fırladım ön sayfaya. Yani, kelimeleri dibine kadar, son damlasına kadar içip içip, sonra şişeyi parçalayıp, narayı basmaktan, ön sayfalık oldum. Ön sayfalar ülkemizdeki bütün tartışmaların arenasıdır, işte ucundan bulaşıverdim, çok şükür Ya Rabbi, bugünleri gösterdin.
Hadise şöyle gelişti: Ermeni Konferansı başlığıyla şöhret bulmuş malum tartışmaya, ülkemin onlarca yazarı gibi ben de ilişiverdim. Nee, kibar kibar ilişme kelimesi, misket bombası gibi düştüm ortalarına.
Tabii, ben şehirli, güngörmüş, kırkayak bir gazeteci yazar değildim. Şehre ayak basmamış bir köylünün kazması gibi sertti ve çok felaketti cümlelerim. Ağır bir dindarın dahi öfkesine benzemiyordu. Vinçlerle kaldırılamadığı için artık herkesin yolunu değiştirip uzağından geçtiği taşınması imkansız bir kayaya benziyordu cümlelerim.
Ve şehrin, medyanın, cici yazarların, incelik, zariflik zırhlarını fark etmeyecek kadar şehrin uzaklarında yaşıyordum.
Kendimi şımartmak için lafı uzatıyorum. Bir daha bugünleri bulamam. Hınzırlık, muzırlık, muziplik, şakalar, eşeklik, finoşluk, her birini yapmak istiyorum. Ben de, rahat, sereserpe ve ossuruk kukelatası cümlelerden bolca kullanmak istiyorum.
Aslında muziplik yaparak kazma sertliğimin altında, nasıl bir yufka yürek, yumuşak baş ve el ele tutuşmuş ilkokul çocuğu neşesi taşıdığımı göstermek istiyorum.
Belki de sert cümlelerimin sindirimi kolaylaştırmak için, şarap tatlılığıyla bir ön geyik çevirip, hadiseyi, daha yumuşak, hafif sanatların içine çekmek istiyorum.
Belki de tanımayanlara bir kelime kahini, bir cümle büyücüsü, yani, gerçek bir yazar olduğumu göstermek istiyorum...
Eh, bu kadar kelime masajı, parmak, ayak bileği ovma faslı yeter, şimdi, yine yumruğumuzu indirip, masayı çerçeveyi kıralım...
Çünkü, bilim adamları artık, kalleşliği, sahtekarlığı, kurnazlığı, sinsiliği genç nesillere öğretiyor. Bir bilimsel toplantı düzenliyorlar. Ve bu toplantının konusu ülkemizin en hayati meselesi. Ülkemizin onurunu ilgilendiriyor. Toprağımızın soylu ve başeğmemiş gururunu tartışmaya açmak istiyorlar.
Ama birtakım, nereden ve nasıl ün sağladıkları malum onlarca aydın/yazar, bu toplantıya bizden başkası katılamaz, almayacağız, diyor.
Yani, sana, bana, ülkemize bile değil çılgınlıkları. Bilimin kendisine karşı küstahlıkları. Bilim ahlakına karşı topluca hücuma geçtiler. Darbe üstüne darbe yediler. Allah daha beterini yapsın.
Şimdi biz, burada, bilime karşı bu küstahlıklarından eğitici sonuçlar çıkaralım.
Ve bizi izlemekte olan genç üniversiteli çocuklara, tane tane bu gülünç düzenbazlığın, bilimle, insanlıkla, ahlakla hiçbir ilişkisi olmadığını basit örneklerle açıklayalım.
Mesela. Bir bilim kitabı var elimde şimdi. Bir araştırma kitabı. Abdülbaki Gölpınarlı'nın 'Sımavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin' adlı kitap.
Yazarımız Gölpınarlı, bilimsel bir araştırma yapabilmek için tarih içinde Bedreddin hakkında yazılmış külliyata ulaşmak istiyor. Ne kadar çok Bedreddin hakkında yazılmış kaynağa ulaşırsa, kitabı o kadar ciddi, muhkem ve bilimsel bir eser olacaktır.
Ve yıllarca, Bedreddin hakkında kim ne demiş, nasıl demiş, bulur, kaynak gösterir, kitabında tartışır.
Ancak. Şeyh Bedreddin üzerine bilimsel olmayan, Bedreddin'i kendince incelemiş çok acemi eserlerle de karşılaşır. Eften, püften, çöpten, değersiz eserlerdir bunlar. Hiçbir işe yaramazlar.
Gerçekten bu eserlerin hiçbir bilimsel değeri yoktur.
Ama bilim adamı bu eserleri yoksayamaz, üstünden geçemez. Bilim adamı, bu basit, işe yaramaz, kitapları görmezden gelemez.
Bu yüzden Gölpınarlı, bu eser olamamış eserlerin de dökümünü verir. Ve bu basit eserlerin de hakkında uzun uzun mütalalar yapar.
Yani, çok değersiz eserler olabilir, ama, yoksayılamaz. Değersiz çalışmaları da göstermek zorundadır.
Çünkü bilimsel ahlak budur, bilim budur. Bu yüzden Gölpınarlı hocanın birçok kitabı hala 'muhkem', yani, en sağlam ve kıymetini hiç kaybetmeyen 'eserlerden' sayılır.
Bu bilim ahlakı, Yahudi'ye, Ermeni'ye, Gürcü'ye, göre değişmez. Dünyanın her yerinde kıstas budur. Eğer bu kıstası ciddiye alamazsanız siz bilimsellik adına hiçbir şey yapma hakkına sahip değilsiniz. Yoksa sizlerin bu tavrını şarlatanlığa doğru lastik gibi çekerler, sakız gibi uzatıp, sizin ahlakınızla eğlenirler.
Çünkü yaptığınız bilim değil, hile. Bilimin sahasını ilgilendirmez. Hileler, tuzaklar, çakal, mafya, tezgah, bitirim, üçkağıt gibi sosyal hastalıkların konusudur...
Şimdi size, çok canlı bir örnek daha vereyim.
Amerika'nın Irak'ı işgali günlerinde, Türkiye'den onlarca aydın, Doğu Konferansı başlığı altında yan yana geldi. Ve bölge sorunlarını tartışmak üzere, İran'a, Suriye'ye, Mısır'a, Ürdün'e, Ermenistan'a, Lübnan'a seyahat etti. Bu seyahatlerinde araştırma kuruluşları, partiler ve gazeteciler ve sosyal kurumlar, toplamı ikiyüzün üstünde kurumla yüz yüze tartışmalar gerçekleştirdi.
Ve Doğu Konferansı üyeleri gezileri bittikten sonra, bütün doğu topraklarını kapsayan bir toplantı düşündü. Bu toplantıya da bu topraklardaki tüm aydınlar davetli olmalıydı...
Doğu Konferansı'nın kurucu üyelerindendim ve bu son toplantının nasıl olması gerektiği, kimlerin katılması tartışıldığında ben de ordaydım. Kırk/elli kadar yazar, çizer arkadaştık. Ve olay bundan dört/beş ay önce gerçekleşti...
Arap aydınların İsrail'le bitmeyen düşmanlıkları söz konusuydu. Bu yüzden, bizler, İsrail'li aydınların daveti noktasında şüpheler taşıyorduk.
Arkadaşlara dedik ki, İsrail'e gidip gitmemek, ya da İsrail'den aydın çağırıp çağırmamak düşüncesini önce Araplar'a soralım, hep birlikte karar verelim...
Ancak, arkadaşlar hücuma geçtiler. Ve İsrail'den mutlaka aydınlar çağırmalıyız, diye, heyecanlı nutuklar attılar...
Bir büyük tartışma çıktı. Birkaç yıldır yolunda giden Doğu Konferansı parçalanma tehlikesi atlattı. Sebebi İsrail'den bu büyük toplantıya aydınlar gelsin mi, gelmesin mi?
İşte, şimdi, bu Ermeni Konferansı tartışmasında adını sıkça duyduğunuz onlarca yazar kardeşimiz, bizlere, saatler süren bilimsel ahlak tezleriyle ders verdiler. 'Ne demek, gelecekler, bu bilimsel bir toplantı, herkes katılacak...'
Evet, herkes katılmalı, dedik... Biz, katılmasın dememiştik, sadece, 'Araplar'ın da fikirlerini alalım' demiştik.
Ve Mısır'ın en büyük sosyal gücünü ellerinde tutan Müslüman Kardeşler'in liderlerinden Hasan El Benna'nın oğlu, bize, biz de İsrail'li barışçılarla bir toplantıya katılmaktan rahatsız olmayız, demişti. Yani, Müslüman liderler dahi Yahudilerin katılmasına sıcak bakıyordular.
(Ancak, bir küçük neşeli ayrıntı daha verelim. Mısır'da birçok sivil kurumla görüştükten sonra, bir de eski Marksist, Küreselleşme Karşıtı Trockistler'le görüştük. Heyecanlı bir komünistti ve bizim Yalçın Küçük'e tip olarak çok benziyordu, kırmızı atkısına kadar. Bu beyfendiye de Yahudiler toplantımıza katılmalı mı sorusunu yönelttik. 'Asla' dedi, hırçın, sert, ayağa kalktı ve fırladı, onlarla hiçbir yerde olamam, onlar varsa ben sizin toplantınıza katılmam, dedi. Yani, Yahudilerle Müslümanlar dahi ortak toplantıyı kabullenirken Arap komünistleri reddetmişti...)
Velhasıl, bu arkadaşlar ısrarla İsrail'in ve Yahudilerin toplantıya katılması için baskı yaptılar, bize bilimsel ve ahlaki ve insanlık nutukları attılar. Atanların ismi şimdi Ermeni Konferansı tartışmasında geçiyor. Yahudi olmazsa bilimsel toplantı olmaz dediler. Yahudiler toplantımıza katılmasa demokrasi olmaz, özgürlük olmaz dediler ve başımızın etini yediler. Biz de madem İsrail olmadan özgürlük olmuyor, demokrasi olmuyor diye İsrailli aydınların çağrılmasına sıcak bakmaya başladık. Durumumuz aynen budur. Ve şimdi bu arkadaşlar iş Ermeni Konferansı'na dökülünce başkalarını almayan bu tavırları karşısında tam bir şaşkınlık yaşadık. Allah sonlarını hayırlı etsin.
Ben de, Araplarla kan düşmanı Yahudilerin dahi ortak toplantısını göze alabiliyorsunuz, ama, Türk aydınlarıyla yine Türkiye içindeki diğer aydınların ortak toplantısına neden hayır diyorsunuz diye ayağa kalkıp ağzıma geleni söyledim. Artık, çünkü Ermeni Konferansı işi yavaş yavaş Vesikalı Yarim filmine dönmeye başladı.
Toplantıya katılacak olan Yahudi olunca bilimsel ahlak oluyor, Türkiyeli olunca, statükocu, angaje olmuş aydın oluyor...
Buna çifte standart derler, çocuklara, cahillere yedirirler.
· "İLETİŞİM" NE KADAR DA DEMOKRATİKMİŞ! / RUHAT MENGİ
(4 Haziran 2005 - Vatan)
Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılacak olan ve üniversite yönetimi tarafından iptal edilen konferansı düzenleyenleri Akşam gazetesindeki köşesinde eleştiren Nihat Genc'e İletişim Yayınları'ndan çok enteresan bir tepki gelmiş. Genc'in "faşizan bir çizgiye kaydığını" bildiren Yayınevi yazarla ilişiğini kestiğini açıkladığı gibi satışta olan kitaplarını derhal toplatarak geri göndermiş.
Orhan Pamuk, araştırmadığı, bilmediği bir konuda "Türkler 1.5 milyon Ermeni ile 30 bin Türk'ü öldürmüştür" dediği zaman Türkiye'de görülen basın ve toplum tepkisine "Düşünce ve ifade özgürlüğüne darbe vuruyorlar" diyerek karşı çıktığını açıklayan bir yayınevi için gerçekten enteresan.
Nihat Genc'in söz konusu yazısında faşizan bir çizgiden eser olmadığı gibi onun konferansı düzenleyenlerle ilgili sözlerinin, suçlamalarının ("Neden sizin yazılarınızda hep Türk-Müslümanlar suçlanıyor" tarzı sorularının) bin beteri kendileri tarafından kasıtlı olarak kestiler" sözleriyle koca bir ulusa yapıldı bugüne kadar.
Ama onların konuşma ve yazıları "düşünce özgürlüğü kapsamında" olduğu için bir mahzuru yok. Nihat Genç ise İletişim Yayınları'nın kararına göre pek açık şekilde aynı özgürlüğü hak etmiyor.
Ben Nihat Genç'i tanımam ama daha çok sol çizgide bir yazar olduğunu biliyorum. Bugüne kadar yazılarından rahatsız olmadıklarına ve böyle bir tepki vermediklerine göre Yayınevi'nin kararına neden olan da konferansla ilgili yazısı büyük ihtimalle... Öyle olmadığını farz edin... Diyelim ki son zamanlardaki tüm yazılarına kızdılar.
Böyle bir kararı duyduktan sonra, yazarlara aynı özgürlüğü, hakkı tanımayan, bir yandan faşizanlıkla suçlarken öte yanda faşist baskının ta kendisini uygulayan bir yayınevine güven duyabilir misiniz?
Ve ayrıca, Yayınevi'ne yazarlara rol biçme hakkını kim veriyor acaba?
(NOT: İletişim Yayınları'na kurucularını sorduk. Önce Murat Belge'nin de ismi verildi. Yarım saat kadar sonra bizi arayarak onun şu anda "birebir ilişkisi kalmadığını" bildirdiler. Yorum size ait!)
· 'FAŞİZAN' DEĞİNMELER / ÜMİT ÖZDAĞ
(5 Haziran 2005 - Akşam)
Nihat Genç, Ermeni(cilerin) Konferansı'nı eleştirdiği için İletişim Yayınları tarafından faşizan çizgiye kaymakla suçlanarak artık Genç'in kitaplarını yayınlamayacağını açıklamış. İletişim Yayınevin'in kitapları genelde 500 ile 1000 arasında satar. Nihat Genç bir istisna idi İletişim Yayınları için.
Genç'in kitapları 10 baskıya kadar yükselir. Yani ticari açıdan vazgeçilmesi kolay bir yazar değildir Nihat Genç. Nihat Genç'in Ermeni Konferansı'nı eleştirirken kullandığı kavramlar her haysiyetli Türk vatandaşının kullanması gereken kavramlardır. Genç, milli haysiyet sahibi olduğunu bu çıkışı ile bir kez daha ortaya koymuştur.
Nihat Genç'i 1980'lerin başından beri tanırım. Nihat Genç, o dönemde Ülkücü Hareket'in genç entelektüellerinin en önemli isimleri arasındaydı. 12 Eylül öncesinde ülkücü dergilerde yazardı. 12 Eylül rejiminin en sert geçtiği ve insanların birbirlerini tanımazlıktan geldiği dönemde Nihat Genç kelimenin gerçek anlamında 'sağlam' durmuştur. Korkmamıştır, satılmamıştır, satmamıştır, yememiştir, yedirmiştir, giymemiştir, giydirmiştir, saklanmamıştır, saklamıştır. Nihat Genç'in bu yanını bilen bilir. Sanıyorum bilmeyenlerin de öğrenme vakti geldi.
Bundan dolayı Nihat Genç 1990'lı yıllarda zaman zaman beni de eleştirdiğinde benim ve birçok onun eleştiri oklarına hedef olan arkadaşının cevabı, 'Nihat, ozandır, ozanın eleştirisine ses çıkarılmaz' şeklinde olmuştur. Çünkü, biliriz ki, Nihat delidoludur, heyecanlıdır, kızgındır ama sevgi doludur. Eleştirilerinde artniyet yoktur. Sevgisi temelde insan sevgisidir. Ama Nihat Genç, 'ben hümanistim' deyip, Türklere belki de onları insan saymadığı için en ufak sevgi beslemeyen milli kimlik özürlülerden değildir.
Bir çok kez farklı düşündüğümüzü gördüğüm halde Nihat'ın hayatının her safhasında sağlam bir milli kültür zemininde düşündüğünü, duyduğunu, hissettiğini inkar etmek mümkün değildi. Türkiye'yi, Türk tarihini, kültürünü sanırım Türk'e ait olan her şeyi sever Nihat. Kendisi ile ilişkiyi kestikten sonra İletişim Yayınevi çalışanları için 'onlar hala benim arkadaşlarım' diyerek söyledikleri kimin gerçek insan sevgisi ile dolu olduğunu, kimin ise 'faşizan eğilimli' olduğunu göstermiştir.
İletişim Yayınları'nın Orhan Pamuk'un 'Türkler 1.5 milyon Ermeni'yi kesti, 30 bin Kürt'ü öldürdü' şeklindeki büyük yalanınından sonra bu yazara yönelik eleştiriler karşısında bir bildiri yayınladığını hatırlayınca Nihat Genç'e yapılan davranışın ağırlığı bir kez daha ortaya çıkıyor. Ben kişisel olarak Ermeni ve Kürt milliyetçisi çizgiye kaymış, faşizan bir yayınevinin kitaplarını artık almamaya karar verdim. Demokratik bir ülkede her vatandaşın ticari bir cezalandırma hakkı vardır.
Bence İletişim Yayınları ticari olarak cezalandırılmalıdır. Bu konuda siz okurlara büyük bir görev düşmektedir. Bir kitapçıya gittiğiniz zaman satın almak istediğiniz kitabın yayınevine bakın ve eğer İletişim Yayınları ise o kitabı rafa geri bırakın. Bu bir kitap kurdu için zor bir davranıştır. Ancak, milli haysiyet kişisel istekten daha önemlidir. Bu konuda son not. Bundan sonra bir sene boyunca Nihat Genç'in her kitabından iki tane alacağım.
· İLETİŞİM'DEN ZORUNLU BİR AÇIKLAMA...
İletişim Yayınları, 12 yıldır roman ve hikâyelerini yayınladığı Nihat Genç ile birlikteliğini sona erdirdiğinde, gerek yayınevimiz ve gerekse yazar, bütün bu süre boyunca son derece olgun, karşılıklı saygı ve dürüstlüğe dayalı bir ilişki sürdürdüklerini özellikle vurgulamış, ayrılma konusuyla ilgili açıklamalarında rencide edici, suçlayıcı hiçbir ifadeye yer vermemişlerdir.
Hal böyleyken; bazı "haberci"ler ve kimi "köşe yazarlar"ı, İletişim Yayınları'nı töhmet altında bırakan, sansür uyguladığından, fikir özgürlüğünü çiğnediğinden dem vuran yazılar yayınlayabilmişlerdir.
Bunlar ancak bu gibilerin tıynetlerinin ve düşünce yapılarının kaldırabileceği iftiralardan başka bir şey değildir. Çünkü bunları söyleyebilmek için her şeyden önce, İletişim'deki kitaplarının Nihat Genç'in siyasal fikirlerini ifade ettiği kanal olması gerekirdi. Oysa İletişim, yegâne kanal olmak şöyle dursun kanallardan herhangi biri bile değildi. Yayıncı-yazar ilişkimiz onun sadece edebi eserlerini, roman ve hikâyelerini kapsamaktaydı. Siyasal fikirlerini ise Nihat Genç, yıllardır gazete ve dergilerde ve başka yayınevlerinde çıkan kitaplarında ifade etmekteydi, zaten. Dolayısıyla İletişim Yayınları'ndan ayrılması onun siyasal fikirlerini ifade etmesine hiçbir kısıtlama getirmiş olamaz.
Nihat Genç ile ilişkimizin sansürle, fikir özgürlüğü ile hiçbir alakası olmayan bu maddi zeminine, bu gerçeğe rağmen, konuyu o terimlerle "haber" yapmak; gazeteci etiğine aldırmayan, gerçeği aktarmanın aracısı-medyası olmak yerine sansasyon ve "hadise yaratmak" için gerçeği nasıl eğip bükebileceğine koşullanmış olanların marifet saydığı bir ilkesizliktir.
En temel basın ahlak kurallarını gözardı ederek üretilmiş haberlere yaslanıp, İletişim Yayınları'nın kamuoyunca tescil edilmiş saygın ve tutarlı kimliğine saldıran Ruhat Mengi, Ümit Özdağ, Ali Sirmen ve Melih Aşık gibi köşe yazarlarına gelince... Bunların tavrı, derin bir idraksizliğin değilse, açık bir kötü niyetin veya kompleksin ifadesidir.
Hepsi de ayrı düşünüş, davranış dünyalarına mensup olan bu şahısların, yazılarında, konuyu sanki sözleşmişlercesine aynı tema üzerinden ele almaları gayet manidardır. Ayrı köşelerden hep birlikte, bu olayın İletişim'e kamuoyunca atfedilen tutarlı demokrat, özgürlükçü kimliğin maskesini düşürdüğü iddiasını öne süren söz konusu yazarların, bunu yaparken keyifle, adeta üzerlerinden bir yük kalkmışçasına konuştukları da ayrıca dikkat çekicidir.
Bunları aynı potada, aynı keyifle buluşturan şey, sadece İletişim Yayınları'nın yayın çizgisinin eksenini oluşturan inanç ve fikir dünyasına, şu veya bu ölçüde, ötedenberi duydukları düşmanlık değildir. Onları bunun yanısıra daha derinden rahatsız eden şey, İletişim Yayınları'nın bunu, erişemeyecekleri bir fikir, etik ve tutarlılık düzeyinde yapıyor ve bu düzey, duruş ve tutumu onyıllardır sürdürebiliyor olmasıdır. İletişim'in kimlik ve kişiliğini lekeleme fırsatı verdiğini sandıkları her olayın üzerine keyifle atlayıp, komplekslerini boşaltarak rahatlamaya çalışmaları bundandır.
· NİHAT GENÇ 'OLAYI' / MURAT BELGE
(10 Haziran 2005 - Radikal)
İletişim Yayınevi'nin Nihat Genç'le sözleşmesini feshettiğini Hürriyet'te Sefa Kaplan'ın haberinden öğrendim. Ne bu sözleşmenin yapılmasında ne de feshedilmesinde payım oldu. Ama bunu izleyen günlerde bu olayın da benim üzerimde kaldığını gözlemledim. Yazılanların hepsini görmedim ve okumadım ama duydum, Ali Sirmen'in yazdıklarını da okudum.
İletişim'i kuran benim; uzun bir süre yayın yönetmenliği de yaptım. Ama 10 yılı aşkın bir zamandır böyle bir ilişkim kalmadı. Epeydir, yayımlanacak kitapların konuşulduğu 'Yayın Kurulu' toplantılarına da katılmıyorum.
Onun için Ali Sirmen'in söylediği, 'Sayın Murat Belge.. kendisini eleştirenleri cezalandırmayı yeğlemiş...' sözünün herhangi bir dayanağı yok.
Ama herhalde dayanağı olmasının gereği de yok. Önemli olan, uygun bir fırsat çıkınca saldırmak ve vurmak. İletişim adı benimle çok iç içe geçtiği için 'fırsat' çıkmış oluyor. Bu da yeterli.
Ali Sirmen oturup o satırları döşenmeden önce bu olayla benim bir payım olup olmadığını araştırma imkânına sahip değil miydi? Yoo, pekâlâ sahipti. Ama 'o satırları yazma' mutluluğunu kendinden esirgeyemezdi ve dolayısıyla yazdı.
Peki, ne yazmış oldu? Öteki yol arkadaşları gibi, sadece yalan yazmış oldu. Haberim dahi olmayan bir olayın 'faili' olduğunu hiçbir ihtiyat payı bırakmadan ileri sürmek ve sonra da bu iddia üzerine oturan bir dizi değerlendirme yapmak, başka ne türlü adlandırılabilir?
Gelelim Nihat Genç'e. Bundan en az iki yıl kadar önce, tanıdığım biri hakkında yazdığı galiz yazıyı görünce onunla ilgili bir fikir edinmiş ve şaşkınlıkla, bunları yazabilen bir adamın kitaplarını nasıl basabildiklerini İletişim'deki dostlarıma sormuştum.
O zaman da şimdiki, konumumdaydım, yani bu yayınevine 'Bu adamı beğenmedim. Onunla sözleşmenizi feshedin' diyecek bir ilişkimiz yoktu. Yalnızca merakla sormuştum. Onlar da, böyle yazılarında bu şekilde saçmaladığını, bunları zaten basmadıklarını, romanlarınınsa iyi olduğunu söylemişlerdi. Ama zamanla bütün çevrede, örneğin Birikim yazarları arasında bu adama ve o galiz üslubuna bir tepkinin birikmekte olduğunu uzaktan gözlemlemiştim.
Ermeni konferansı üstüne söylediklerini de yalnızca Radikal'in bu konuda verdiği özette gördüm. Ama bu bağlamda İletişim'deki arkadaşlarıma bu adamla ilgili bir şey söylemek aklıma bile gelmedi. Hakkında genel olarak ne düşündüğümü zaten biliyorlardı.
Ne düşünüp ne yaptıklarını kendileri açıklasınlar. Ama ben bu konu üzerinde medya erbabımızın nasıl bir demagojiye girdiği üstüne de birkaç söz söylemek istiyorum. Açık yakalamak ve oradan vurmak tutkusuyla kavramları, anlamları iyice birbirine karıştırdılar.
Bir yayınevi bir yazarla düşünceleri temelinden ilişki kurar. Bu temel değişmişse ilişkinin de değişmesinden doğal bir şey yoktur. Sözleşmenin feshedilmesi, o adamın düşüncelerine bir müdahale falan değildir. 'Düşündüklerin bunlarsa, bunları başka bir yerde söyle' demektir. Düşünce ve söz özgürlüğünden yana olmak, örneğin 'Mein Kampf'ı yayımlamaya talip olmayı gerektirmez.
Nedense bu cephe, faşistlerle birlikte davranmama hakkını, demokrasi eksikliği olarak yorumluyor.
Cumhuriyet gazetesinin ve Ali Sirmen gibi yazarlarının bugünkü konjonktürde oynadığı rol hakkında çeşitli düşüncelerim var. Bunları Cumhuriyet'te yayımlamak için haftada en az bir gün kullanabileceğim bir sütunun bana ayrılmasını talep ediyorum.
· AYDINLAR SAVAŞI BAŞLADI BİLE / NİHAT GENÇ
(11 Haziran 2005 - Akşam)
Ülkemiz tarihinde görülmemiş şiddette büyük bir AYDINLAR SAVAŞI başlıyor haberiniz olsun. AKŞAM'da yazma günüm değil, ancak, bu alevli tartışmaya biraz daha benzin dökmek için bu yazıyı kaleme alıyorum.
Özel bir yazı olacak ve birkaç küçük bilgi vereceğim. Bu yüzden okuyucularımdan özür dilerim.
Önce kısa özet verelim. Ermeni Konferansı'nı eleştiren bir yazım bu gazetede yayınlandı: Sonra İletişim Yayınları, konferansı eleştirdiğim için beni yayınevinden kovdu. Sonra AKŞAM ve Hürriyet olayı ön sayfadan haber yaptı. Ve sonra TV'ler olayı perçinleyip halka taşıdı. Soru şuydu? Orhan Pamuk 'Ermeni Soykırımı' vardır, dediğinde, neden Ermeni Konferansı'nın içindeki yazarlar, 'harika, özgürlük, bırakın konuşsun' diye sevinç çığlıkları atarken, Nihat Genç konuşunca aynı yazarlar 'sansür' uyguladı.
Birçok köşeyazarı İletişim Yayınları'nın bu çifte standartlı sansürünü ağır dille kınadı. Ve İletişim Yayınları'nın kurucusu Murat Belge'nin adı da bu kovma işinde bolca anıldı.
İşte Murat Belge suskunluğunu nihayet bozdu ve dün Radikal Gazetesi'nde 'Nihat Genç Olayı' başlıklı yazısıyla eleştirilere cevap verdi. Bir ortaokul münazarası diliyle lafı şuraya getirdi: 'Tamam biz Nihat Genç'i yayınlamadık, peki, ama, siz de benim yazımı Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlar mısınız?'
Yani, ülkemizde büyük bir Aydınlar Savaşı başladı. Yıllarca kesilip kesilip sürecek bu savaşın işaret fişekleri atıldı. Artık sorun Nihat Genç'e sansür koymak değil, başka maceralara doğru kayıyor.
Mesela Milliyet'ten Melih Aşık ve Cumhruriyet'ten Ali Sirmen'in İletişim'in bu tavrını eleştirmesi bomba etkisi yaptı. Sanırım eski tartışmalar günyüzüne fırlamak üzere.
Yani kardeşlerim, artık medyamızda, hangi gazeteyi açarsanız açın, bir büyük aydın savaşının içine düşeceksiniz. Şimdiden, savaşın taraflarını iyi tanıyın. Kim ne dedi, iyi takip edin. Tartışmanın öznesi Nihat Genç idi, ama artık ben bu tartışmanın sadece 'bahanesiyim.'
Aydınlar savaşı, entelektüel kimliklerin, bilim ahlakı, aydın, vicdan, özgürlük, demokrasi gibi kavramlardan neler anlaşıldığı olarak patlaya patlaya sürecek!...
Bence iyi ve sıkı bir tartışma olacak ve Türkiye'de nihayet 'vicdan' 'onur' ahlak, bilim adamı, yazarlık, neymiş, masaya yatırılacak!...
Ben istesem de artık bu tartışmadan çekilemem. Ama artık araya da girmek istemem. Fakat, Murat Belge'nin yazısında benimle ilgili söylenmiş laflar var. Bu lafların çoğunu 'suçlama, ya da 'yanlış bilgi' ya da 'dolmuşa gelme' gibi algıladım, bu yüzden araya girip bu 'yanlışlar' üzerinde birkaç bilgi vereceğim..
Bir. (1). Mesela Murat Belge, benden 'o adam' diye söz ediyor. Benim adım Nihat Genç. Yazarlık hayatım boyunca medya desteği almadım. Okuyucunun karşısına reklam bombardımanıyla çıkmadım. Arkadaşlık kulüplerinin, lobilerinin torpiliyle yazar olmadım. Sadece yazarak yazar oldum. Galiba edebiyat ahlakını ciddiye alanlara artık 'o adam' diyorlar. Oysa Orhan Pamuk medya torpiliyle yazar oldu. TV'leri onyıllar boyu kullandı.
Orhan Pamuk'u İletişim'de Murat Belge dışında beğenen olduğunu da sanmıyorum. Kitapları satıldı ama okunmadı ve şimdi eski kitapçılarda Türkiye'nin en ucuz reyonlarında satılıyor. Mesela beşyüzliraya dahi Orhan Pamuk, Ahmet Altan kitabı bulabilirsiniz.
Ben ise hiçbir TV'yi kullanmadım, ayrıca kitaplarım 'Radikal iki' benzeri ilavelerde çok satanlar listelerinde kasıtlı şekilde sansür gördü. Birçok kitabım on baskıyı geçmesine rağmen hiç anılmadı. Nihat Genç çok satılan ve çok okunan yazar oldu. Bu yüzden, Orhan Pamuk ismini süsleyip cilalayanların düşmanı oldu. Bu düşmanlık 'Nihat Genç' ismini yok sayarak kendini gösterdi.
İki. (2). Murat Belge benim için '.. o iki yıl önce galiz küfürler ediyordu...' benzeri bir laf ediyor. Galiz sayılabilecek ne söylemişim. Ben iki yıl önce mi, yoksa geçen yıl mı, bilmem, Murat Belge'nin 'Türkiye'de en beğendiğim yazar Orhan Pamuk ve Elif Şafak'tır' lafıyla dalga geçtim. Ve Murat Belge'ye sizin entelektüel kalibreniz işte bu dedim.
Ve birtakım yazarlar yıllardır hoşbeş ettiği yazarları büyük yazarlar ilan ediyor, dedim. Tabii sert ettim. İyi ki etmişim. Yine ederim.
Çünkü kardeşlerim. Bu ülkede birçok yazar, artık işi öğrenmiş. İyi yazmak, iyi hikaye, iyi roman yazmak yerine, bakın ne yapıyorlar? Ortada yazdıkları bir eser yok, ama Murat Belge gibi birkaç yazarın isminden 'o Türkiye'nin en büyük yazarı' gibi laflar çıkartıyorlar. Bu ibareler entelektüel bir cinayettir. Bir yazarın niçin iyi olduğu eserinin kalitesiyle ortaya çıkmalı. Adını zikrederek değil. Bu cinayetlere en çok kurban giden yazarım. Çünkü ben, kimseye ağbi demedim. Kimseyle, tarikat, tekke, arkadaşlık kulübü ilişkisine girmedim. Doğru olanı yaptım, yazdım ve kitapçı raflarına bıraktım. Gerisine kamuoyu karar verir. Ancak kamuoyunda köşebaşlarını ele geçirmiş Murat Belge ve o isimleri parlatmakla meşgul yayınevlerinin emrindeki dergiler, sık sık bu isimleri sayarak büyük yazar icat ediyorlar. İsimleri söylemekle büyük yazar olunmaz. Bu torpil savaşından bıkmayan kaldı mı içinizde? Bu arkadaş tutma, kayırma savaşından artık herkes utanmıyor mu? Ve talihin şu cilvesine bakın ki; Murat Belge'nin cilasıyla övülen yazarlar Orhan Pamuk ve Elif Şafak bugün soykırım konusunda aynen Murat ağbileri gibi düşünüyorlar. Onlar zaten yazarlar kendileri gibi düşünsün diye cilalarlar. Ve ülkemizde şöhret olmak uğruna ulusal değerlerini hiçe sayacak yazar bulmakta hiç zorlanmazlar. Ve kendileri gibi düşünmeyenleri sadece yok saymazlar, bir de 'faşist' ilan ederler.
Nihat Genç, ısrarla, sabırla hikayelerini yüzbinlere taşıdı. Hepsinin burnunu metinlerimin güzelliğiyle kırdım. Bence 'galiz' bir laf aranıyorsa, bu topraklarda edilmiş en galiz laf Orhan Pamuk'un soykırım suçlamalarıdır!
Cevap 2'ye devam..
Murat Belge 'galiz küfür ediyordu' cümlesinde şunu da ima ediyor. O da şu! Anlatayım. Bu ülkede bankalar soyuldu. Dünya tarihinin en büyük banka soygunları gerçekleşti. Ve medya içindeki yazarlar onyıllar boyunca dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük banka soygunları karşısında sustular.
Oysa ben bağımsız Leman Dergisi'nde banka soygunlarına karşı onlarca sert, galiz yazılar yazdım. Ve laf şuralara da geldi, dedim ki, orada solcu ağbiler var, neden tek cümlecik bu banka soygunlarına karşı laf etmiyorlar? İşte galiz dediği, bu cümlem...
Murat Belge banka soygunlarından niçin rahatsız olmadı... Olsaydı, birkaç laf ederdi... Ve bugün onur savaşı verdiği köşesinden olabilirdi.. Bir sürçü lisan etmemek için çırpınıp durdular ve banka soygunlarını görmezden geldiler. Bunları söylemek niçin 'galiz' küfür olsun..
Başka da galiz ettiğim laflar varsa, buyursun ispat etsin...
Ayrıca benim halen Güvenlik Güçlerine Hakaret'ten bir davam sürüyor. Ve sanırım Habertürk'e Amerikan Bayrağını niçin salladın diye çıkıştığım için bir dava açılmak üzere. Ve fakat Susurluk dönemi boyunca hakkında en çok ağır ceza davası açılan yazarım. Ağır cezaların sayısı 5-6'ya ulaştı, hakaret davalarım sanırım otuzu geçti... Çok tazminat ödedim. Mesela, 12 Eylül'e 'cunta' dediğim için ağır cezada yargılandım, başka bir ağır ceza davasından 8,5 ay cezam kesinleşti, lakin, Avrupa'dan gelen yasayla affa girdi.
Ancak, bu beyler devlete, güvenlik güçlerine karşı yazdığım yazıları 'galiz' sıfatları içine almıyor, kendilerini eleştirdiğim zaman 'galiz' oluyorum..
Cevap 3..(üç).
Ancak, bir yanlış, ya da yalan bir şey söylüyor Murat Belge. O da şu: 'Galiz yazılar yazdığı için İletişim daha önce kitaplarını yayınlamamış...'
Bu yalan. Şimdi yalanın hikayesini dinleyin...
İletişim Yayınları satmadığı ve kitapları depoda çürüdüğü için birçok yazara yol verdi. Yıllarca beni ellerinde tutmasının sebebi, kitaplarımın iyi bir trafiği olması ve istikbal vaat eden bir yazar oluşum. Ayrıca, en çok transfer teklifi alan yazarım. Defalarca beni İletişim'den istediler, İletişim bırakmadı.
Ancak İletişim çok sattığı için Orhan Pamuk için büyük reklamlar yaptı. Yapsın. Ben bir yazar olarak yayınevimin kazanmasını isterim. Ancak bize yaptığı reklam 'sıfır' düzeyindeydi... Ve hiç değilse, bine bir oranında, yani, Orhan Pamuk'a bin ölçeğinde reklam yapıyorsanız, bize bir ölçeğinde reklam yapın, bine birlik bir ölçek içinde olalım..dedim.
Bu, bine birlik özeni dahi göstermediler, fazla ve çok sıkıştırmalarla sonra sonra birkaç küçük ilan denediler.
Ancak şimdi Murat Belge 'galiz yazdığı için yayınlamamışlar' dedi. Benim dokuz kitabım İletişim, sonraki beş kitap Leman'dan çıktı. Ve bugün yayınlamayı reddettiği kitaplarım işte bu ilk dokuz kitabımdır.
Sonraki beş kitabımı galiz yazılar yazdığım için yayınlamadıkları düpedüz yalan. Gerçeği aşağıda yazılıdır.
Ben, kitaplarımı boğdukları için yıllardır İletişim Yayınları'ndan ayrılmak istedim, ama bırakmadılar. Hiç değilse birkaç kitabımı verin, dedim, yine vermediler.
Ama sonunda, ailevi trajediler yaşadım. Mesela iki yıl içinde iki kardeşim vefat etti. Bu aile mahremiyetini bu sayfaya dökmekten acı duyuyorum, ama, ne yapayım, bu da bir onur savaşı. İletişim'e gittim. Bakın, dedim, bir gazete bana çok çok büyük paralar teklif ediyor, rüyanda göremeyeceğin kadar paralar veririz, diyorlar. Ben onlara küfrettim, orada yazamam. Ben kitaplarımdan kazanmak isterim.
Ama kitaplarımı siz beşyüz adet basıyorsunuz ve bir telif ücreti yekün olarak oluşmuyor. Hiç değilse ikibin tane basın da elime para geçsin. Bunu da kabul etmediler. Ancak, cenaze masrafları geldi dayandı, borçlar, ilaçlar...
İletişim'e dedim ki, 'bakın Leman Dergisi, benim kitapları bir çırpıda beşbin/onbin adet basacak ve bir telif yekünü oluşacak, bana yardımcı olun...'
Onlar da son kitaplarımın Leman'e geçmesine izin verdi. Ve benim kitaplarım İletişim'de iki, üç baskıyla boğdurulurken, Leman'da aynı kitaplar onbeşbin rakamına kadar ulaştı..
Yani, durum budur. Ben galiz yazdığım için daha önce kitaplarımı basmadılar, cümlesi, yanlış bilgidir... Kitaplarımdan birkaçını ailevi ihtiyaçtan zorlayarak ben aldım.
Son söz olarak şunu söyleyeceğim, bu tartışmaya zırt pırt girmek derdinde değilim, ancak, adımın geçtiği yerlerde 'yanlış, yalan' bilgiler varsa o zaman müdahale etmek zorundayım. Bu özel yazıyı yayınlayan AKŞAM'a teşekkür ederim, ve bu özel yazıyla vakitlerini aldığım için okuyucularımdan özür dilerim...
Ayrıca beni arayarak kitaplarımı seve seve basacağını söyleyen Bilgi Yayınevi, YKB Yayınları, Everest Yayınları ve o telaşta adını unuttuğum yayınevlerine teşekkür ediyorum.
· FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜ NEDİR? / AHMET İNSEL
(12 Haziran 2005 - Radikal 2)
Bir yayınevinin yazarla sözleşmesini yenilememesini fikir özgürlüğünün çiğnenmesi olarak algılayanların, "fikir özgürlüğü"nden nasıl hiçbir şey anlamamış olduklarını tespit etmek insanı dehşete düşürüyor.
Gazete yazılarında insanların işgal ettikleri sütunları şahsi konularla doldurmalarından haz etmem. Bunun fikir ve konu fukaralığının örtüsü olmasının yanında, güçlü bir ego şişmesinin de tezahürü olduğunu bilirim. Ama bu kez, doğrudan taraf olduğum bir olaydan konuya gireceğim. Nihat Genç'in eserlerinin bir kısmını yayımlayan İletişim Yayınları, bu işbirliğine devam etmeme kararı aldı. Bunu yayınevine karşı başlatılan protesto ve hakaret kampanyası izledi. Yayınevi, geçtiğimiz günlerde yaptığı basın açıklamasında duruma yeterince açıklık getirdi.
İletişim Yayınları yayın kurulu üyesi olarak, bu kararın alınmasını destekledim. Bu nedenle, bir gazetecinin keskin zekasıyla "naylon demokrat" olarak tanımladığı kişilerden biriyim. Nihat Genç'in adıyla bundan birkaç ay önce karşılaşsa, şarkıcı mı, "reality show"lardan birinde yarışmacı mı, yoksa açılış resepsiyonuna yakında gittiği barın sahibi mi olduğu konusunda karar kılamayacak başka engin bilgili şahısların, dudaklarını dehşetle büzerek, bir yazarı sansürleyen fikir özgürlüğü düşmanları olarak tanımladığı kişilerdenim aynı zamanda.
12 yıl önce, Nihat Genç'in roman ve hikâyelerini basma kararı alındığında, geniş bir çevre İletişim'i kınamış, "tescilli bir faşisti" basmanın yayınevine yakışmadığını çeşitli fırsatlarla ifade etmişti. Bu kişilerin bir kısmı bugün Nihat Genç'in "yayınevinden kovulmasını" fikir özgürlüğünün savunulması adına şiddetle kınıyor. Nihat Genç, bu insanların İletişim Yayınları'yla kurduğu sevgi-nefret ilişkisinin konu mankeni olmaya devam ediyor. Bu ilgiyi hasetle tanımlamak mümkün. Cehaletle de. Beni haset tarafı değil, cehalet tarafı ilgilendiriyor. Fikir özgürlüğü kavramının bu yolla ayağa düşmesi ilgilendiriyor.
Bir iki olguyu kısaca hatırlatmakta fayda var. 12 yıl önce, İletişim yayın kurulunda Nihat Genç'in kitaplarını basma kararını, fikir özgürlüğü adına değil, bu eserlerin roman ve hikâye olarak değerli olduklarına inandığımız için almıştık. 2002 yılına kadar, Genç'in esas olarak roman ve hikâyelerini ve bazı yazılarını bastık. Kitapların editörlüğünü yapan arkadaşlar, birçok yazıyı onun onayını alarak derleme dışı bıraktılar. 2002'den beri, Nihat Genç'in yeni bir kitabını basamadık. O tarihten bu yana bir başka yayınevi Nihat Genç'in beş yeni kitabını yayımladı. Genç, mizah dergilerinde yazmaya devam etti. Televizyonda programcı oldu. Bir gazetede düzenli yazı yazma işine girişti. Medyanın Nihat Genç'e biçtiği medyatik figürün üslubu, yayınevinde artan bir rahatsızlık yaratıyordu. Bardağı taşıran son damla, İletişim Yayınları'nın yayın kurulu üyelerini, editörlerini de dolaylı biçimde hedef alan, hakaret dozu yüksek bir aşağılama yazısı yayımlaması oldu. Nihat Genç'in bu yazısında tepki duyulan savunduğu fikir değil, benimsediği üslup ve hedef aldığı kişilere giydirmeye çalıştığı elbiseydi.
Entelektüel dedikodu fırsatı
Nihat Genç'le yayın kurulu üyelerinin arasında kurulmuş olan arkadaşlık ilişkisine uygun bir üslupla, yayımcı-yazar ilişkisinin devam edemeyeceği kendisine bildirildi. O da bunu gazetede köşesinde "kovuldum" diye yazdı. Hürriyet gazetesinde entelektüel dedikodusu avlamak için eli tetikte bekleyenler işi tetiklediler. Gerisi, kendisinin perşembe günkü Akşam gazetesinde ironik biçimde anlattığı gibi gelişti. Kitaplarının satışı açısından gayet olumlu bir sonuç verdi bu kampanya. Kitapların İletişim'den yapılan baskıları tükendiğinde, onu basmak için bekleyen yayınevleri gayet kârlı bir iş yapacaklar. Genç'in roman ve hikâyelerinin köşede kalmış bir yayınevi tarafından değil, çok satan kaliteli kitaplar basmakla övünen, önde gelen yayınevlerinden biri tarafından basılması beklenir. İletişim Yayınları'nın kararını kimileri ticari basiretsizlik olarak da yorumluyorlardır!
Nihat Genç'le olan ilişkiye İletişim Yayınevi riyakâr bir biçimde son verebilirdi. Kitaplarının mevcudu tükendiğinde tekrar baskı için sözleşme önermeyerek, yazarı oyalayarak, hiçbir şey demeden yazarın kendisinin başka bir yayınevine gitmesini sağlardı. Türkiye'de kitap yayımlama konusunda tekel durumu söz konusu olmadığı için, Nihat Genç de kendine hemen başka bir yayınevi bulurdu. Yayınevi ile yazarın ilişkisinin her kitap ve her baskı için yenilenen bir sözleşme ilişkisi olduğunu, yayınevinin yazarı, esir satın alır gibi ömür boyu satın almadığını, nevi şahsına mahsus fikir özgürlüğü savunucularının bilmiyor olmasına şaşırmak safdillik olur.
Nihat Genç'le yazar ve yayınevi ilişkisine son verilirken, bu riyakâr yöntem benimsenmedi. Kendisine kitaplarının tekrar baskılarının neden yapılmayacağı samimiyetle anlatıldı. Örneğin ben kendisinden, devletin, siyasi parti liderlerinin, medyanın kahir ekseriyetinin, organize grupların, toplum içinden çıkan aykırı bir cılız sesin dile getirmeye yeltendiği düşüncelere karşı şiddetle saldırıya geçtikleri bir ortamda, saldıranların tarafında yer almamasını, onların duruş ve söylemine bayraktarlık yapmamasını beklerdim. O ise, bu koroya katıldı. İçeriğini zerre kadar değiştirmeden, o korodan farklı bir biçimde eleştirisini dile getirebilirdi. Sonuç olarak, siyasi duruş ve etik farklılık da, gün gelir, somut olarak böyle ölçülür.
Nihat Genç'in fikirlerini ifade etmesini İletişim'in engellemesi gibi bir niyet olamayacağı gibi, bunu somut olarak gerçekleştirebilecek hiçbir araca da yayınevi doğal olarak sahip değildi. Genç'in dergilerde çıkan yazılarından yapılan derlemeler İletişim Yayınları dışında zaten basılıyordu. İletişim Yayınları'nın salt ticari bir kuruluş olmadığını, siyasi, etik, edebi ilkeleri olduğunu bilen, bu nedenle kitaplarının bu yayınevinde basılmasına önem verdiğini her fırsatta söyleyen Nihat Genç, bu karardan büyük üzüntü duyduğunu ama kararı özünde anladığını bize ifade etti. Kendisi bunu yayınevi editörlerine, çalışanlarına yolladığı mektupta dile getiriyor:
Genç'in mektubu
"(...)Beni yayınevinize alırken de saygıdeğer davrandınız, kovarken de... Geçen 12 yıl boyunca hiçbir nezaketsizlik görmedim. Ben de size kurum ilişkisinin çok ötesinde ağbim, büyüğüm gibi saygılı davranmaya özen gösterdim. Sanırım asıl özeni bundan sonra göstermem gerekiyor. İtirafta kuvvet vardır. Bu allahaısmarladık bahanesiyle birkaç laf edeyim. Sonunda biz de büyüdük ve yaşımız elliye dayandı. Yani, azarlanmayacak, hizaya sokulamayacak, eşek büyüklüğündeyiz. Ve insanın öğrendiği fikirlerin neşesi uçup gitmiyor. Hastalığa varan bir fikir ateşi bedenimi terk etmiyor. (...) Yaralıyıcı, düşmanca, tek söz etmemek için dudaklarımı kıstım. Ama sizler, ben aklınıza geldikçe, yüzünüz kısılmasın, kaslarınız gerilmesin istiyorum... Bu yüzden, hakkınızı helal edin(...)"
Nihat Genç'in İletişim Yayınları'ndan çıkan kitaplarının çoğu, Türk edebiyatında yeri ve anlamı olan kitaplar olmaya devam edecek. Belki bundan sonra daha da fazla satılacaklar. Buna karşılık, fikir özgürlüğü gerçekten ayaklar altına alınırken, kitap yakma kampanyaları düzenlenirken, bir mülki idare amiri kitap imha emri verirken, savcılar bir yazar hakkında soruşturma açarken yapılanları, bir yayınevinin yazarla sözleşmesini yenilememesini vesile ederek, aynı kavramla, fikir özgürlüğünün çiğnenmesi olarak sunanların fikir özgürlüğü kavramından bugüne kadar nasıl hiçbir şey anlamamış olduklarını tespit etmek insanı dehşete düşürüyor. Fikir özgürlüğü devlet güçleri ve organize çevreler tarafından gerçekten ayaklar altına alınırken, tedbirli biçimde başlarını öte yana çevirenlerin, bu kez ucuz tarafından fikir özgürlüğü mücahitliğine soyunmalarına insan sadece acıyarak bakabiliyor. Bugün Nihat Genç'e karşı yürütülen bir toplumsal imha kampanyası yok. Tersine onun bir ulusal kahraman mertebesine yükseltildiği bir medya kampanyası söz konusu.
Fikir özgürlüğü nasıl savunulur derseniz, anlatayım. Nihat Genç'in başına, kitaplarının toplatılması, yakılması, lanetli ilan edilmesi durumu bir gün gelirse, kitapları yayımlanamaz olursa, İletişim Yayınları olarak, Genç'in bugüne kadar bastığımız kitaplarını yeniden basmaya talip olacağımızın güvencesini vererek, fikir özgürlüğü savunulur. Bu sadece Nihat Genç için değil, bastığımız ve basmaya devam edeceğimiz tüm yazarlar için geçerli bir teminattır.
· BİR AYDIN / AHMET TULGAR
(13 Haziran 2005 - Akşam)
Siz o sıralar neredeydiniz, bilemem. Yollarımızın çakıştığı, kesiştiği, birbirine teğet geçtiği olmuştur mutlaka bazılarınızla. Ben o sıralar sosyalist hareketin saflarındaydım ve hala da kendimce oralarda bir yere konumluyorum kendimi.
O zamanlar başkaydı tabii, önce iyi kötü bir faaliyet, bir hareketlilik, bir acil durum koşuşturması, sonra darbe ve durağanlık, hatta yılgınlık.
Bu iki aşamada da, o sıralar art arda içinden geçtiğimiz bu iki dönemde de; çoğumuzun ihtiyaç hissetmediği, ihtiyacı olmadığını sandığı birinci dönemde de, artık mecalinin ya da cesaretinin ya da isteğinin kalmadığı, kalmadığını sandığı ikinci dönemde de, onun yazdıkları, yaptıkları sayesinde yeni kapılar açtı, yeni yollar buldu bazılarımız kendisine. Ben şanslıymışım ki, bu gençlerden biri oldum. O dönemlerde işte Murat Belge'yi okudum, Murat Belge'yi tanıdım.
İki türlü işlev görüyordu, iki türlü işlevi oluyordu, oldu Murat Belge'nin bizim için. Bir yandan dikkatimizi o güne kadar çekmemiş ama dünya görüşümüze büyük katkısı olacak, sonradan da olan birçok çağdaş, düşünürü tanıtıyor, onların görüşlerini, yöntemlerini o güne kadar edindiğimiz bilgilerimize, özellikle de sol kuram dağarcığımıza nasıl eklemleyebileceğimizi öğretiyordu bize.
Diğer yandan da o güne kadar bazılarımızın burun kıvırdığı, pek yönelmediği alanlara, gündelik hayata, kent kültürüne mesela, bütünsel ve bizce indirgenemez kuramımızı nasıl uygulayabileceğimizi örnekliyordu yazıları, makaleleriyle.
Ya, neler yapmadı ki adam o sıralar. Althusser, Foucault, Poulantzas, Laclau, Eagleton, Barthes vs. Bu çağdaş Marksistleri, 'sol yapısalcılar'ı onun sayesinde tanıdık birçoğumuz. Onun Birikim'deki ve sonrasında bulduğu mecralarda yayımlanan yazılarından.
Biraz dağınık gideceğim ama heyecanlandığım için oluyor. O Cumhuriyet gazetesinde editörlüğünü yaptığı, makaleler yazdığı haftalık sayfa unutulacak gibi bir şey mi Türkiye basın tarihinde? Hem de o yıllarda. Yıl 1982 idi galiba.
Bütün o arabesk, Orhan Gencebay analizleri filan, o cilt cilt popüler kültür kitapları, 'Türkiye sosyolojisi'ni gündelik hayata bakarak anlamaya çalışan bütün o çalışmalar, onun 'Tarihten Güncelliğe' adlı kitapta topladığı o bir dönem yazılarının ardından geldi, üretildi. Koskoca bir alan açılmıştı önümüzde artık.
Sonra o İngiliz ve Amerikan edebiyatından, Faulkner'dan, Joyce'tan yaptığı, neredeyse orijinallerinin verdiği zevki veren çeviriler. Ki onun çevirileri örnektir, el kitabıdır bugün Türkiye'deki birçok çevirmene işe başlarken. Bir Ahmet Cemal, bir Murat Belge, sonra da Fatih Özgüven -ki o da zaten Murat Belge'nin öğrencisidir- çeviri işinin erbabıdırlar bu ülkenin edebiyat dünyasında.
Peki, bu ülkenin tarihine, yaşam zevkine, bu kentin, İstanbul'un sokaklarının, yapılarının geçmişine hangi milliyetçi geçinen yazar daha fazla vakıftır Murat Belge'den? Katılsaydınız da onun rehberliğinde bir İstanbul turuna, anlasaydınız.
Murat Belge öyle sırça köşkünden yazan, konuşan bir entelektüel olarak da kalmadı bütün bu zaman zarfında. İnsan hakları mücadelesinin öncülerinden oldu. En zor zamanlarda. 'Sivil toplum', 'demokratik toplumsal uzlaşma' kavramlarının kavgacısı oldu tepkilerden çekinmeden. Hatta soldan da gelen tepkilerden.
Daha neyini, nesini sayayım adamın?
Ülkesini bu kadar seven, sevmenin gereği de öğrenmek, anlamak olduğu için hayatını öğrenmeye ve öğretmeye adamış bu hocanın önünde saygıdan, minnetten başka ne hissedilebilir ki? Şaşırıyorum ona yapılanlara.
Ne tuhaf sonra, Murat Belge'ye yapılan her mesnetsiz saldırı beni de yaralıyor. Eminim daha birçoğumuz, birçok aydını, yazarı, sivili bu ülkenin, aynısını hissediyordur.
Ama nihayetinde onun, bizim yaralanmamız önemli değil. Biz alışığız.
Asıl ülkemiz yaralanıyor. Toplum.
Bilginin, üretimin, insanı insan yapan entelektüel üretimin taşlandığı, hedef gösterildiği, devleti yedeğine almış mediyokrasinin basıncıyla bastırılmaya çalışıldığı bir ülkede açılan gedikten herkes düşer, seviye kaybeder.
· YETİŞ VATANDAŞ BATAN GEMİNİN YAZARLARI BUNLAR / NİHAT GENÇ
(13 Haziran 2005 - Akşam)
İletişim Yayınları'ndan Ahmet İnsel Bey, Radikal İki'de Nihat Genç hadisesi üzerine karşı bir cevap metni yazdı. Bu metni ve yazarın düşüncelerini burada eleştirmeyeceğim.
Her lafa da salça olmamam lazım diye kendime yemin ettim. Biraz daha saygılı bir mesafeye çekilmem lazım diye kendime telkinlerde bulunuyorum. Ama olmuyor.
Tabii ki Nihat Genç üzerine herkes her yorumu, eleştiriyi getirebilir, getirmeli, yazsın, çizsin, bana ne...
Bu yüzden yazısıyla ilgilenmeyeceğim. Ancak, Nihat Genç üzerinden Leman Dergisi'ni aşağılayan bir ifadesine şahit oldum. Şöyle: 'Genç'in roman ve hikayelerinin köşede kalmış bir yayınevi tarafından değil, çok satan kaliteli kitaplar basmakla övünen, önde gelen yayınevlerinden biri tarafından basılması beklenir...'
Yaşadığınız topraklarda, sağcılığı, faşizmi, devleti, Susurluk'u en çok eleştiren yayın organı Leman'dır. Holdingleri en çok eleştiren Leman'dır.
Kitaplarımı basacak olan Leman Dergisi ve yayınevini değersiz, küçük gösteren, aşağılayan, köşede kalmış, kaliteli değilmiş gibi bir anlam çıkıyor ortaya.
Şimdi bu satırlarda Leman'ı harcayan yazarın insafsızlığını hepinizin gözleri önünde ölçelim...
Leman dergisi on yıllar boyu bu ülkenin en çok satan dergisi. Bugün tirajı 40/60 bin arası. Ancak yıllar boyu yüz bin üzerinde sattı.
Ve tüm zamanların toplam tirajında on milyon gibi akıl almaz tirajın üstüne çıktı. Yani, dünya tarihinde ve ülkemiz matbuat hayatında toplam tirajda on milyonu aşmış kaç dergi tanıyorsunuz, söyleyin...
Değil bu dünya çapında başarıyı küçük, değersiz göstermek, bu büyük tiraj rakamlarını övmeli, onurlandırmalı ve başımızın üstüne koymalıyız.
Ayrıca, Leman Dergisi bünyesinde yetişen yazar/çizerlerin kitaplarının toplam baskısı 500 baskının çok üstündedir. Bu 500 baskı gibi inanılmaz rakam, tek bir dergi bünyesinden yetişmiş yazarların başarısıdır. Hepsi gençtir. Dünya tarihinde ve matbuat hayatımızda bu kadar yüksek baskı adedi yakalamış dergiler tanıyorsanız, onu da söyleyin...
Beş yüzün üstünde kitap baskısı ve on milyonları aşan toplam tirajın ülke ekonomisine, yayın piyasasına getirdiği rüzgarı, fırtınayı, hareketliliği bir tasavvur edin...
Bu kadar genç sanatçı, hırsızlık, hortumculuk, kredi ve teşvikle değil, sadece yazarak, çizerek büyük kitlelere ulaşmışlar ve kendi karınlarını onurla doyurmuşlardır.
Bunun bir diğer anlamı da şudur. Leman Dergisi elliye varan genç sanatçı yetiştirdi. Bu ülkenin büyük genç enerjisini sanatçılaştırarak harekete geçirdi. Ülkemiz üniversitelerinde en çok tartışılan dergi oldu. Türkiye gençliğini, sarhoş eden, müptela eden, hasta eden, dergi oldu. Ve yıllarca hayranlık ötesinde tutkuyla okunmayı başardı...
Bu genç sanatçıların yarattığı büyük ekonomik hareketliliği, kitaplarını, tartışmalarını, fikirlerini, küçük, kenarda kalmış, aşağı, değersiz göstermek, insaf ölçüsüne sığmaz...
Ayrıca Leman Dergisi bağımsız dergidir. Bunun anlamı şudur. Leman Dergisi hiçbir reklam almadan, hiçbir kredi, teşvik almadan, kendi yağıyla, yani, kendi tirajıyla kavrulmuştur.
Ülkemiz tarihinde reklam almadan, kredi, teşvik almadan bu kadar büyük tirajlara (on yıllar boyu hiç inmeden) ulaşmış dergiler tanıyorsanız, bize de söyleyin...
Ama en önemlisi, bu dergi bu yüksek rakamlara nasıl ulaştı... Asıl sorumuz budur...
Sorumuzu açalım. Çünkü Leman Dergisi on yıllar boyu, iki şeye karşı sert muhalefet yaptı. Birincisi, sağ zihniyetin sağ partilerine, ikincisi, medya iktidarına ve onun holdinglerine karşı.
Yani, yaşadığınız topraklarda, sağcılığı, faşizmi, devleti, Susurluk'u en çok eleştiren yayın organı Leman'dır. Holdingleri en çok eleştiren Leman'dır. Ve Nihat Genç, Leman yazarı olarak Türkiye Cumhuriyeti fikir hayatında sağcıları ve holdingleri en çok eleştiren yazarın adıdır. Binlerce sayfa, 14 kitap dolusu eleştiri. Sağ yapıları ,devletin muhafazakar yapıların, tahlili, eleştirileri...
İşte bu büyük tirajlara ulaşmamızın sebebi Leman Dergisi'nin bu temel politikasıdır. Türkiye gençliği bu yüzden bizleri on yıllar boyu hayranlık ötesi hastalık tutkusuyla sevmekte, onurlandırmaktadır.
Ancak Ahmet İnsel Bey, iki taraftan saygısızlık yapıyor. Birincisi, işte bu soylu dergiyi eleştiriyor, küçümsüyor, tanınmamış, kenarda kalmış ifadesiyle yok sayıyor.
İkincisi, işte bu bağımsız dergide, sağcılığa ve holdinglere karşı bayrak açmış ve şöhretini bu yazılarla yapmış Nihat Genç'i tescilli faşist olmakla suçluyor.
Kardeşlerim, bu insaf ölçüsüne sığmaz. Bu bir aydın suçlaması değil artık bir gestapo saldırısına benziyor.
Leman Dergisi ve yazarı Nihat Genç, Türkiye'de en çok tazminat ödeyenlerin adıdır, mahkemelere çıkan, tehditlere, linç girişimlerine maruz kalanların adıdır. Ve devletten, burs, kredi, reklam, teşvik hiç almayanların adıdır.
Kardeşlerim, dinleyin ve herkese sorun.
Biz Avrupa vakıflarından hiç para almadık. Avrupa vakıflarından para alınıp sonra nasıl 'sivil' olunur diye sorduk ve bunun cevabını verecek adam bulamadık...
Murat Belge'nin özellikle Ahmet İnsel'in cümleleri çok bozuk. Şekilsiz ve karmakarışık. Dertlerini anlatabilecek kadar cümle bilgileri yok
Kardeşlerim, biz Soroslar'ın karşısına çıktık, Soroslar'ın adamlarıyla neden arkadaşlık yapıldığını sorduk, cevap verecek adam bulamadık.
Kardeşlerim, biz bu yüzden çok okunduk. Bize destek veren bu soruların cevabını hala bekleyen Türkiye gençliğidir...
Leman Dergisi, genç Türkiye'nin elektriği, enerjisi, muhalefeti, protestosu, eleştirisi olarak bağımsız hayatına devam edecek.
Ancak görüyorsunuz ki, biz sorular sordukça, karşımızdaki insanlar insani ölçüsünü kaybediyor. Vicdan ve ahlakı kaybediyor.
Leman'ın çok okunmasının ve mucize tirajlarının sebebi de buydu. Vicdan ve ahlakı ayakta tutmak.
Bizler, yazarak, çizerek, ahlak ve vicdan kelimelerinden kendimize soylu bir hayat kurmak istedik...
Ama gördük ki, ahlak ve vicdan kelimeleriyle ve çok soru soran cümlelerimizle, artık bizi 'uzaylı' gibi görüyorlar...
Yani, bu kelimeleri hiç duymamış, görmemiş bir havaları var...
Yani, ahlak, vicdan kelimeleri bu ülkede uzaylı kadar yabancı muamelesi görüyor...
Ahlak ve vicdanın olmadığı yerde her türlü insaf sona ermiştir.. Konuşma artık faydasızdır...
Bir de özel notum olacak. Biz edebiyatçıyız, bizim söyleyecek sözümüz çoktur. Ancak edebiyatın bir kuralı vardır, uslubunuz yoksa sözünüz de yoktur. Murat Belge Bey'in özellikle Ahmet İnsel'in cümleleri çok bozuk. Şekilsiz ve karma karışık. Dertlerini anlatabilecek kadar cümle bilgileri yok. Ayrıca edebiyat neşesi hiç yok. Cümleleri zayıf, acınacak düzeyde. Bu kadar uslupsuzluk vicdansızlıktan öte bir saygısızlığın ifadesidir. Çünkü güzel insanlar güzel yazılar yazabilmeli.
Yoksa bu bozuk cümlelerle okurunuzu eşek yerine koymuş olursunuz. Bu tatsız ve Türkçe dışı cümlelerle okuyucuyu yormaya kimsenin hakkı yoktur.
'Cumhuriyet' ve 'Radikal' gazetelerinin iki köşesinde bir süredir ilginç bir polemik sürüyor.
'Polemikten yağ çıkarmak' gibi gazetecilik anlayışım olmasa da bu tartışmayı önemli bulduğum için ben de köşeme taşıyorum.
Ama şimdiden ilan edeyim.
Ben bu polemiğin taraflarından biri değilim.
Olsa olsa 'üçüncü şahıs' olarak kabul edilebilirim.
* * *
Bu gazeteleri okumayanlar için önce polemiği özetleyeyim.
Radikal yazarı Murat Belge İstanbul'daki Ermeni konferansı ile ilgili yazılar yazmaya başlayınca, doğal olarak bazı kişiler de onu eleştirdi.
Eleştirenlerden biri de Akşam gazetesinin yazarı Nihat Genç'ti.
Bu son eleştiri yazısı çıktıktan bir süre sonra gazetelerde şöyle bir yazı yayınlandı.
Nihat Genç'in kitapları, Türkiye'nin önde gelen yayınevlerinden biri olan İletişim tarafından yayınlanıyordu.
Murat Belge de 'İletişim Yayınları'nın kurucularından biriydi.
Habere göre, 'İletişim Yayınları' bu eleştiriler yüzünden Nahit Genç'in kitaplarını yayınlamama kararı almıştı.
Bu haberler üzerine 'Cumhuriyet' gazetesi yazarı Ali Sirmen de köşesinde, Murat Belge ve onun gibi düşünenlerin 'demokrasi anlayışını' ve 'hoşgörü kültürünü' eleştiren bir yazı kaleme aldı.
Yani 'Siz başkalarını demokrat olmamakla suçluyorsunuz ama bakın kendiniz nasıl antidemokratsınız' demeye getirdi.
Murat Belge ise uzun süreden beri 'İletişim Yayınları' ile bir ilişkisinin bulunmadığını, Nihat Genç'le ilgili haberi gazetelerden öğrendiğini yazarak kendini savundu.
Buraya kadar benim için ilginç bir şey yok.
Ama polemiğin bundan sonrası, Türkiye'de gazetecilik yapan herkesi ilgilendiren yeni bir 'mesleki içtihadın' doğmasına yol açabilecek şekilde gelişmeye başladı.
* * *
Murat Belge geçmişte Ali Sirmen'in 'Milliyet' gazetesinde yazdığı bir yazıyı hatırlattı.
Ahmet Altan o tarihlerde Milliyet'te gazetenin yayın politikasına ters bir makale yayınlamış ve bunun üzerine gazete ile ilişkisi kesilmişti.
Ben unutmuşum. Ali Sirmen o günlerde Milliyet'in bu kararını savunan bir yazı yazmış ve şunu söylemiş:
'Demokrasi her şeyin her yerde söylendiği başıbozukluk rejimi değildir... Özgürlüklerin savunulabilmesi, rejimin sağlam olabilmesi için, kurumların kendi ilan ettikleri ilkeleriyle tutarlılık içinde olmaları gerekir.'
* * *
Murat Belge bu yazıyı hatırlatıyor.
Hatırlatıyor ve arkasından bu görüşlere kendisinin de katıldığını şu sürpriz cümleyle açıklıyor:
'Evet, bunun ilkesi budur. Benim de bunlara bir diyeceğim yok.'
İşte benim için asıl ilginç tartışma bu saptamadan sonra başlıyor.
Çünkü bu tartışma küçük tirajlı gazetelerden çok Hürriyet gibi büyük tirajlı gazeteleri ilgilendiriyor.
Neden derseniz, bu gazetelerde birbirinden çok farklı, hatta zıt doğrultuda yazılar yazan köşe yazarları var.
Mesela bu polemiğe konu olan Ermeni soykırımı iddiaları.
Hürriyet'te bu konuda Türk tezine yakın duran yazar da var, durmayan da.
Şimdi Murat Belge ile Ali Sirmen arasındaki polemiğin doğuracağı içtihada göre ne yapacağız?
Yaklaşımını uygun görmediğimiz yazarı işten çıkarma hakkı tescil oldu mu?
Türkiye'nin iki güzide aydınının tartışmasının ortaya koyduğu gerçek şu:
Evet teorik olarak yayın organlarının bu hakkı vardır.
İsterseniz bunu daha çarpıcı ve acıtıcı biçimde söyleyelim.
Bir gazete, görüşlerini uygun bulmadığı yazarını işten çıkarabilir.
Ve kimse çıkıp da buna 'Yazarını susturdu' veya 'Antidemokratik davrandı' diyerek eleştiremez.
Ama ben meseleye başka açıdan yaklaşacağım.
Hürriyet farklı seslere yer veren bir yayın organı. Emin Çölaşan'la Hadi Uluengin; Oktay Ekşi, Ahmet Hakan aynı gazetede yan yana yazabiliyor. Bunu yıllardır yapabiliyor.
* * *
Türkiye'nin öteki ülkelerden en büyük farkı da bu. Hürriyet gibi bir kitle gazetesi, demokrasinin en önemli kuralı olan 'hoşgörü' ve 'çoksesliliği' sağlayabiliyor.
Ama yıllardır ağızlarından demokrasi kelimesini düşürmeyen arkadaşlarımızın yarattığı bu mesleki içtihat da artık önümüzde duruyor.
Yani her yayın organının, görüşünü uygun bulmadığı kişiye, 'Gidip kendi düşüncende bir yayın organında mesleğini sürdür' deme hakkı doğuyor.
Lütfen dikkat. Bunu söyleyen ben değilim.
Ben sadece bu polemiği ve sonucunu sizlere aktardım.
--------------------
Derleyenler: Mehmet Harmancı, Esma Ürkmez, Fatih Turanalp
» Kazmalar ve Maşalar / Nihat Genç (26 Mayıs 2005 - Akşam)» 'Yaralayan' Onun Sözleridir, Diğerlerinin ki Değil / Kürşat Bumin (28 Mayıs 2005 - Yeni Şafak)» Nihat Genç Deli Zırvalarına Devam Ediyor / Nihat Genç (2 Haziran 2005 - Akşam)» Konferansı Eleştirdi Yayınevi İpleri Kopardı / Haber: Sefa Kaplan (3 Haziran 2005 - Hürriyet)» Hazır Gözler Bendeyken Birkaç Laf Daha Edeyim / Nihat Genç (4 Haziran 2005 - Hürriyet)» "İletişim" Ne Kadar da Demokratikmiş!